Mazhar olduğunuz lütuflar aşkına..!

Farklı zamanlarda, farklı cemaatlerin huzurunda ifade etmeye çalıştığım ve bana göre önemini hiçbir zaman kaybetmeyen ve kaybetmeyecek olan birkaç meseleyi hatırlayabildiğim şekliyle, hiçbir tasnife tâbi tutmadan arz etmeye çalışacağım.

Dinimizin ve milletimizin yücelmesi adına verilen hizmetlerin tarihi çok eski sayılmaz. Fakat gelinen seviyeye bakıldığında, kat’iyen bu kısa tarihte aşılamayacak mesafelerin aşıldığı görülür. Bir de bu durumu, tarihimizin parlak dönemlerine göre değerlendirecek olursak kıyas kabul etmez bir inkişafın yaşandığı söylenebilir. Zaafımızla yaşanan inkişafı karşılaştırdığımızda da: “Bu, Allah’ın sizlere olan lütfu ve ihsanıdır.” demekten kendimizi alamayız. Bu lütuf ve ihsanın farkında ve şuurunda olmak, sonra da buna uygun şükürde bulunmak, bu lütufların devamı adına yapılan ya da yapılması gerekli olan biricik vazife olsa gerek…

Öte yandan, bu önemli ve önemli olduğu kadar da büyük işe sahip çıkan insanlar olarak bizler, hiçbirimiz bizden önce bu işin sahibi olmuş insanlar kadar, kat’iyen seviyeli değiliz. Meselâ, hiçbirimiz, keşfi‑kerameti açık, Çanakkale’den Gelibolu’ya bir sandalla geçen ve orada şehit düşen bir Süleyman Şah değiliz. Veya her namaza duruşunda “Kâbe” önüne gelip temessül eden veya diğer bir ifadeyle Kâbe önüne temessül etmediği müddetçe namaza başlamayan, o dünyanın dört bir yanına ordular sevk edecek kadar akıllı ve başarılı ve nihayet düşmana haddini bildirdiği savaşta şehit düşen Murad Hüdavendigâr hiç değiliz. Hepimiz sıradan, düz insanlarız. Belki de çoklarımız itibarıyla günahlarımız boyumuzu aşkın. Ama, şu Cenâb‑ı Hakk’ın lütfuna bakın ki, O, bir zamanlar bu gibi insanlarla temsil edilen davayı bizlerle temsil ettiriyor ve o büyük hizmeti bizlere gördürüyor. İnsan burada Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözünü hatırlamadan edemiyor: “Kardeşlerim! Bu İslâm ve Kur’ân’a hizmet davası, ihsan‑ı ilâhî olarak bizlerin omuzuna konulmuş…”[1]

Söz buraya gelmişken şunu da sizlere hatırlatmadan geçemeyeceğim. Yapılan hizmetler itibarıyla bu seviyeye gelinceye kadar acaba ne kadar sıkıntı çekildi. Kaç fedakâr insan çoluğunu çocuğunu, evini barkını terk etti de, şarkın o namlı, şanlı sultanı Selahaddin Eyyubî gibi ömrünü çadırlarda geçirdi? O büyük Sultan’ın “Allah’ın evi orada Haçlıların elinde iken, Selahaddin nasıl kendine ev edinir?” sözü herkesin malumudur.

Evet, milletimiz içinden de dünyanın dört bir yanına gidenler oldu.. oldu ama, onlar bu milletin hazırlamış olduğu imkânlarla oraya gitti. Ve bunlardan da öte, onlar, me’hazin kutsiyetine dayanarak oralara gittiler ve gittikleri yerlerde hüsnü kabul ile karşılandılar.

Bana göre bu insanlar, İslâm tarihi boyunca, bu yüce dava uğrunda, çile çeken insanların onda biri kadar çile çekmemişlerdir. Allah’ın lütuflarını kendimize mâl ederek caka yapmayalım. Şayet bu hususta ben yanılıyorsam –ki yanılmayı çok isterim– bu uğurda evini barkını satan, hakikî anlamda çile ve ızdırap çeken, işini, imkânlarını terk ederek diyar diyar dolaşan yoktur. Varsa, gelsin onların dertlerini paylaşalım ve ona: “Sattığın eve bedel, al şu evi!” diyelim.

