Vefa
İnsana ancak iman soluk aldırtabilir. Benim çok farklı bir vefa hissiyatım var. Bu, başkalarına tuhaf gelebilir ama, benim için gayet tabiîdir. Meselâ birisi kalkıp benden elbiselerimi istese, hemen çıkarır veririm, hatta canımı dahi verebilirim. Ama kahve içtiğim bir fincan kırılınca sanki kafamın bir tarafı kırılmış gibi olur ve fevkalâde üzülürüm. Bana bu esnada deseler ki, "Bunların kırılması mukadderdi. Bu kadar teessüre gerek yok"; ben de, "Aman benim yanımda kırılmasın da, nerede kırılırsa kırılsın" derim.
Keza üzerinde notlarım bulunan bir kâğıdı atarken, aman saygısız davrandım, bu kâğıt çok işe yaramıştı der ve üzülürüm. Bu sebepledir ki, uzun zaman not aldığım kâğıtları bir yere istif edip biriktiriyorum. Onları çöp kutusuna yırtıp atmak ağır geliyor bana. Ama o kadar işe yaramaz kâğıdı korumak da zordu. Şimdi bir değirmen buldum, onları değirmene atıp öğütüyorum, sonra da ebediyete mazhar olsun diye parçalarını bir yere gömüyorum.
Ayrıca sonbaharda sararıp solan yaprakların dallarından kopup düşmeleri karşısında içim hep kan ağlar ve ancak her şeyin yeniden dirilişlerini tahayyülle kendimi teskin etmeye çalışırım. Aynı şekilde başımda gölge edip salınan bir ağacın dalını, ters bir hareketimle kırsam, öyle müteessir olurum ki, kendi kendime o ağacın da yaşama hakkı vardı; bunu nasıl yaptın derim.
Üstad da Barla'da, Ankara davasının çok ağır, çok şiddetli geçtiği bir dönemde, dağın başında o kurumuş ağacın dibinde otururken, "Bana deseler ki, Ankara'da sizi beraat ettireceğim, fakat şu ağacı kesmek istiyoruz. Ben beraat istemiyorum, yeter ki ağacıma dokunmasınlar derim." şeklinde düşünür. Biri kuru bir ağaç, öbürü de hayatını vakfettiği davası!.. Yine bir defasında yemek yediği tahta kaşığı kırılınca, onu çiviyle raptederler. Sonra birisi, onu atıp yerine bir başka kaşık koyar. Eski kaşığını göremeyince, "Nerede benim 30 senelik kaşığım?" der ve rahatsızlık izhar eder. Kaşığı bulup getirirler, o da sakinleşir.
Benim gelmek istediğim asıl nokta şudur; bu bizim mini bir şefkat ve alâkamızdır ki, Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve şefkatinin binde biri bile değildir. Bunun, binde dokuz yüz doksan dokuzu, kendi katında olan O yüce Allah, var edip yarattığı ve diğer bütün canlılardan üstün kıldığı insanları hiç zayi eder mi? Hiç onların amellerini, güzel söz ve davranışlarını boşa çıkarır mı? Aslında insan, etrafında neye bakarsa baksın, zannediyorum hepsinde "Allah sana ne küstü, ne darıldı ne de yalnız bıraktı!" (Duhâ sûresi, 93/3) sırrını görür. Zaten Cenâb-ı Hak, çürüttüğü şeylere bile, yeni bekâ yolları açmıyor mu? Dâne başağa, tohum ağaca, sperm insana yürümüyor mu?
Öyle ise, insan da toprağın altından ebediyete yürüyor demektir. Şayet İslâm olmasaydı insan, bunları bu ölçüde duyup değerlendiremez, duyguda istikameti yakalayamaz ve bu türlü engince teessürlerin ızdırabı altında mahvolur giderdi. Evet insana ancak iman soluk aldırtabilir ve bir yerde bunalıp gırtlağı sıkıldığı anda, "Allah bes, bâki heves" diyerek, imanın güç ve zenginliğiyle ferahlayabilir.
- tarihinde hazırlandı.