Kur'ân-ı Kerim ve İlmî Hakikatler
İlim, tecrübe ve deneyler neticesi kesinlik kazanan meseleleri kendine izafe ile 'ilmî' kabul ederken, kesinlik kazanmayanlara sadece birer teori ve tahmin nazarıyla bakar.
İlim, geleceğe ait fikir yürütmez. Sadece neticeyi söyler. Realite plânında durum bu olmakla beraber, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), fevkalâdeden ve bir mucize eseri olarak bazı ilmî tespitleri asırlarca evvelinden haber vermiş ve verdiği haberler aynen gerçekleşmiştir. Veya o gün söylediği bazı hususları bugün ilim ancak keşfedip anlayabilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de de bu mevzuyla alâkalı birçok âyet vardır. İster peygamberlere ait mucizeleri misal getirmekle, isterse teşbih, temsil ve işaret yollarından birini kullanmakla olsun, Kur'ân, gelecekte varılacak merhaleyi çok önceden söylemiş ve bununla mucizevî yönlerine bir başkasını daha ekleyerek, Kelâmullah olduğunu bir diğer vecihten daha ispat etmiştir. Zira muhit bir ilme sahip olmayan birinin çok çeşitli ilmî meselelerin asırlar sonra kazanacağı merhalelere asırlar öncesinden işarette bulunması, hatta sarihe yakın bir üslûpla onlardan bahsetmesi mümkün değildir. Hâlbuki Kur'ân, bunu yapmaktadır; öyleyse O, Kelâm-ı İlâhî'dir.
A. Kur'ân'da ne, ne kadar ve ne ölçüde bulunur?
1. Kâinatı ve insanı anlatan bir kitap olarak her şeyi beyan eden Kur'ân'da hiçbir şey eksik bırakılmamış, yaş, kuru her şey, münderecatına dahil edilmiştir.[1] İbn Mesud, "Kur'ân'da her şeye ait ilim indirilmiş ve her şey beyan edilmişse de, bizim ilmimiz ondaki her şeyi anlamaya yetmez."[2] derken, İbn Abbas, "Devemin ipi kaybolsa, onu herhâlde Allah'ın Kitabı'nda bulurum."[3] demekte, Süyûtî ise, Kur'ân'da bütün ilimlerin yer aldığını ifade etmektedir.[4]
Son Nebi'yle kemale erdirilmiş mükemmel din İslâm'ın Kitab'ı ve dolayısıyla cihanşümul olması hasebiyle Kur'ân, bütün zaman ve mekânlara aittir. O, müfessirinden fakihine, sosyoloğundan psikoloğuna, mutasavvıfından filozofuna, fizikçisinden kimyacısına, herkese, her asırda ve her tabaka ve seviyede ders verir; Kur'ân'ı, onda kendini arayarak okuyan insan, "Kur'ân bana hitap ediyor, bana beni anlatıyor." der. Bir de onu gırtlağından aşağı indirerek okuyabilirse, işte o zaman başına gelmiş, gelecek her şeyi, hayatındaki zikzaklarını, karanlık, aydınlık bütün hâllerini ve hastalıklarını onda keşfeder ve dertlerine deva, hastalıklarına şifa olacak ilaçları da yine onun eczanesinden alabilir.
Kur'ân'da nefis terbiyesi, ruh ve kalb temizliği, vicdan muhasebesi, aile idaresi, çocuk terbiyesi, içtimaî münasebetler, âdâb-ı muaşeret kaideleri, ahlâkî meseleler, hukuk, iktisat, muamelât, kâinatta cari kanunlar, ilim ve fenlerin esasları, medeniyet harikalarının fihristesi ve daha neler neler vardır.
2. Kur'ân'da mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymetine göre her şey vardır.
- Evet, Kur'ân'da her şey vardır; fakat çapına, azametine, önemine, mahiyet ve kıymetine göre vardır. Nedir en önemli mesele?
Tevhid, nübüvvet, haşir, kulluk, ebedî saadeti kazanma, azaptan korunma... Bunlardan başka, Allah'ın kâinattaki icraatı, sanatlarının teşhiri, sıfât ve esmâsının tecellîleri, sistem ve kürelerin muhteşem bir nizam ve âhenk içinde bunu ifade etmesi...
Bütün bunlar, en ince ayrıntılarına kadar açık seçik anlatılmış; ayrıca, belli devrelerde ortaya çıkacak ilmî gelişmeler ve teknik buluşlar da, ehemmiyet ve kıymetlerine göre açıkça olmasa da, ya işareten veya remzen Kur'ân'da yerlerini almışlardır. Neden açıkça değil?
Şundan ki, meselâ, beşerin pek mühim gördüğü elektrik, tayyare ve füze gibi vasıtalar: "Biz neden Kur'ân'da sarahaten geçmiyoruz?" diye soracak olurlarsa, karşılarına hemen Güneş, Ay ve yıldızlar, galaksi ve kuasarlar çıkıp: "Haddinizi bilin, bir sinek kanadı bile sizden çok daha mühim, çok daha sanatlı ve çok daha harikadır. Öyleyse, protokoldeki yerinizi karıştırmayın; siz ancak çapınız ölçüsünde Kur'ân'da yer alabilirsiniz." der ve onları susturur.[5]
- Kur'ân'da her şey vardır fakat muhtelif derecelerde ve çeşitli hüviyetlerde içtimaî düsturlar ve içtimaî ve kevnî kanunlar hâlinde vardır. Çok şey de, insanların çalışmasına ve gayretine terettüp eden nüve, çekirdek ve tohumlar hâlinde bulunur.
Deylemî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Muhakkak her âyetin zâhiri, bâtını, bir haddi ve müttala'ı (yani açık ve işaret yollu mânâları, ayrıca da muttalî olunan ve anlaşılabilen bir haddi); bundan başka, her biri için de dallar ve budaklar (ve fünuna ait mânâlar) vardır."[6] buyurmaktadır.
