Tenkit ve Tahrip
Tenkit ve tahrip kolaydır; ancak öyle meseleler vardır ki, onların hiç mi hiç tahribe tahammülü yoktur. Meselâ, işleyen bir devlet yapısı bunlardan biridir. Siz kendi kulübeciğinizi yıkıp onun yerine yenisini yapabilirsiniz, ama kalkıp aynı anlayışla, yapacağım diye devleti tahrip ederseniz, arada öyle ciddî boşluklar ve rahneler meydana gelir ki onları bir daha da tamir edip dolduramazsınız. Bir devletin bazı kararları yanlış ve bozuk olabilir, milletin meselelerini dünyaya anlatmada ve dış politikada yetersiz kalabilir. Ancak sizin bu yanlış karar ve politikalar yerine teklif edeceğiniz tutarlı alternatif kararlarınız yoksa ve dış politika adına sunacağınız makul bir teklifiniz, sonra onu sağlam bir zemine oturtma plân ve projeniz mevcut değilse, ulu orta konuşmanız ve onların tahribine teşebbüs etmeniz hainlik olur. Ve bu millete karşı hainlik sayılır.
Ben günümüzdeki, devletin yapısına yönelik bu tür tenkitleri, çeşitli dönemlerde Osmanlı padişahlarına karşı tavır alınıp, onların alaşağı edilmesine benzetiyorum. Hep "Hele bir indirelim, sonra yerine yenisini buluruz." denmiş, devlet tahrip edilmiş, ehil birisi bulunamayınca da, koskoca devlette uzun süre kaoslar yaşanmıştır. Ne acıdır ki bu mantıksızlık ancak Devlet-i Âliye'nin gümbür gümbür yıkılmasıyla idrak edilebilmiştir. Meselâ Rıza Tevfik böyle bir sürece katkıda bulunanlardan biridir. Koskocaman ülke tarumar olup, İngilizler İstanbul'u, Yunanlılar İzmir'i işgal edince ve "el elden üzülüp yâr elden gidince", işte o zaman bir şadırvan başına oturup, âdeta bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamış ve hepimizin bildiği "Sultan Hamid'in Ruhaniyetinden İstimdat" şiirini yazmıştır. Dahası koskoca bir milleti maceraya sürükleyen Talat, Enver, Cemal Paşalar adına da, dile alınmayacak acı sözler sarfetmiştir. Mehmed Âkif gibi Müslüman aydınlarda da aynı şeyi görmek mümkündür. Bu mübarek zevat, devleti idare edenleri sürekli çeşitli sıfatlarla suçlamış; gün gelip devlet yıkılıp her şey hâk ile yeksan olunca da, bu milleti yeniden toparlama, ya da ölümüne mersiyeler dizmeye başlamışlardır. Bu mübarek insanların tam göremedikleri bir şey vardı; o da devletin bölgedeki konumuydu. Evet, Devlet-i Âliye bölgede hatta bütün dünyada bir muvazene unsuru idi. O yıkılınca huzur da kayboldu.
Bir dönemde küheylanını Anadolu'ya süren Alparslan, milleti arkasında toplamayı başarmış; Fatih, milletine ve bölgeye ümit vaad etmiş; Yavuz -cennetmekân- milleti içinde bir birlik remzi olmuş; evet, millet, işte bu insanların arkasında toplanmış; toplanmış da altı asır boyunca bu altın kuşakta kat'iyen kalıcı bir huzursuzluk, anarşi ve kargaşa görülmemiştir. Şimdi de o ulu çınardan doğan şu milletin, kabuğunu yırtıp, yeniden kendi olması ve kendi ayakları üzerinde durması beklenmektedir. Bu da şimdilerde onun yıpratılmamasına bağlıdır.
İşte bu yüzden ben her zaman, devletin bazı yanlışları karşısında, "Hele bir yıkalım, sonra nasıl yapılacaksa yaparız.." mülâhazasının, kocaman Devlet-i Âliye'yi bir macera hesabına yıkanların mülâhazalarından farklı olmadığı şeklinde değerlendirmişimdir. Bizim şimdiye kadar bu yanlış hesapları yapanlarla hiç alâkamız olmadı. Aksine var olduğumuz günden beri, bazen ağlayarak bazen de ümitle gönülleri şahlandırarak, bu milletin kaderi etrafında destanlar söyledik. Ben bu milletin, bir sarsıntı yaşamaması için hep kalbimin korunması gibi bir ihtimam göstermiş ve tehâlükle çırpınmışımdır. Hatta o devlet erkânının, beni Sefiller'deki şaki gibi senelerce köy köy, kasaba kasaba koşturtması, yakın takibe alması ve soluklarımı bile tespit etmeye çalışması, beni hiçbir zaman devletimize karşı bir kötülüğe sevk etmemiştir ve etmeyecektir de...
- tarihinde hazırlandı.