Cihad Mü'minin Her An Bütünleştiği Bir Ameldir
Maddî ve manevî cihad, İslâmî hayatın en büyük müeyyidi ve müeyyidesidir. Müminlerin hayatında cihad ruhu söndüğü zaman, yavaş yavaş iman ve İslâm aşkı da söner. Etraflarını çepeçevre fitne kıvılcımları, hatta fitne alevleri sarar; fitneler de hep fitne doğurur ve neticede evleri, sokakları, çarşı ve pazarları hep birer mel’anet yuvası haline gelir de, artık onlar bu korkunç hadiseler karşısında bile en ufak bir reaksiyon gösterme gayreti taşımazlar.
Ayrıca, kalplerden cihad arzu ve iştiyakının silinmesi nisbetinde vahyin bereketi, ilahî maksadı anlama aşk ve şevki de kaybolur gider. Çünkü, kalpler artık ilham-ı ilahî’nin indiği yerler olmaktan çıkmış, dolayısıyla kişiler de ilahî esrardan nasipsiz hale gelmişlerdir. Böylelerinin geceleri de karanlıktır, gündüzleri de. Zira Allah, sadece cihad vazifesini omuzlayıp, yüce adını azametine uygun olarak yükseltme işini deruhte edenlerin kalplerine tecelli buyurur ve onların içinde yaşadıkları cemiyeti harabeye çevirmez. Evet, ferdin, ailenin ve topyekün bir cemaatin ma’mure olması, Allah’ın yüce adının ufkumuzda şehbal açması istikametinde gösterilecek gayretlere bağlıdır. Müminler bu mevzuda bir gayret ortaya koyabiliyor ve köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Hakk’ı anlatıyorlarsa, Allah o toplumu her bakımdan ihya edecek demektir. Eğer bir cemaat de bu ruh ve bu aşkdan mahrum ise, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün cemiyetleri mutlaka başlarına yıkılacak ve kendileri de bu yıkıntının altında kalacaklardır. Tarih, nice azizlerin zelil; payidarların da payimal oluşlarına şahidlik etmektedir. Bir zaman krallara taç giydirenler, zaman gelmiş el ayak öpecek duruma düşmüşlerdir. Biz bugün onların arkalarından
كَمْ تَرَكُوا مِنْ جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ * وَزُرُوعٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ * وَنَعْمَةٍ كَانُوا فِيهَا فَاكِهِينَ *
"Onlar arkada nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel konaklar, zevk ve sefasını sürdükleri nice nimetler bırakmışlardır" (Duhan, 44/25-27) ayetini okuyoruz. Bir gün gelir, bizim için de (Allah korusun) aynı şeyi söylerler. Emevi’nin Abbasi’nin, Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın ruhlarına Fatiha çekildi. İslâm âleminin Anadolu sînesindeki son karakolu olan Türkün de "ruhuna Fatiha" dedirtmek ve bir mezar haline gelmek istemiyorsak, mezarlara has keyfiyetten uzaklaşarak insana yakışır bir canlılık içinde olmak mecburiyetindeyiz. Bizler Allah’ın dinini büyük gördüğümüz ölçüde büyüyecek, Allah’ın yüce adının kalplerimizdeki büyüklüğü nisbetinde Allah nazarında kıymetleneceğiz. Aksi durumda, onu hafife aldığımız, anlatma vazifesini ihmal ettiğimiz ve bu mevzuda misyonumuzu eda etmediğimiz nisbette de nazar-ı İlâhi’de küçülecek ve yıkılıp gideceğiz.
Aziz olmayı arzu ediyorsanız mutlaka Hz. Allah’a kalplerinizde en mûtena yeri ayırın ve O’nu hayatınıza gaye yapın, O’nun hedeflenmediği hayatı düşlerinizden bile söküp atın. "Rabbimi sevemeyeceğim, O’nu anlatamayacağım, O’nun emirlerini hayata hayat yapamayacağım bir dünya benim için kabirden daha karanlık olduğundan, öyle bir dünyada yaşamaktansa, ahiretin koridoru olan kabre girmeyi tercih ederim. Rabbimin, kalbimi yıkayan tecellilerine açık olmayan bir gönül taşımaktansa, ölmek benim için daha iyidir" deyin ve bu duyguyu, bu düşünceyi bütün milletimizin gönlünde ihya edebilmek için çalışın ve herşeyi ile yıkılmış içtimaî bünyeyi onarıp ayağa kaldırın ki, Allah da sizi sürüm sürüm olmaktan kurtarsın.
Mümin, dünya-ahiret muvazenesi adına neyi, nasıl tercih etmesi gerektiğini bilen ve dünyanın fâni, zâil umûru karşısında ahiretin ağırlığını vicdanında hisseden insandır. O, her zaman Hz. Allah (c.c)’la dünya arasındaki tercihinde, reyini nereye kullanacağının şuurundadır. Evet o, kurduğu bu muvazene ile hiçbir zaman bâki ve sermedî şeyleri, fâni şeyler karşılığında feda etmez; etmez ve dünyaya dünya, ukbaya da ukba kadar ehemmiyet verir; böylece, kendinden evvelki bazı dinlerin düştüğü ifrat ve tefritlere düşmez.