- Kur'ân'da her şey vardır ama herkes her şeyi onda olduğu gibi göremez. Gazzâlî'nin İhya'sında işaret ettiği gibi, Kur'ân-ı Kerim'in sarîh ve zâhirî mânâlarını havas gibi avam da anlayabilir; bâtınî ve gizli mânâlar ise müdakkik ve mütefekkir ilim erbabına mahsustur. Kur'ân'ın "İlim'de kök salıp, derinleşenler."[7] diye tavsif ettiği gavvaslar, o ummana dalıp inci, mercan çıkarırlar. Ama herkes o ummana dalamaz; herkes ondaki cevheri görüp takdir edemez. Antika bir eşyaya demirciler çarşısında ancak ağırlığı kadar kıymet verirler; fakat antikacının yanında paha biçilmez bir değeri vardır onun. Demek ki, Kur'ân'da çok şey, ancak çalışma, tefekkür ve ilhamla erbabının anlayabileceği nişanlar, işaretler, alâmetler ve ipuçları hâlinde bulunmaktadır.
- Kur'ân'da her şey vardır ama kendi zatında gaye ve hedef olarak değil, Sâni'in mârifet ve azameti namına vardır. Bir yazıda 'a' harfi, kendinden çok, yazanın sanat ve kabiliyetini gösterdiği gibi, Kur'ân âyetleri de, Allah'ı tanıma ve bulmada birer mukaddime ve delil yapılsın, tefekkür ve teemmülle ibret alınsın diye vardır. Zira Kur'ân'ın asıl ve en birinci vazifesi, insana hem kendi, hem de kâinatın sahibi olan Zât'ı tanıtmak, kulluk dairesindeki vazifelerini talim etmek, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatını tanzim etmek, ebedî saadeti kazanmasına vesile olmak ve topyekün bir hayatı ve insanlığı kucaklamaktır. Eğer böyle olmayıp da, Kur'ân, yirminci asrın tabusu hâline gelmiş bir kısım medeniyet harikalarından ve ilmî gelişmelerden açıkça ve tafsilatıyla bahsetseydi, o zaman pek ehemmiyetli gayelerin söz konusu edilme hakkı ortadan kalkacak ve dünyanın halifesi ve en mükerrem varlığı insan ihmal edilmiş olacaktı. Bu ise, Kur'ân'ın asıl maksadına ve ruhuna tamamiyle zıt bir keyfiyet olurdu.
Allah, Kur'ân'a kâinat kitabını tercüme ettirmektedir. Dolayısıyla, en mükerrem varlık olarak kâinata gerçek mânâsını kazandıran insanla alâkalı meseleler ve ilmî hakikatler de ihmal edilmeyip, önem ve mahiyetlerine göre elbette Kur'ân'da yerlerini alacaklardır. Kur'ân bir fizik, astronomi veya tıp kitabı olmamakla birlikte, bu ilimlere ait meseleler ve kıyamete kadar ilimler adına yapılacak tespit, teşhis ve keşifler ve insan hayatıyla çok yakın münasebeti bulunan teknik vasıtalar da çaplarına göre çeşitli hüviyet ve mahiyetlerde, bazen bir çekirdek, bazen işaret, bazen fezleke, bazen remz, bazen de formüle edilmiş kanun ve prensipler hâlinde onun sayfaları arasında kendilerine yer bulacaklardır.
Kur'ân, kıyamete kadar insanların münasebetdar olacağı ilimlerin hiçbirini ihmal etmeden her sahada işaret taşlarını koyarak nihaî sözü söylemiş ve insanların ulaşacakları zirvelere bayrağını dikerek, kendisine akıl, idrak ve düşünce bahşedilen insanı bu sahalarda araştırma ve çalışma yapmaya teşvik etmiştir.
B. Kur'ân-ı Kerim'in bütün ilimlerden açıkça bahsetmemesinin sebepleri nelerdir?
1. Eğer Kur'ân-ı Kerim, bütün ilimlerden açıkça bahsetmiş olsaydı, bu onun Allah kelâmı olduğuna daha açık bir delil teşkil ederdi, diye düşünülüyorsa, bu yanlıştır. Çünkü her şeyden önce Kur'ân, modern ilimler kitabı olmadığı gibi, yukarıda temas ettiğimiz üzere takip ettiği esas mevzu da, dünya ve bilhassa ahiret saadetini kazandıracak şekilde topyekün insan hayatıdır. İlimlerin her zaman ve mekânda, her şart ve seviyedeki dünkü ve bugünkü insanın hayatında, bu hedef ve mevzu noktasından yeri nedir ki, Kur'ân, sayfalarını mufassalan onlara ayırsın?
Ayrıca, ilimlerin tafsîlî bahsi, Kur'ân gibi bir kitabın îcazına da ters düşerdi. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı Kerim'de mârifet-i ilâhiye, tevhid, nübüvvet, haşir ve ibadet gibi temel maksatlar çerçevesinde çok özlü ve îcazlı biçimde temas veya işaret ediliveren dünyanın yuvarlaklığı ve dönmesi, kutupların basıklığı, insanın yaratılışı ve ceninin anne karnında geçirdiği safhalar, atomlar ve parmak izleri, yağmurun teşekkülü, bulutların aşılanması ve ses ve görüntü nakli gibi pek çok ilmî ve teknik bahis, onun i'caz ve îcaz yönü kesintiye uğramadan ve yeterince yer almıştır.
Bu yönüyle de o, İlâhî Kelâm olduğunu ilan ve ispat etmektedir.