Benim bu sözlerimin sizleri rencide etmeyeceğini umarım. Vak’ayı rapor şeklinde, sizlerden tecrit ve tecerrüt düşüncesi içinde söyledim bütün bunları. Evet bu faslı “El‑insaf!..” deyip ve peşi peşine iki nokta koyup geçiyorum.

Yapılan işlerin ruhuyla alâkalı bir diğer hususu hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyorum: Dinimize, milletimize hizmet yolunda bulunan fertlerin birbirleriyle uyumlu bir şekilde çalışmaları çok önemlidir. Kur’ân’ın, “Bazınızı bazınıza fitne kıldık.” veya “Bazınızı bazınızla imtihan ettik.”[2] iş’âr ve irşadı açısından denebilir ki, biz adavet ehli küfür dünyası ile imtihan olduğumuz gibi, kendi içimizde de imtihan olacağız. Tabiî böyle bir imtihan, bize ayrı bir sevap kazandıracaktır.

Bu noktadan hareketle diyebilirim ki, bana göre ahlâken en mazbut insan, Kur’ân ve Sünnet’in ölçüleri içinde en huysuz insanlarla bile geçinebilen, onlara karşı tavırlarını ayarlayabilen insandır. Daha önceleri aynı şeyi ifade ederken, “En iyi insan, kobralarla bile arkadaşlık yapabilen insandır.” demiştim. Rica ederim, Uzakdoğu’daki bir kısım yogiler kobralarla arkadaşlık yapabildikleri hâlde, bize ne oluyor ki biz birbirimizle geçinemiyoruz.! Hem de kutsî bir mefkûre etrafında...

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâkıyla ahlâk­lanma mecburiyetinde bulunan biz, falan veya filânla şu ya da bu huyundan dolayı geçinemiyor ve rahatsızlık duyuyorsak, kendi ahlâkımızı vicdan tedavihanelerinde bir kere daha gözden geçirmeliyiz. Ve yine bana göre yüce ve yüksek düşüncelere dilbeste olmuş kimseler, beraber oldukları arkadaşları ile geçinemiyorlarsa, onlar ya akıl hastasıdır ya da kendi ruh adeseleriyle başkalarını mahkûm eden bencillerdir.

O hâlde, gelin Allah aşkına; şu İslâm ve Kur’ân yolunda, hem de her seviyede insana çok ciddî ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, aynı çizgiyi paylaştığımız insanların, kusurlarını araştırmayalım.. kimsenin aleyhinde konuşmayalım ve konuşturmayalım. Daha önceleri defaatle ifade edildiği gibi kendi nefsimize karşı bir savcı, başkalarına karşı da bir avukat gibi davranalım... Bu mülâhazadan hareketle hepimiz kendi kendimize: “Sen kendini gaflete salmış hainin tekisin.. günde 7 saat uyumadan evden çıkmayan bir tenperversin.. sen, bedeninin esiri ve cesedinin kulu kölesisin.” Evet, böyle demeli ve başkalarını hep melek gibi görmeliyiz. Ve soralım kendimize, acaba o tenkit vesilesi yaptığımız ve gıybetlere girdiğimiz meseleler, Kur’ân ve Sünnet ölçüleri içinde mahzurlu mu?

Size bu konuda, çarpıcı bir misal arz etmek istiyorum; Devr‑i Saadet’te bir sahabî, Allah Resûlü’nün huzuruna gelerek, çarşıda gezerken nefsine hâkim olamayıp, bir kadını öptüğünden bahseder.. ve sonra da boynunu büküp hakkında verilecek olan hükmü beklemeye başlar.[3] Evet, bu şey bir günahtır. Elin‑âlemin harimine el uzatma, namusuna dokunma, hele hele emniyet temsilcilerinin bunu yapması çok büyük bir günahtır. Ne var ki, vahyin solukları bu günahı bir sürçme şeklinde gösterir ve “Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.” (Hûd sûresi, 11/114) der. Böylesi bir olay karşısında Kur’ân’ın sesi ve onun kabul ettiği ölçü budur.