Mümin için, dünya işleri karşısında zillet göstermek, ileride zillete maruz kalmanın ilk basamağıdır. Dünyayı gaye edinenler, neticede, ahireti kaybettikten sonra dünyayı da elde edemezler. Ölümden korkan, yaşama zevkini de yitirir. Cephede, düşman karşısında paniğe kapılıp, hayat endişesi ve yaşama tutkusuyla çareyi kaçmakta bulan kimseler, hayatı da, yaşamayı da kaybetmeye mahkûm olurlar. Dünya ve dünyaya ait şeyleri kaybederim endişesiyle kulübeciğine çekilerek, mukaddes cihadı terkedenler, neticede ellerindeki o kulübecikten de olurlar. Dûn-himmet olanlar, bir gün herşeylerini kaybeder ve başaşağı yuvarlanıp giderler. Himmetini âli tutarak, yıldızlarla umranlar kurmayı düşleyenler ise, dünyayı iki hükümdara az görür, ömür boyu cihan hakimiyeti hülyalarıyla yaşarlar.
Ölümü hayata tercih edenler ölümsüzlüğün sırrını keşfetmiş ve ebedî yaşama yolunu bulmuşlardır. Dünyanın maddî cazibesi ve güzelliği karşısında, ben dünyamı koruyacağım diye ona dört elle sarılıp, emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münkeri terk ve bu mevzudaki çalışmaları ihmal edenlere gelince, böyleleri kendileriyle beraber bütün bir milleti çürümeye terketmiş ve yetişen nesilleri de sahipsiz bırakmış sayılırlar.
Bu gailelerin bertaraf edilmesi müminin cihadına bağlıdır. Sokaklar, müminin cihadıyla ışığa erer ve aydınlanır. Dünyayı kana boğan anarşi, ancak müminin cihadıyla aşılabilir. İnsanlığın huzuru, mutluluğu müminin cihadıyla yeryüzüne iner. İşte mümin böyle ulvî bir gaye ve ideal uğruna hep yollarda olan insandır. Belki gayesine ulaşacak, belki de ulaşamayacaktır ama, her iki halde de, Cenab-ı Hakk’ın rahmeti onu kucaklayacak ve o dâvâ uğrunda ölmüş kutlularla ve de rahmetin eteklerinden tutunmuşlarla beraber haşrolacaktır.
Şu gerçek asla unutulmamalıdır; mühim olan neticeye ulaşmak değil hak yolda bulunmaktır. Zaten, herkesin aynı ölçüde hedefe ulaşması da söz konusu olamaz. Ne ki herkes, hedefe varma duygu ve düşüncesiyle hareket etmelidir. Bu yolla Allah’ın rızasını tahsile ulaşma ise, Cenâb-ı Hakk kime takdir etmişse ancak ona müyesser olur.
Osman Gazi, Söğüt’te, dala tutunup, kelebek olmak devresini bekleyen bir kurtçuk heyecanıyla, içinde yaşattığı ümniye ve idealleriyle yıllarca çırpındı durdu. Ancak onun, senelerce sancısını çektiği o yüksek ideal, Yavuz’la, Kanuni’yle tahakkuk etti. Fakat her iki devre arasında atılan adımlar, esasen elde edilen netice kadar mühimdi ve Allah katında aynı değer ve kıymete sahipti. Hepsinin yaptığı da, mukaddes cihaddı ve bu cihada katılanların hemen hepsi mücahid defterine yazılıyordu. Evet, ata binen, atını tımar eden, sadağa bağlayıp, yayını, okunu sırtlayan, diyar-ı küfre Müslümanlığı duyurmak gayesiyle şedd-i rihâl eden herkes, mücahidler listesine kaydolur. Onlarla, Mercidabık ve Ridaniye Ovası’nda savaş veren hükümdar arasında ve yine onlarla bütün Afrika’yı, sıcak denizi, soğuk denizi hakimiyeti altına alıp, yeryüzünde muvazene unsuru olan ve turra basıp, hüküm kesen cihan hükümdarı arasında fark yoktu. Çünkü hepsi de aynı hakikat istikametinde hareket ediyorlardı.
Muhabbet fedailerinin vadettikleri dünya, bütün insanlığa huzur ve sulh getirecek, teminatın kaynağı, esası ve mesnedi olacaktır. Böyle bir dünya kurma yolunda atılan her adım mukaddes ve gösterilen en küçük gayret dahi Hakk katında mübecceldir. Eğer atacak bir adımınız varsa, tek soluğunuzu dahi heba etmeden, bu mevzuda size düşen vazifeyi yapma istikametinde atın. Allah’a giden yolda meleklerle yarışın ki, Allah da sizi aziz etsin, kendi katına yükseltsin. Yarışı tamamlayamadan ölseniz bile ipi göğüslemiş muamelesi görecek ve gayretinizin en küçüğü dahi heba olmayacaktır.