2. İlimler, tıpkı insanlar gibi doğuş, bebeklik, emekleme, çocukluk, delikanlılık ve olgunluk devirlerini yaşarlar. Önce nazariyeler ortaya atılır; sonra da üzerlerinde yapılan deney, tecrübe ve gözlemlere dayalı çalışmalardan ve muhakeme ve mukayeselerden sonra bu nazariyeler, ya çürütülür ya da o zamanki bilgi ve gelişmeler çerçevesinde doğru kabul edilirler. Çok zaman bu doğru kabul ediş bile, belli bir zaman dilimiyle sınırlı kalmaya mahkûm olup, daha sonraki araştırma ve gelişmeler, o doğruları da yalanlar ve neticede ortaya yeni doğrular çıkar. Bu doğruların da zamanla yalanlandığı ve yerlerini yeni doğruların aldığı çok zaman vâkidir. -Gerçi, 'çekim kanunu' gibi değişmeyen kanunlar da vardır; fakat bunlar, sayıca çok az olup, ilimler devamlı gelişmekte ve ilmî doğrular, zamanla doğruluklarını kaybetmektedirler.- Meselâ, bir zaman Newton fiziği, bir zaman da Einstein fiziği doğru kabul edilmiş, bir zaman ikisi de bir arada doğru gibi görülmüş, bugün ise Einstein fiziğinin de yanlışlar ihtiva ettiği ortaya çıkmıştır. Yarının neler getireceğini ise şimdilik bilemiyoruz. Aynı vâkıa, kimyada da, biyolojide de, astronomide de bahis mevzuudur. Bu durumda Kur'ân'dan, ilimlerin hangi devrinden bahsetmesini isteyeceğiz?
3. "Herhangi bir asrın, diyelim ki yirminci asrın insanına o asırdaki gelişmelerden bahsetseydi." denilecek olursa, o zaman da şu meseleler ortaya çıkacaktır:
- Kur'ân, belli bir devrin değil, bütün zaman ve mekânların ve bütün insanlığın Kitabı'dır; hatta insanlarla beraber cinlerin de kitabıdır.
- Sadece belli bir asrın insanını memnun etmek, Kur'ân'ın cihanşümullüğüne ve ana maksatlarına ters düşer.
- İlimlerin bu asırda ulaştığı noktadan bahsedildiğinde, dünün insanı bundan ne anlayacaktır? Batı'da dünyanın döndüğünü söylemenin bile insanları zindanlara ve giyotinlere götürdüğü bir asırda bugünkü ilmî seviye ve gelişmelerle, teknik vasıtalardan bahsetmek, o asır insanını inkâra, taaccübe ve çok yanlış değerlendirmelere sevketmek demek olmaz mı? Yalnızca bugüne hitap eden bir kitab, önceki asırlar için nasıl muğlaklık, müphemlik ve anlaşılmazlıktan kurtulabilir?
- Yirmibirinci ve yirmiikinci asırların yepyeni ilmî ve teknik gelişmeleri karşısında, o asırların insanları, Kur'ân'a 'yirminci asrın modası geçmiş kitabı' gözüyle bakmayacaklar mıdır?
- Bugün doğru kabul edilen pek çok ilmî 'faraziye'nin bir gün gelip de yanlış tarafları ortaya çıktığında Kur'ân, yanlışlar ihtiva eden bir kitap durumuna düşmüş olmaz mı? Yanlışlarla dolu bir kitabın İlâhî Kitap olduğunu kim kabul eder?
Kur'ân, bütün zaman ve mekânlara ve her seviye ve şarttaki bütün insanlara hitap etmektedir; dolayısıyla dili, üslûbu ve ele alıp ihtiva ettiği mesele ve mevzular da şüphesiz buna göre olacaktır.
4. Kitaplığınızdaki kaç kitabı okur veya bir kitabı kaç defa usanıp bıkmadan okuyabilirsiniz? Ayrıca, dünyada ilmin çeşitli sahalarında yazılmış kaç kitap vardır, hiç düşündünüz mü? Kur'ân, ilimlerden mufassalan bahsetmiş olsaydı, acaba ortaya kaç kütüphaneyi dolduracak kadar kitap çıkar, çokları için sıkıcı gelecek bunca kitabı kim usanmadan okur ve bu kadar kitap ya da bu kadar ciltlik bir kitap, insanlar için nasıl hidayet ve dünya-ahiret saadeti kaynağı olabilirdi?
5. Kendisine akıl, idrak, düşünme, muhakeme, araştırma istek ve kabiliyeti, merak ve ihtiyaç duygusu gibi alabildiğine kompleks ve kullanılmak ve geliştirilmek isteyen nice meleke ve duygular verilen ve dünya hayatında imtihana tâbi tutulan insana ilimler adına her şey teferruatıyla takdim edilseydi, bu takdirde bunca istidat ve kabiliyetlerle donatılan bir insan oluşun ne hikmeti kalırdı? Sonra, aklın her şeyi kabul etme mecburiyetine düşmesi ve iradenin tercih hakkının da elinden alınmasıyla imtihanın, dolayısıyla dünya hayatının bir sebebi ve hikmeti olur muydu?
6. Her insan, ilimlerle ve ilmî inceliklerle meşgul olamaz; kaldı ki, buna lüzum da yoktur. Ayrıca, zekâ, kavrayış, tahsil durumu, bilgi ve kültür seviyesi ve içtimaî hayatın talepleri de böyle bir şeye mânidir. Sonra, ilimler, yalnızca 'müsbet ilimler'den ibaret de değildir. Onlardan çok daha kıymetli ve insan hayatı için daha faydalı ilim şubeleri olduğu gibi, hangi şubesi olursa olsun, ilimle uğraşan insanların sayısı da azdır.
Kur'ân ise, belli bir azınlığa değil, çocuklardan yaşlılara, erkeklerden kadınlara, çiftçiden esnafa, okumuştan okumamışa ve yüzde doksanlık bir nispetle avama hitap eder. Bu durumda Kur'ân'dan, ruhu, kalbi, aklı, kompleks duyguları, arzu ve istekleri, gayesi, dünya ve ahiret hayatı, çok çeşitli problemleri, kulluğu, çok yönlü münasebetleri ve ihtiyaçlarıyla insanı bırakıp da, bir devirde ortaya çıkmış ve her zaman için değişmeye mahkûm bir kısım ilmî meselelerden açıkça ve teferruatıyla bahsetmesini istemek, hem Kur'ân'ı tanımamış olmanın ifadesidir; hem de insanı, insan hayatını ve kâinatı bilmemenin tezahürüdür. İlimlerin ne hakkı var ki, Kelâm-ı İlâhî olan Kur'ân'ın bütününde kendilerine yer verilsin?