Şimdi, bu kabîl dinî ölçülere göre, günah‑ı sağair dahi sayılmayacak, “Otururken boynunu şöyle eğiyor, ben de fitil oluyorum.” vs. diyerek başkaları aleyhinde konuşan kişilerin, şeytanın ölçüsünü kullandıklarında şüphe olmasa gerek. Evet, bu ve benzeri şeyler, İslâmî nasslarda günah sayılan şeyler arasında yok. O hâlde neyin münakaşasını yapıyoruz?

Bakın ben, farklı ruh hâletine sahip birisi olarak, yıllardan beri bazı meselelerde hep kendimi tadil etmeye çalışmışımdır. Meselâ, objektif olmayan hususî anlayışıma göre ben, Allah’a inanmış bir insanın bedenini düşünmesini çok tuhaf karşılıyor, birkaç saat bile olsa, Allah yolunda hizmeti terk etmesini garip buluyor, Hak yolunda hizmet ederken maaş almanın izahını yapamıyor; hatta alınan o parayı zehir gibi görüyor ve bu hususlarda zayıf olan insanlardan din‑i mübin‑i İslâm’a ne fayda gelir diye düşünüyorum. Ne var ki ben, bu görüşlerimin objektif olmadığını da biliyorum. Buna rağmen şimdi kalksam ve benim görüşlerime uygun hareket etmeyen, benim gibi düşünmeyen insanları ademe mahkûm etsem, herhâlde mahkûm olmadık kimse kalmayacaktır. Bu da benim kendimi yalnızlığa mahkûm etmem anlamına gelir.

Bir de Hazreti Üstad’ın o engin düşüncesine bakın: Hafız Tevfik, herkesin Üstad’dan kaçtığı dönemde ona talebe olup Risaleler’i eliyle istinsah eden şanlı ve devâsâ bir insandır. Nur’un ilk kahramanlarından olan bu zat, ihtimamla fötr giyen birisidir. Aynı zamanda sigara tiryakisidir. Üstad ona, üç‑beş sayfa risale yazdıktan sonra dermiş ki, “Tevfik’im, sen kalk biraz dışarıda dolaş.”[4] Şimdi soruyorum, kaçımız bu ölçüdeki insanlarla birlikte olmaya katlanabiliyor ve onları rantabl olarak değerlendirebiliyoruz? Yine Üstad kendi aralarında fikir münakaşası yapan talebelerini görünce, her şeyi üzerine alır ve “Kabahat bende!”[5] dermiş. Evet, onun hayatı hep bu engin müsamaha anlayışı içinde geçmiştir.

Rica ederim, eğer bizler, aynı topraklar üzerinde birlikte yaşadığımız ve asgarî müştereklerde birleştiğimiz mü’min kardeşlerimizle geçinemezsek, yeni yeni açılmaya başladığımız, ayrı dil, ayrı kültür, ayrı mizaç, ayrı anlayışa sahip başka milletlerle nasıl anlaşacak, nasıl geçineceğiz? Bunlarla aramızda nasıl bir vahdet temin edeceğiz? Allah aşkına, aynı kaynaktan beslenen, aynı terbiyeden geçmiş insanlar eğer uzlaşamıyorsa, koskoca bir dünyaya İslâm’ın vahdet mesajını sunan insanlar, bu mevzuda nasıl başarılı olacaklar ki!

