Türbe Ziyareti ve Bir Hakikat
Yaşar Hocaefendi ile aramızda geçen bir hatıradan hareketle küllî bir hakikate küçük bir işarette bulunmak istiyorum:
Bir defasında İstanbul'a gelirken, Hocaefendi bana "Fatih'in türbesini ziyaret et, Fatiha'nı oku ve ardından ona şöyle de: "Mânevî güzellikleriyle koruyamayacağın İstanbul'u ne diye aldın!" Bu hâdisenin üzerinden yıllar geçti. Şimdi düşünüyorum; Yaşar Hoca gibi imanı ölçüsünde aşkı, aşkı ölçüsünde heyecanı olan bir insanın bu sözleri acaba yitirilmiş tarihî bir miras karşısındaki mukaddes hafakanları mıydı? Hoca hangi mülâhaza ile bana böyle bir teklifte bulunmuştu bilemem. Tabiî benim ruhum bu sözü söylemeye müsait miydi, o da ayrı bir konu... Ben Fatih'in kabrinin başında durdum, tazim ve tebcil içinde dualarımı okudum ve sonra hocanın dediği şeyleri söyledim. Ama çok duygulandım, kendimden geçtim ve hıçkırıklara boğuldum. Hem öyle bir boğuldum ki o andaki hislerimi kat'iyen ifade edemem.
Bana göre bizim, Osmanlı'nın mirasının koruyamadığımız ve onlara lâyık bir mirasçı olamadığımız muhakkak. Yalnız bu durum bizim, Osmanlı'ya hakaret etmemizi, padişah türbeleri başında bu ve benzeri sözler söylememizi de gerektirmez. Burada ille de bir suçlu aranacaksa, hiç şüphesiz o suçlu bizleriz. Öyleyse her zaman cedlerimizi ziyaret etmeli, onlara dualar okumalı ve kat'iyen saygısızlıkta bulunmamalıyız. Hele cihanı idare etmiş o sultanların huzuruna mutlaka tazim, tekrim ve tebcille gidilmeli ve Kur'ân'lar okunmalıdır. Fakir, türbeyi her terk edişimde, sanki Kâbe'den ayrılıyor gibi geri geri çıkmış ve saygısızlık yapmamaya çalışmışımdır.
Şimdi de fırsat buldukça aynı şekilde ziyaretlerde bulunmayı düşünürüm. Ruhuma o insanlar hiç ölmemiş de mezarlarında dipdiri ve bizi gözlüyor gibi geliyor. Vicdanlarımız sanki onların diri olduğuna dair bir şeyler fısıldıyor kulaklarımıza, kalblerimize, ruhlarımıza.
Bazıları bu hususları farklı şekillerde değerlendirebilir, kabul etmeyebilir, hatta bu yüzden beni tenkit de edebilir. Ama bana göre insan, düşünceleriyle, mülâhazalarıyla, niyetleriyle ve niyetlerindeki enginlikleriyle insandır. İnsan, cismaniyete ait duyguları sadece o kafes içine hapsettiği zaman, insanî yolu, insanî yaşayışı ve insanî ufku daraltmış sayılır. Oysaki mahiyet-i insaniye, meleklerden de ulvîdir. Öyle olmasaydı Allah, meleklerden sonra Âdem'i yaratır mıydı? Melekler potansiyel olarak Âdem'le ifade edilecek mânâ, muhteva ve memuriyet ruhunu haiz idiler ama, onu âlem-i şehadette sergileyecek istidatta değillerdi. Onun için Allah Hz. Âdem'i yani insanı yarattı. Evet, insanın yürüdüğü yolda veya yolun sonunda "esfel-i safilîn" de var, "âlâ-yı illiyyîn" de. Cibril'in ulaşamadığı ufuklara ulaşmak da var, şeytanı şeytanlıkta geride bırakmak da.
Evet, melekler bu enginliği ihraz edememişlerdir. Bazı hususî faziletlerde onlar insanın önünde olsalar da, hususî açıdan "Mercuh râcihe tereccüh edebilir." kaidesi itibarıyla, insan meleklerin önündedir. Buna göre başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve altın silsile içinde daha niceleri seyr u sülûk-i ruhanîde meleklerin mukarreb olmayanlarını geçmişlerdir.
Hâsılı; insan, mülâhazalarının enginliği, niyetinin derinliği ile insandır. Dar yaşayan, dar gören, dar düşünen ve cismaniyetin eteğine takılıp kalarak beden endeksli hayat yaşayanlar, gerçek insanî mânâ ve muhtevayı kavrayamazlar. Dilerim Rabbim, çağın nuranîleri içinde yer alan herkesi böylesi mazhariyetlerden mahrum bırakmaz...
- tarihinde hazırlandı.