Kur'ân, insanın yaratılış gayesi ve kendisinin taşıdığı ana maksatlar istikametinde her şeyden kadri, kıymeti, değeri ve mânâsı ölçüsünde bahseder. Tüm insan hayatını ilgilendiren ibretler meşheri ve fertlerin, milletlerin kısaca tüm ferdî ve içtimaî yönleriyle insan hayatının temel taşları olarak peygamberlerin ve eski kavimlerin kıssalarına yer verir; mârifet-i ilâhiye, tevhid, iman hakikatleri, insanın çok çeşitli hususiyetleri ve kâinat kitabının başlıca mânâ hüzmeleri olarak ilmî hakikatlere temas eder ve inkâra, bıkkınlığa, aklın ve iradenin iptaline, eskimeye, anlaşılmazlığa ve söz israfına yol açmayacak biçimde mecaz, teşbih, temsil ve istiarelerle her devrin, her mekânın, her tabakanın ve her seviyenin insanına -tabir caizse- en hazmedilir komprimeler hâlinde meseleleri takdim eder.
Güneş gibidir Kur'ân; mağarada büyüyenle üniversitede yetişene farklı ışık göndermez ama herkes de ondan aynı derecede ışık alamaz. Ekvatordaki insanla, kutuplardaki insan ondan farklı farklı istifade eder. Tarlasında tohum saçan insanla, o tohumun meyvelerini sofrasında yiyen insanın mazhariyetleri farklıdır. En üst rütbe ve makamdaki ordu komutanının verdiği hücum emri ile gösterdiği hedef, albay, yüzbaşı veya onbaşınınkiyle aynıdır ama seviye, telakki, tatbik kabiliyeti, şümullülük ve ağırlık derecesi farklı farklıdır.
Meselâ, Kur'ân on dört asır önce 'incir' demiş.. incir, çekirdeği, kök ve gövdesi, dalları ve yaprakları, çiçekleri ve nihayet meyvesiyle bir bütünü ifade etmektedir. Ama ilk devir insanı, 'incir' denilince diyelim ki çekirdeğini anlamış.. sonra gelenler köklerini, daha sonrakiler gövdesini, onları takip edenler de dallarını anlamışlar. Yaprakları ve çiçekleri derken, bugünün insanı 'meyve'yi anlar olmuş.
İşte Kur'ânî hakikatler, çekirdeğinden meyvesine yetişip kemale eren bir ağaç misali, kıyamete kadar her seviyedeki göz ve gönüle hitapla her insanı tatmin edecek keyfiyettedir. Her dönemde insanlar, Kur'ân'ın ortaya koyduğu bütüne kabiliyetleri nispetinde parça parça talip olacaklardır.
Buna biz, 'icmalde tafsil' diyoruz; yani, Kur'ân'ın 'sehl-i mümtenî' yönüdür bu: Çekirdekte meyveyi gösterme ve ifade etme.. Bir güneş halkedip, her bir canlının gözünde derece derece ışımasını temin etme ve aynı zamanda hem ısısından mahrum bırakmadan, hem de yakmadan her bir varlığı besleyip büyütme...
Güneş öyle bir ışık kaynağıdır ki sönmez ve eskimez. İnsanlar doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler; dünya değişir; tarih sahnesinde milletler görünür gider ama Güneş, hep aynı Güneş'tir ve dürüleceği âna kadar da tazelik ve güzellik timsalidir.
Kur'ân, Güneş'ten daha parlak ve daha canlıdır. Gençliğini korumak gibi bir meselesi yoktur onun... Asırlar geçtikçe, ilimler geliştikçe gençleşir, ışığı ve harareti daha bir artar. İlimler, onun zirveye, ufka diktiği bayrağa yetişmek için koşuşup durmaktadır.
Kur'ân, kâinattaki cari kanunların ifadesi olarak, tedricen nüzul etmiş veya tersi bir deyişle, kâinattaki eşya ve hâdiselerin seyri, Kur'ân'a uymakla peyderpey anlaşılır hâle gelmiş, çekirdekten ağaca, spermden insana -dünyanın ateş parçası hâlinden bugünkü durumuna gelmesi misali- bu anlayış da tedricen ve yavaş yavaş olmuş ve olmaktadır. Kur'ân, yirmi üç yılda nazil olmakla, beşerin yaratılışına ve fıtratına en uygun telkin yolunu seçmiş, doktorun dozaj ayarlaması gibi, ihtiyaca göre ve tedricen kötü ahlâkı, yanlış telakki ve anlayışları ve bâtıl itikatları kaldırıp, yerlerine güzel ve doğru olanlarını yerleştirmiştir. İlimler de bu istikamette ve bu umumî nizama göre peyderpey seviye kazanıp gelişmektedir.
C. Kur'ân ile ilim veya din ile ilim birbirini nakzeden farklı şeyler midir?
Her şeyden önce belirtmeliyiz ki, din-ilim tenakuzunu iddia eden kişilerin bahsini ettiği şey, 'ilim' değil, 'bilim'dir. İlim, 'aydınlık' kokan 'din' kokan bir kelimedir; hakikat soluyan ve kişiyi sırat-ı müstakîme götüren bir ışık kaynağı, bir gerçekler manzumesidir. 'Bilim' denilen şey ise, kendisine biçilen elbise, yüklenen fonksiyon ve kazandırılan mânâ ile karanlıklar, kaos ve karadelikler manzumesidir.