Allah kalblerimizi yumuşatsın. Başta kardeşlerimiz olmak üzere herkesi kabullenmeye muvaffak kılsın. Evet, şu ülkede demokratik bir hava sayesinde, herkesi kendi konumu içinde kabul etmeye mecbur ve mükellefiz. Herkesle iyi geçinmesini ve asgarî müştereklerde birleşmesini öğrenmek ve uygulamak zorundayız. Onun için sizlerden tekrar tekrar rica ediyorum; varsa bir meziyetiniz ya da faziletiniz onu mutlaka davranışlarınızla ifade edin. Sertlik ve huşunet göstererek etrafınızdakilerle aranızı açmayın.. ve kapanması mümkün olmayan çukurlar meydana getirmeyin!.

Hele hayatları boyunca ciddî bir vefa ile, başlarını hep hak ve hakikat kapısının eşiğine koymuş ve oradan bir daha da ayrılmamış insanlar hakkında kat’iyen olumsuz konuşmayın.. mizacı, huyu size uymasa da yine konuşmayın! Ayrıca siz ve biz ölçü değiliz ki!.. Ölçü, Allah ve Resûlü’ne sadakat ise, haklarında konuştuğunuz ve bu davada turnikeye sizden senelerce önce girmiş olan insanlar, kim bilir sizden ne kadar ileridedir! Evet, ben, 30‑40 yıldır hayat çizgilerinde bir arpa boyu bile inhiraf ettiklerine şahit olmadığım insanlar tanıyorum. Değişik türleriyle hizmet dendiğinde her zaman aynı şevk ve heyecanı duyan öyle kişiler biliyorum ki, eğer Allah nezdinde şehadetim bir kıymet ifade edecekse, Allah huzurunda onlar lehinde her zaman şahitlik yapabilirim.

Bu uzun faslı Allah Resûlü ile Zâhir arasında geçen bir hâdise ile bitirelim. Zâhir yüzü çok güzel olmayan, belki sizin yüzüne bakmak istemeyeceğiniz bir insandır. Fakat o, Allah Resûlü’nün çok sevdiği birisidir. Bir gün Nebiler Serveri, Zâ­hir’i arkadan yakalar ve gözlerini kapatır. Zâhir, soluklarından Hazreti Peygamber’i tanıyınca kendini iyice salıverir. O esnada Allah Resûlü bir latîfe yapar, “Bir kölem var. Satın almak isteyen var mı?” der. Zâhir, “Yâ Resûlallah! Şeklime, şemailime bakınca bana kimse kıymet vermez.” der. Buna karşılık Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sen Allah katında çok şey ifade edersin.”[6] buyurur. Evet, kim bilir bizim arkadaşlarımız içinde de Zâhir gibi, dış görünüşü itibarıyla nâhoş, fakat gelecek nesillerin, adlarını bayraklaştıracakları nice insanlar vardır!.

O hâlde “Her geceyi Kadir, her kişiyi Hızır bil.” vecizesinden hareketle, mizaçları bize uymasa da, herkesi kendimizden üstün görmeli, onlarla mutlaka geçinmeli ve kat’iyen aleyhlerinde kelime‑i vâhide konuşmamalıyız.

Başlarınızı ağrıtan sözlerime son verirken, çok eski yıllarda belki de aynı duygu ve düşüncelerin beni esir aldığı bir zaman dilimi içinde, önce “Nerdesin?”[7] sonra da “Gel!”[8] başlıklarını verdiğimiz iki makale kaleme alınmıştı. O makalelelerin tekrar mütalâa ve müzakere edilmesinin faydalı olacağını zannediyorum.

[1] Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.200 (Yirmi Birinci Lem’a).
[2] Bkz.: Furkan sûresi, 25/20; En’âm sûresi, 6/165.
[3] Buhârî, mevâkîtü’s-salât 4, tefsîru sûre (11) 6; Müslim, tevbe 39.
[4] Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman’ı Anlatıyor 3/74.
[5] Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.312 (On Üçüncü Şuâ). s.490 (On Dördüncü Şuâ).
[6] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/161; Abdurrezzak, el-Musannef 10/455.
[7] M. Fethullah Gülen, Çağ ve Nesil s.22-26.
[8] M. Fethullah Gülen, Yitirilmiş Cennete Doğru s.84-88.
Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.