Hakiki tevbe
Soru: İnsan bazen tevbe ederken bile tevbe ettiği günahı tam mânâsıyla terk edip edemeyeceği hakkında tereddüt geçiriyor. Böyle bir ruh hâliyle yapılan tevbe hakiki tevbe olur mu?
Bu soruya cevap verirken, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu mübarek beyanını hatırlamamak mümkün mü? Buyuruyorlar ki: “Herkes hata işler. Hata işleyenlerin en hayırlıları da tevbe edenlerdir.”[1]
Bu hadis‑i şerife dikkat edilecek olursa, hata işlemenin insanın cibilliyetinde var olduğu görülür. Yani insanın tabiatında her zaman onu günaha çekecek bir kısım duygu ve hisler vardır. Aslında bunlar, iyiliklere de esas teşkil etsin diye insanın benliğine yerleştirilmiş nüveler mahiyetinde istidatlardır. Aktif bir Kur’ân ahlâkıyla bunların hepsinin yüzü hayra ve istikamete çevrilebilir.
Mesela, insana öfke verilmiştir. İnsan bununla bazen gazilik ve şehitlik elde edebileceği gibi, aynı duyguyla Allah için gadaplanıp, Allah için nefret edip sevap da kazanabilir. Şehevî hisler ve diğer bedene ait arzu ve istekler de böyledir. İnsan, onları zapturapt altına alıp ruhunu kanatlandırabildiği takdirde velilerle omuz omuza yaşayabilir. Aksine, zapturapt altına alınamayan behîmî arzuların insanı baş aşağı getirmesi de az görülen felâketlerden değildir. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, potansiyel hata, insanın ikiz kardeşi gibidir. Bu itibarla insan, azminin ve iradesinin hakkını vererek bu negatif duygudan hem kurtulmasını bilmeli hem de onu mutlaka semereli, faydalı hâle getirmelidir.
Diğer taraftan insan hayatında ömrü en az, en kısa olması gereken bir şey varsa, o da hata ve günahlar olmalıdır. Şu da kat’iyen unutulmamalıdır ki, insan işlediği bir hatayı hemen tevbe ile izale etmezse bu, ikinci bir hata ve günaha davetiye çıkarmak gibi olur ki, bu durum, zamanla insanın kalbî ve ruhî hayatını mahvedebilir. Böyle bir insan lâhut âlemine karşı kapanır. Allah adına duyması gerekli olan şeyleri duyamaz olur ve herhangi bir cisim gibi sürekli bir düşüş yaşar ama, asla bunun farkına varamaz; latîfeler ölür; “sır”, sırra kadem basar, “hafî” gizlenir, “ahfâ” âdeta yok olur; ama o bunlardan haberdar değildir. Onun için insan, günaha bulaşır bulaşmaz, hiç vakit kaybetmeden hemen Rabbisine teveccüh etmeli ve O’ndan işlediği günahın affını istemelidir. Günah, insanı ele veren bir kuyruk gibidir. Zaten Arapçada hem günah hem de kuyruk ذ-ن-ب (z-n-b) harfleriyle ifade edilir.[2] İşte insan bu kuyruğu koparıp atmalı ve tevbe ile kuyruklu varlıklardan ayrı olduğunu haykırmalıdır...
Ayrıca benim, şimdilerde anladığım bir başka husus daha var ki, o da şudur: İnsan bir taraftan tevbe ediyor, diğer yandan da kendi iradesinin zaafı itibarıyla biraz evvel tevbe ettiği günah ona yine musallat oluyor, o da yine aynı günaha giriyorsa böylelerinin istikamete ulaşmaları ve sonra da istikametlerini korumaları oldukça zordur. Bununla beraber böyle bir insan, işlediği günahtan tevbe ederken hakikaten samimi ve tevbesini vicdanından gelen sese uyarak yapmış da olabilir. İhtimal, işlediği günahtan onun da içine bir tiksinti düşmüştür ve dolayısıyla da tevbesini çok samimi olarak yapmıştır. Ancak, bu gibilerde, çok defa tiksinti hâlinin geçip, yerini arzu ve isteklere bırakması söz konusudur ki, bu tür iradezedeler her zaman sürçebilirler. Bu ikinci durum, onun daha önceki tazarru ve duasında samimi olmadığı neticesini de doğurmaz. Dolayısıyla da tevbe etmesine mâni hiçbir sebep yoktur.
Evet, insan ne kadar günah işlerse işlesin ve tevbesi hangi sayıya varırsa varsın mutlaka yine tevbe etmelidir. Bu ifadeler kesinlikle işlenen günahı hafife alma mânâsına gelmez; belki tevbenin lüzumunu ve önemini işaretler.
Sözün burasında önemli bir hususa da işaret etmeden geçemeyeceğim: Baştan beri bahis konusu ettiğimiz günah, hata ile işlenen günahlardır. Hata ile işlenen günahlarda ise kasıt ve azim yoktur. Zaten insan bir müddet sonra aynı günahı işlemeye azimli ise onun dudaklarından dökülen sözler birtakım yalan laflardır.. ve kesinlikle tevbe değildir. Hukukta bile taammüden işlenen suçlara verilen ceza ile, hataen işlenen suçlara verilen cezalar, suçun cinsi aynı dahi olsa, ayrı ayrıdır. Günahlar için de durum böyledir.
Bir de bu meseleyi, içinde bulunduğumuz şartlar açısından değerlendirmek yararlı olacak: Öyle bir toplum içinde yaşıyoruz ki orada insanın gözüne, kulağına tam hâkim olması oldukça zor, kasıt olmasa bile, her zaman hataların zincirleme birbirini takip etmesi söz konusudur. Bu durumda yapılması gereken en önemli iş, mümkün mertebe günah zemininden uzak durmaktır. Buna “sedd‑i zerâi” de diyebiliriz ki, kabaca bir ifadeyle, fenalıklara giden yolları kapatmak, demektir.
Esasen sedd‑i zerâi Kur’ânî bir yoldur. Mesela, bir âyette “Zina etmeyin!” denilmemiş de, “Zinaya yaklaşmayın!”[3] denilmiştir. Ve yine “Yetim hakkını yemeyin!” denilmeyerek “Yetim malına yaklaşmayın!”[4] ifadesi kullanılmıştır. Bunlar ve benzeri âyetler bize, insan terbiyesinde sedd‑i zerâinin önemini anlatması bakımından dikkat çekicidir. Evet, insan, işte bu yol ile, kasten günah işlemeye karşı kapalı kalır. Hata ile meydana gelen açıkları da tevbe örter. Zannediyorum bu tür bir strateji tatbikiyle, hem günahlara karşı korunma hususunda hem de elde olmayan sürçmeler karşısında önemli bir adım atılmış ve problemin kısm‑ı ekserisi çözülmüş sayılır.
[1] Tirmizî, kıyâmet 49; İbn Mâce, zühd 30; Dârimî, rikak 18.
[2] Bkz.: İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab 1/389.
[3] İsrâ sûresi, 17/32.
[4] En’âm sûresi, 6/152; İsrâ sûresi, 17/34.
- tarihinde hazırlandı.