İlim, bizde doğup büyümüş, aslını ve çekirdeğini bizden almışken, bilim, rasyonalizmiyle, pozitivizmiyle batının mahsulüdür. Bu bilim, hakikati ve bütün hakikatlerin kaynağı mutlak hakikati inkârla işe başlar ve hatalar, yanlışlar, ihtimaller üzerinde gide gide güya doğruya varmaya çalışır. Oysa elde bütün yanlışların vurulacağı, bütün gerçekdışıların tartılacağı bir hakikat olmadan, doğruya nasıl varılabilir? Her şeyi değişir gören bilim, bir 'değişmez'in varlığını kabul etmeden, değişmeler ve değişenler üzerinde nasıl çalışabilir? Değişmez kaideler ve sabit hakikatler olmadan deneyin, tecrübenin ve gözlemin halledeceği hiçbir şey yoktur. Onlarla insanın dünyasını aydınlatmak mümkün değildir.
Bilimin el yordamıyla üzerinde çalıştığı kâinat, esasen Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve iradesiyle yazdığı ve bir plân, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabı; gerçek ilimler ise, Allah'ın kâinattaki icraatından, kâinattaki ilâhî kanunlarla eşya ve hâdiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir.
Bundan başka, Allah'ın bir de Kelâm sıfatından gelen Kur'ân kitabı vardır ki, Allah (celle celâluhu), bu kitabıyla kâinatı anlatır, kâinattaki eşya ve hâdiselere ışık tutar. Kâinatı bir düzen ve âhenk içinde kuran Yaratıcı, kurduğu bu düzeni Kur'ân'la ifade eder.
İnsan da, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur'ân, kâinat ve insan, bu şekilde Allah'ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelligâhı olarak, birbirleriyle fevkalâde bir iç bağlantı hâlinde, birbirlerini şerh ve izah eden ve neticede Allah'ı tanıtan üç küllî muarrif, üç küllî kitaptır. Şimdi, bu üçü nasıl birbirine ters olabilir, nasıl birbirini nakzeder ve nasıl birbirinden ayrı düşünülebilir?
İnsan gerçek ilmi, kâinatı ve Kur'ân'ı okuyarak elde eder; elde ettiği bu ilim neticesinde kendini tanır veya değişik bir yolla önce kendini tanır, sonra da kâinatı ve Kur'ân'ı okur. Kâinat, ilimler ve Kur'ân, tıpkı bir insanın iki gözüyle bakışı gibi ileride bir noktada birleşirler. Nasıl bir insanın iki gözü farklı bakmaz ve farklı bakışa sahip değilse, Kur'ân ve gerçek ilimler de, aynı şekilde birbirinden farklı değillerdir.
Bu mevzuda ileri sürülen farklılık, sadece bunu ileri sürenin bakışındaki şaşılığı ele verir. Öyleyse ilk düzeltilmesi gereken, bu tür bakış çarpıklıklarıdır. Laboratuvarlarda kâinata, eşya ve hâdiselere Kur'ân'ın adesesiyle bakabilen mânâ ve ışık insanları, ilimleri gerçek yerine oturtacak, ilimleri ve insanlığı 'bilim'in götürüp bıraktığı çıkmazdan kurtaracak ve yahudi maddeciliğiyle, hıristiyan spiritualizmine son vereceklerdir. Biz, sadece Kur'ân'ı okuyup kâinat kitabını bir yana bırakamayacağımız gibi, Kur'ân'ı bırakıp, akılları kâinatta boğarak kaba, katı ve soğuk materyalizme de yol açamayız.
İslâm'ın hayata hayat veren sentezi budur. Bir taraftan Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin tecellîlerine birer tercüman olan bütün ilim dallarını kucaklamak, diğer taraftan da dünya ve ahiret saadetine götürücü bütün yolları hidayet tayflarıyla aydınlatan Kur'ân'a sarılmak.. işte İslâm'ın insanlığa kazandırmak istediği yüce idealin en basit ve en kısa hulâsası bu terkiptir.
Batıda din, hiçbir zaman bütünüyle hayatı kuşatamamış ve hayata hayat olamamıştır. Üç asırlık safvet döneminden sonra onun, mâbedin loş duvarları arasına hapsedilmesi neticesinde, günlük birkaç ahlâkî kaide dışında Avrupa insanına vereceği bir şey kalmamıştır. Bu sebeple, batılı ilmi bizden alırken, mânâsından ve gerçek muhtevasından tecerrüt ettirerek almış ve Rönesans'la birlikte tamamen maddî bir dünyanın dar ve katı kalıpları içine hapsetmiştir.
Evet, dün inkâr etmekle beraber, bugün Maurice Bucaille, Alexis Carrel, Karlyle ve Garaudy gibi mütefekkir ve ilim adamlarının da itirafıyla ilmi bizden aldığını kabul eden batılı, onun gerçek yönünü, Allah'a götüren bir ışık oluş keyfiyetini bir yana bırakıp, bütünüyle maddî ve karanlık bir hayatı yaşamada soğuk bir vasıta hâline getirmiştir onu. Dolayısıyla, gerçek mânâ ve muhtevasından uzaklaştırılmış dinle, maddî tutkulara esir edilmiş bir ilmin, yani 'bilim'in çatışması gayet tabiî ve normaldir.
Meselenin bir yönü daha var. Muharref Tevrat ve İncil, ilâhî söz olma adına kendilerinde pek çok yanlışı barındırmaktaydı. Daha çok kendi zamanlarındaki dinî meselelere çözüm getirmek ve 'dindar'lara hitap etmek için 'din adamları'nca kaleme alınan 'Kitab-ı Mukaddes', her zamana, her seviyeye ve her mekâna hitap edici vasfıyla ilâhî dilini kaybedince, kâinatta değişmekten ve tahriften masûn ilâhî hakikatlerin keşfi karşısında şüphe gubarına ve inkâr rüzgârına maruz kaldı. Meselâ, Kitab-ı Mukaddes, dünyanın yaratılışına ve insanın yeryüzüne gelişine belli ve kesin seneler biçiyor, kâinatın altı günde yaratılışını pazartesi, salılarla ifade ediyor ve Allah-insan münasebetini Hz. Âdem'in (aleyhisselâm) Cennet'ten çıkarılışı kıssasında -hâşâ- rakip iki kralın münasebeti gibi takdim ediyordu.
