Şahsî kemalât üzerine
Tezkiyesiz nefisler için bulunduğu yeri makamı bilmek oldukça tehlikelidir. Onun içindir ki, “Cenab‑ı Hakk’ın en büyük lütfu, lütfunu bildirmemesidir.” denilmiştir.[1]
Bence sahabenin yolu da işte budur. Onlar Güneşler Güneşi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile görüşmeleri sebebiyle birdenbire kurbiyet‑i ilâhiyeye mazhar olmuşlardır.. olmuşlardır zira huzurda insibağ vardır. Yani âdeta Allah Resûlü, nübüvvetine ait kudsî mânâ ile sahabeyi şekillendirmiş, boyamış ve sahabe de bu mânânın kanatlarıyla nebilerden sonra ulaşılabilecek en yüksek zirvelere uçmuş ve zirvelerde taht kurmuştur. Ne var ki, sahabenin pek çoğu vardığı bu zirvenin farkında bile değildir. Hâlbuki en büyük velilerin varabilecekleri en son nokta (münteha), onların daha işin başında (mebde) kazandıkları hâlin gölgesidir.
Sahabe sohbetteki insibağla, hiçbir berzaha uğramadan doğrudan doğruya urûcunu tamamlamış, kavsiyesinin öbür ucu sayılan “Hak’tan halka” dönüşü gerçekleştirerek nebilerden sonra hiçbir beşere nasip olmayan en büyük miracın kahramanı olmuşlardır.. olmuşlardır ama, çoğunluk itibarıyla ne gidişlerini ne de dönüşlerini bilememişlerdir. Bu da Cenab‑ı Hakk’ın onlara ayrı bir lütfu ve ayrı bir ihsanı demektir. Tabi sahabe yolunu meslek edinenlerde durum da ikinci derecede böyledir. Onlar kapalı sandıklar gibidirler. İçlerinde ne olduğunu ve hangi zirvelere at koşturduklarını bilmezler. Niceleri onların himmetiyle derece derece yükselirken onlar kendilerini avam‑ı nâstan bir insan olarak görürler. Bu da onları çeşitli vartalardan korur.. ve onlarda asla şatahat görülmez.
Niceleri de vardır ki, kendilerini sultan zannederler. Hâlbuki orada sandığı açılıp da neyi var neyi yoksa ortaya döküldüğünde bir dilenci dahi olmadıklarını anlarlar. Cenab‑ı Hak bizleri böyle duruma düşmekten muhafaza buyursun. Âmin!
Bulunduğu yeri bilenlere de şunları hatırlatmakta fayda var:
1. İnsan hangi zirveye çıkarsa çıksın kendisini hep bir hiç görmelidir.
2. Rabbe karşı daima aczini ve fakrını itiraf etmelidir.
3. Kemalâtlar şahsa mâl edilmemeli ve şahs‑ı mânevînin bir tezahürü kabul edilmelidir.
[1] Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.508 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Dokuzuncu Kısım); Şuâlar s.307 (On Üçüncü Şuâ).
- tarihinde hazırlandı.