Bu hakikati Kur’ân bize şöyle anlatıyor:
وَمَنْ يُهَاجِرْ فِي سَبِيلِ اللهِ يَجِدْ فِي الأَرْضِ مُرَاغَمًا كَثِيرًا وَسَعَةً وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِهِ مُهَاجِرًا إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلَى اللهِ وَكَانَ اللهُ غَفُورًا رَحِيماً
"Kim Allah yolunda hicrete çıkarsa, yeryüzünde gidecek çok yer ve rızıkta genişlik bulur. Evinden, Allah’a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah’a düşer. Allah Gafur ve Rahimdir." (Nisâ, 4/100)
Ayetin nüzul sebebini anlatmak meseleyi izah bakımından faydalı olur kanaatindeyim:
Kalplerin Allah’a ve O’na imâna muhtaç olduğu o günlerde herkes, bu âb-ı hayat ve bu şerbetin menbaı olan Medine’ye doğru akıp akıp geliyordu. Nice geda, Medine’ye, Hz. Muhammed (s.a.v)’e doğru azm-i rah etmiş, buzdan dağlar çözülmeye yüz tutmuş ve bu istikamette çığlar meydana gelmişti. Kalpler bir bir erimiş ve düşmanlar, dost oluvermişti... Cündüp b. Damre de eriyenlerdendi. "Ben de artık Medine’ye gitmeliyim", demiş ve bir kama gibi küfrü yararak dışarı çıkmıştı. Uzaktan uzağa Medine’den gelen esintiler yüzüne çarparken, bir hastalık kendisini kıskıvrak yakaladı. Daha ileriye gidemedi. Sonra vefat edeceğini anlayınca, ciddi bir teessür ve tahassür içinde iki elini birden kaldırdı: "Ey Rabbim! Bunlardan birini kendi elin, diğerini de Peygamberinin eli kabul eyle. Ben bu iki elimi yan yana getiriyor ve Hz. Muhammed (s.a.v) Sana ne üzere biat etmişse, ben de Sana aynısıyla biat ediyorum" dedi ve vefat etti. Durumu, gelip Efendimize naklettiler. Sahabe, "Cündüp muhacir olamadı, hicretin sevabını alamadı" diyordu.[1] İşte yukarıda kaydettiğimiz ayet bu vesileyle nazil oldu. Ayet, Cündüb’ün muhacirînden olduğunu müjdeliyordu. Evinden Allah ve Rasulullah aşkıyla çıkan, yol meşakkatine katlanan ve sonra hastalık tarafından kıskıvrak yakalanan, vefat ederken de vasıl olamamanın teessürünü vicdanında taşıyan Cündüp b. Damre, aynen diğer muhacirler gibi hicret sevabını elde etmişti. Doğrunun yolunda olmak da doğruluktur. Doğruya götürücü yollar bizzat kendileri de mukaddestir. Herkes Kâbe’ye varamayabilir, etrafında tavaf edemeyebilir, Hacerü’l-Esved’e yüz süremeyebilir ve Arafat’ta günahlardan arınma imkânını bulamayabilir ama bir insan, bu yola girme ve bu işleri yapma aşkını taşıyorsa ve bunun dertlisiyse, Rahmaniyet ve Rahimiyeti sonsuz olan Allah (c.c), böyle iştiyaklı bir gönlü müştak olduğu şeylerle doyuracak ve onu mahrum bırakmayacaktır.
Allah yolunda yapılan işlerin küçüğü, büyüğü farksızdır. Binaenaleyh, "İyiliği emredip fenalıktan alıkoyma gibi bir iş, bir aksiyonda bulunamam, irşad ve tebliğde anlatılan meseleleri anlatamam, ciddi mâlî yükler altına giremem, bu işin altından kalkamam" gibi mazeret ileri sürenler bilsinler ki, bir kaşıkla da olsa bu örfaneye iştirak eden insan, hiç farkına varmadan belki deryalarla, ummanlarla iştirak etmiş gibi sevap kazanacaktır.
Evet, Hakk’ın rızası istikametinde amelin küçüğüne-büyüğüne bakılmaz. Belki o istikamette zerre, batmanlara racih gelir. Bazen o yolda atılan bir adım, insana öyle yümün ve bereket getirir ki insan onunla ebedî hayatını mamur eder. Onun için halis bir niyetle siz kendinizi Allah yoluna veriniz. Elinizden geleni kullanınız. Allah’ın inayeti mutlaka sizinle beraberdir; bunda şüpheniz olmasın.
[1] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-⁄âbe, 1/359-360; Suyûtî, Dürrü’l-Mensûr, 2/650-654
- tarihinde hazırlandı.