Böyle bir kitabın esasen, kâinatın keşfine yönelen insana verebileceği fazla bir şey de yoktu. Sonra, batılı, ahlâkî bakımdan da olsa dinin hayatına müdahalesine fazla mütehammil değildi. İşte, böylesi sebepler, batıda dinle ilmi birbirine hasım ve muhalif iki ayrı istikamete ve iki ayrı kutba çekti.
Hıristiyanlık, gelişen hayat şartları ve 'bilim' adına kaydedilen ilerlemeler karşısında, taşın altında kalıp solmaya ve çürümeye yüz tutmuş ve ısı, ışık ve su gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum bırakılmış bir yaprak misali kendi varlığını, kırpık ve eksik mevcudiyetini kabul ettirme imkânı bulamıyordu. Gün yüzüne çıkmak istediğinde ise, artık vakit çok geçti; bilim, almış başını gidiyor, eşya ve hâdiseler kendisini refüze ediyordu. Elinde kala kala tek bir kuvvet unsuru kalmıştı Hıristiyanlığın: Afaroz! Buna karşılık, zamanında yine kendi elleriyle taşın altına koyup hayattan tecrit ettiği ve neticede soldurduğu Hıristiyanlığı, batılı bu defa reformuyla yine bizzat kendisi idam sehpasına çıkardı... Bu, afaroza bir misillemeydi.
Fakat aynı sehpada İslâm'ı idam etme düşüncesi de neden? Hiç İslâm tarihinde, dünya dönüyor dediği için bir insan afaroz edilmiş midir? İslâm'dan başka, hayata nasıl hayat olduğunu 11-12 asır insanlığa gösteren bir ikinci sistem gelmiş midir? İlimler adına bütün dünyaya asırlarca muallimlik yapan İslâm'ı, ilme karşı ve gelişmeye mâni diye idam sehpasına çıkarmak, düşmanca bir garaz ve insafsızlık değildir de nedir? Yoksa bunun sebebi, İslâm'ı hayatımızdan tecritle, heva ve hevesimiz istikametinde bir hayat sürmek midir; veya batının kendi menfaatleri uğruna kasten attığı bir çelmeye alet mi oluyoruz?
Evet, biz ilim adına hiçbir zaman imanımızdan, ibadetimizden, Allah'a (celle celâluhu) ve Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) olan bağlılığımızdan kıl kadar sapmadık; tam aksine ilim, imanımıza, ibadetimize, Allah (celle celâluhu) ve Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) olan bağlılığımıza güç kattı. Aydınlık çıkış noktalarımız vardı; Cenâb-ı Hak adına kâinatı keşfetme düşüncesiyle hareket ediyorduk. Her yeni keşif, ruhlarımızda yeni bir iman, aşk ve heyecan meydana getiriyor, hamle ruhumuzu yeniden kamçılıyor ve "Daha yok mu?" diyerek daldıkça dalıyorduk. İnci, mercandı hep çıkardığımız; hem secdeye varıyor, hem rasathaneye koşuyor; din ve ilim diyerek salih daireler meydana getiriyorduk. Okumayı, yazmayı, çizmeyi ve araştırmayı ibadet neşvesiyle yapıyorduk; kaos, karadelik ve tıkanıklıklar yoktu ilim semamızda. Bilim kurgunun çok ötesinde miraca inanıyor, aynı yolda yolculuk yapmaya çalışıyor, namazı bunun esası sayıyor, mucizeleri bilip kabul ediyor ve hep Allah'a (celle celâluhu) yaklaşma gayesi güdüyorduk.
Evet, bizde bu esaslar üzerinde gelişen ilimlerin gayesi mârifet-i ilâhî, neticesi de muhabbet-i ilâhî ve zevk-i ruhanî idi.
Kur'ân ve ilimler münasebeti mevzuunda düşülen vahim hatalardan birisi de, Kur'ân'ı mevcut ilimlerin peşinden koşturmak ve onlara tâbi kılmaktır. İlimleri Kur'ân'dan, dinden ve imandan ayrı ve müstakil görmek bir tefrit, Kur'ân'ı müsbet ilimlerin peşinden koşturmak ve onu âdeta bir fizik, kimya, tıp, matematik, astronomi kitabı saymak da bir ifrattır.
Çok büyük ve enerji yüklü Güneş'i, küçücük ve soluk bir meteora nasıl uydu yapabilirsiniz? Kâinat ve insanı, ta başlangıçtan kıyamete bütün yönleriyle ele alıp inceleyen ve haritasını çizen Kur'ân'ı nasıl küçük bir dünya haritasından, hatta bir dağ silsilesi resminden ibaret görebilirsiniz? Kıvrım kıvrım akıp geçtiği, akıp geçerken de suladığı vadileri, ovaları, hayat verdiği bağ ve bahçeleri, şelâleler hâlinde döküldüğü dağları, tepeleri ve deltalar meydana getirerek ulaştığı ummanları hiç hesaba katmadan, sadece çıktığı yere bakarak "İşte nehir." demek ve o nehrin hikmetini, faydasını ve şümul sahasını, sulayıp geçtiği bir bahçeden veya yatağının bir yerindeki altın madeninden ibaret görmek ne derece yanlışsa, aynı şekilde Kur'ân'ı, değişip duran ilimlerin bugünkü seviyesiyle bir görmek, hatta henüz ispatlanamamış ilimleri, Kur'ân'a şahit yapmak ve Kur'ân âyetlerini bu ilmî buluş ve nazariyelere tatbik etmek aynı derecede, hatta daha büyük bir yanlıştır.
