Günahlar ve latîfe i rabbâniye

Bazı latîfeler, ruh ve kalbin kayyimi durumundadır. Cenab‑ı Hakk’ın engin rahmetindendir ki, bunların pek çoğu pörsüyüp solsalar da ölmezler. Dolayısıyla belli günahlar neticesinde yaprak dökümüne uğrayan bu latîfeler, tevbe mevsiminde tekrar yeşerir, çiçek açar ve meyve verirler.

İmam Şârânî’nin şu ifadesi bu hükmümüze delil kabul edilebilir. Diyor ki: Ben namazsız bir insanla biraz yan yana otursam kırk gün namazımın bereketini bulamam! Onun bu sözünden, namazsız insanlarla düşüp kalkmama mânâsının anlaşılması yanında, kırk gün sonra namazın bereketinden istifade edilebileceği mânâsını anlamak da mümkün... Zaten bazı hadisler de buna işaret eder mahiyettedir. Mesela “İçki içenin kırk gün namazı kabul olmaz.”[1] mealindeki hadis buna örnek gösterilebilir. Bunun mânâsı, aslî mânâda namaz kabul olmaz demek değildir; belki namazla ulaşılabilecek öyle noktalar vardır ki, içki içen bir insan, kırk günlük bu ölü zaman içinde o önemli noktaya ulaşamaz, demektir. Bundan, aynı zamanda, kırk gün sonra tekrar istenen mükemmeliyette namaz kılabilir mânâsını anlamak mümkündür...

İçki içenin namazının makbul olmamasını ise eskiler, “kemaline masruf” diye anlatırlar. Yani o namaz, “namaz” kelimesiyle anlaşılan ihatalı, derin ve kurbete vesile olabilecek mânâdan yoksundur. Mesela, namaz kılar da yine kendisini münkerattan alıkoymaz. Hâlbuki hakiki namaz, münkerata girmeme hususunda ilâhî bir garantidir. Demek ki, içki içenin kırk günlük namazı böyle bir garantiden mahrumdur. Yani o, mükemmel bir namaz olmaktan uzaktır. Bununla beraber, içki bütün hayatî latîfeleri öldürmüş de sayılmaz; zira kırk günün sonunda, eğer aynı cinsten günah işlenmezse, o kişinin pörsüyen, solan latîfeleri tekrar yeşerip hayatiyet kazanabilmektedir...

Bazı latîfeler ise, işlenen bazı günahlar neticesinde ebediyen kurur, söner ve ölürler. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu latîfeler, insanın ruhî ve kalbî hayatı adına asıl hayat kaynağı olan latîfelerden değildir.

Şimdi de meselenin bir başka yönüne bakalım. Şayet günahlar böyle hayatî latîfeleri bütün bütün öldürmüş olsaydı, küfür ve Allah’ı inkâr haydi haydi onları öldürürdü. O zaman da küfürden sonra iman, irtidattan sonra da geri dönüş kapıları tamamen kapalı demek olurdu ki; bu da pek çok şeyi içinden çıkılmaz hâle getirirdi. Hazreti Ebû Bekirler, Hazreti Ömerler böyle kapalı bir dönemden sonra imana uyanmışlardı.. uyanmış ve insanlığın ebedî sultanları olmuşlardı. Demek ki, onlardaki hayatî latîfeler cahiliye döneminde bütün bütün ölmemiş ve her zaman imana açık kalabilmişti. Sadece kalabilmiş de değil; ardından bir başkasının ulaşması imkânsız mertebe ve derecelere yükselmişlerdi…

Ayrıca, İslâm insanın aslî fıtratına dönmesidir. Böyle bir dönüşle insan ikinci bir fıtrat kazanır. Eğer küfür ve inkâr, belli dönem itibarıyla sahabenin aslî hüviyetini tamamen değiştirmiş olsaydı, o insanlardan hiçbiri iman edemez ve tabi gökteki yıldızlar hâline gelemezlerdi. Aynı şeyi bazı büyük veliler için de söylemek mümkündür...

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, günahlar bazı latîfeleri öldürür; bu doğrudur; fakat bu latîfeler ruh ve kalbin asıl dinamikleri değildirler.. Ne var ki, insan her zaman bütün latîfelerini hüşyâr ve uyanık tutmakla mükelleftir. Onun içindir ki, Bediüzzaman “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma!”[2] buyurur. Zira bazı duygular çok naziktir, çabuk kırılırlar. İşlenen küçük bir günah bile onun mahvına sebep olabilir.

Velilerin ekserisi bazı latîfelerinin ölüp gittiğinden bahisle, kendi kendilerinden şikâyette bulunmuşlardır. Çünkü ölen latîfeler, önemli ölçüde onların terakkilerine mâni olmuştur. İnsanı keşfe hazırlayan latîfeler ölmüşse, o insan ne kadar uğraşsa keşfe açılamaz; eşyanın perde arkasını müşahede edemez. Keşif ve keramet ne kadar ve ne derece önemlidir? Bu ayrı bir konu... Bizim burada söylemeye çalıştığımız sadece bir vak’anın raporu mahiyetindedir. Ancak şu hususu da ısrarla ve altını çizerek tekrarlamakta fayda görüyorum: Ölen latîfeler kat’iyen hayatî latîfeler değildir. Eğer bunun aksi olsaydı, tevbeye çağrılmamızın bir mânâsı kalmazdı…

[1] Ebû Dâvûd, eşribe 5; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/35, 189; Abdurrezzak, el-Musannef 9/235.
[2] Bediüzzaman, Lem’alar s.169-170 (On Yedinci Lem’a).

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.