Kur'ân âyetleri, yeni ilmî gelişme ve nazariyelerle telife çalışılmamalıdır. Evet, Kur'ân'ın hakkaniyeti için hemen ilmî mesnet ve takviyeler, payanda ve koltuk değnekleri aramaya kalkışmak, onu küçültmek olur. Yine, yirminci asrın herhangi bir diliminde tespit edilen ilmî bir meseleye, "Kur'ân bunu anlatıyordu." deyip Kur'ân'dan delil bulmaya çalışmak, ille de pozitif ilimlere Kur'ân'ı teyit ettirmek ve her yeni tespit karşısında "Kur'ân'da bu da vardı; şu âyet bununla ilgiliydi." gibi iddialarda bulunmak, ilimler karşısında içine düşülen bir kompleksin ve Kur'ân'ı ikinci derecede görmenin ifadesidir.
İlim ve fenler devamlı değişmekte, bugün doğru kabul edilen çok şeyin, yarın yanlış olduğu ortaya çıkmakta.. sürekli yeni nazariyeler üretilmekte ve bir ilim adamının hakikat diye takdim ettiğini bir başkası pekâlâ çürütebilmektedir. Hâlbuki Kur'ân'ın ifade ettiği hakikatler sabit, değişmez, yanılmaz ve ebedîdir...
Nazil olduğu günden bu yana tam 14 asır geçmiş olmasına rağmen, Kur'ân'da öyle bâkir ve emsalsiz meseleler vardır ki, bunların hakikatine henüz ilimlerin elleri ulaşamadığı gibi, ilmî seviye de fersah fersah onların gerisinde bulunmaktadır. Pozitif ilimler, Kur'ân'ın gösterdiği ufuklara ulaşıncaya kadar, kim bilir daha kaç defa sarsılacak, kaç defa değişecektir. Beşer tarihinde kendini kabul ettirmiş nice nazariyeler vardır ki, zamanla hepsi de unutulmuş ve onların yerlerini yenileri almıştır. Bir gün gelecek, mutlaka ilim yuvalarından kapı dışarı edilecek ve bu şekilde ilimler sarsıla sarsıla Allah'ın (celle celâluhu) sarsılmaz ve değişmez Kelâmı'nın ihtiva ettiği hakikatlere ulaşacaktır.
Bu sebeple, sürekli sarsılan ve değişen müsbet ilimlerin arkasından, sarsıntı ve değişme nedir bilmeyen o muallâ beyanı koşturmamalı ve onu ilimlere uydurmaya çalışmamalıyız. Nedir öyleyse yapılması gereken?
- Kur'ân'ın ilmî gelişmelere değil, ilmî gelişmelerin Kur'ân'a tevfikini takip etmeliyiz.
- İlmî gelişme ve buluşları Kur'ân'ın arkasından koşturmalıyız.
- İlmî gelişme ve buluşların karşısına Kur'ân'ı bir endam aynası olarak koymalıyız, yani: "Ey ilimler, işte bakın, siz esas ve özünüzü bu Kur'ân'da bulacaksınız. Zira Kur'ân sizin nihaî şeklinizi ve varacağınız hakikati haber vermekte ve kaderinizi çizmektedir. Bakın da, gerçek şekil ve mahiyetinizle bu Kur'ân'da kendinizi görün. Eğer, daha henüz bu seviyeye gelememişseniz, haydi çalışıp-çabalayın ve Kur'ân'daki nihaî şeklinizi ve gerçek mahiyetinizi kazanmaya bakın." demeliyiz.
İlimlerin ortaya koyduğu bir meseleyi Kur'ân'daki bir âyete tıpatıp uyar görsek bile, yine de ihtimaller içinde, "Şöyle de olabilir, böyle de..." demeli ve o âyeti bahis mevzuu ilmî meseleyle tevil, tefsir ve tevfikte acele etmemeliyiz. İlmî bir gerçekle veya gerçek sanılan bir meseleyle bir âyet ya da hadis arasında tam bir mutabakat görülse bile, yine de her zaman için mümkün olan değişmeleri ve kendi anlayış ve seviyemizi hesaba katarak çok dikkatli ve ihtiyatlı olmak zorundayız. Şimdi meseleyi daha da müşahhaslaştırmak için bir misal verelim:
Günümüzde, AIDS'i, Kur'ân'da geçen 'dabbetü'l-arz'la aynîleştirme mevzuu var. Kur'ân'da, Allah'ın hükmü verildiğinde 'dabbetü'l-arz'ın çıkacağı beyan edilmekte ve gerek âyetten, gerekse âyetin siyak ve sibakından, bu dabbenin bir kıyamet alâmeti olduğu anlaşılmaktadır.[8] Zuhuruyla beraber de yeryüzünde imanî hayat bütün bütün sönüp, süratle bir imansızlık dönemine doğru gidiş bahis mevzuu edilmektedir.. yani dabbe zuhur edince, artık, yeryüzü vazifesini tamamlamış ve "Allah" diyenler de âdeta yok denecek kadar azalmıştır. Ve bütün elmas ruhluların gidip, kömür ruhluların ortalığı sardığı böyle bir dönemde, "yok olma" hükmünün verilmesi için 'dabbetü'l-arz' çıkacak ve "Gayri bundan sonra insanlar imana yanaşmayacak ve inananlarda yakîn hâsıl olmayacaktır." diye, kömür ruhlulara ilanda bulunacaktır.
Şimdi, Kur'ân'ın verdiği bu kısa malumat ve mevzuyla alâkalı hadisler[9] çerçevesinde, AIDS gerçekten 'dabbe' olabilir mi, sorusuna cevap arayalım:
Her şeyden önce, dabbe'nin çıkacağı kesin olmakla beraber, keyfiyeti mevzuundaki hasen, zayıf; çeşitli hadislere ve kelimenin mânâsına bakılarak, bunun virüsten gergedana muhtelif mahiyetlerde olabileceğini söylemek mümkündür.
Evet, 'dabbe', insanlar arasında salgın hastalıklara yol açan mikrop olabilir; fakat illâ 'AIDS' olur denemez. Çünkü Kur'ân'ın çizdiği sınırların dışına taşmanın sebep olduğu frengi gibi zührevî hastalıklar ve hatta bir zaman beşeri kasıp kavuran sıtma, veba ve verem gibi hastalıkların da aynı çerçevede mütalâa edilmesine bir mâni yoktur. Sonra, Hz. Mesih'in (aleyhisselâm) zuhurunu müteakip umumî durumu anlatan hadislerde beşerin müptelâ olacağı öyle korkunç hastalıklardan söz edilmektedir ki, bunların mikroplarına da 'dabbe' demek mümkündür. Kaldı ki, dünkü verem gibi, henüz tıptaki her türlü gelişmeye rağmen bir türlü sebep ve tedavisi tam olarak keşfedilemeyen ve bir hücre anarşisinden ibaret olan kanser de en az AIDS kadar tehlikeli, öldürücü ve hem daha da yaygındır. Eğer, AIDS'i dermanı yok diye 'dabbe' sayacak olursanız, şimdilik kanserin de dermanı yoktur.. ileride AIDS'e de, kansere de derman bulunamaz diye bir iddiada bulunmak ise doğru değildir. Hem böyle bir anlayış, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşlılık ve ölüm dışında her derdin dermanının olduğunu beyan eden hadisine de ters düşmektedir.[10]
Binaenaleyh, 'dabbe'yi sadece AIDS veya benzeri bir başka hastalığa hamletmek, âyetin geniş, engin, şümullü ve bütün zamanları kucaklayıcı objektif ve çok buudlu edasına ters düşer ve mânâyı daraltır.
Evet, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin nurlu ve her zaman taze beyanlarının destek ve koltuk değneklerine ihtiyacı yoktur. Dışta hiçbir tezahürü görülmese de, insan vicdanında apaydın sezilecek kadar parlaktır onlar. Bu kabîl pozitif netice ve istidlâller, olsa olsa bizim zavallı aklımıza konan toz ve toprağı alıp götürmeye matuf süpürgeler olabilir ancak. Bu cılız meseleler, o yüce hakikatleri omuzlarında taşıyabilecek güçte değillerdir.
Sonra, âyeti, AIDS veya bir başka hastalığa hamletmek, ümidimize indirilmiş birer darbe demektir. Çünkü âyette, 'dabbetü'l-arz' çıkınca iman ve yakînin yerini sukut, gerileme ve inkırazın alacağı ifade edilmektedir. Hâlbuki, hadis-i şeriflerin tebşiratı altında, biz İslâm'ın cihanda bir defa daha hâkim olacağına, kâinat ufuklarında bir defa daha şehbal açıp, dünya muvazenesinde yeniden ağırlık kazanacağına, Hıristiyanlığın aslına avdetle İslâm'a tâbi olacağına ve dünyanın dört bir yanında insanların Peygamber'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) anacağına gönülden inanıyoruz.
Bu bakımdan, 'dabbetü'l-arz'ı, kıyametin kâfirlerin başına kopacağı karanlık zamanlarda bekliyoruz. O hâlde, 'dabbetü'l-arz' mevzuunda da ifrat-tefrit arası muvazeneyi koymak gerekirse, şöyle diyebiliriz: "Bir başka tehlikeli hastalık gibi, AIDS de 'dabbetü'l-arz'dan bir fert olabilir; evet AIDS, ona ait vazifelerden bir kısmını görecek çok fertlerden biri ve bu hakikatten bir mânâ; bu nev'den de her asra bakan bir fert olabilir. Fakat 'dabbetü'l-arz' illâ ve mutlaka AIDS'tir denemez."
Meseleye bir başka açıdan bakacak olursak: Bugün teknoloji, feza teknolojisi ve kompüter sistemleri o kadar geliştirildi ki, fabrikalardan kol saatlerine kadar hayatımıza girdiği gibi, düne kadar bilim kurguların konusu olan lazer ışınının yanı sıra, yavaş yavaş pek çok yerde insanın yerini almaya başlayan robotlar da artık herkesin konuştuğu bir mevzu hâline geldi. Günümüz insanlığı ve bilhassa teknolojiyi ellerinde tutanlar, teknik adına ne bulur ve ne icat ederlerse hemen insanlığın aleyhinde ve insanı yok etmek için kullanmaktadırlar. O hâlde, bir gün programlanmış robotlardan ölüm mangalarının teşkil edilmeyeceğini, bir robotun binlerce insanı ve binlerce müesseseyi sevk ve idare etmeyeceğini ve bir gün ağızlarında puro, robot müdürleri müesseselerin başında görmeyeceğimizi kim söyleyebilir? İcabında mikrofonla, kompüterle, bir başka uzay tekniğiyle, telepati yoluyla konuşacak insafsız, merhametsiz ve lâf anlamaz robotların 'dabbetü'l-arz' olmayacağı iddia edilebilir mi?
Bir zamanlar çevirilen bilim kurgu türü bir filmde, üç-dört bilim adamı, mikroskobik ölçülerde bir gemiye, yine mikroskobik ölçülerde küçültülmüş insanları bindiriyor ve bir insanın damarlarının içine salıp, beyindeki bir tahribatı izaleye çalışıyorlardı. "Şeytan insanın damarlarında kanla birlikte dolaşır."[11] hadisini akla getiren böyle bir düşüncenin, şimdilerde sanki tatbik sahasına konmak üzere olduğunu öğreniyoruz. Tüplerde insan yetiştirme ve spermlere belli dairede müdahale etme gayretiyle insanoğlu, damarların içine girmek, damardaki tıkanıklıkları açmak, dışarıdan talimatla bedende her türlü ameliyatı gerçekleştirmek için -meselâ bugünlerde Japonya'da olduğu gibi- milimetrenin milyonda biri kadar büyüklükte bir cihaz geliştirmeyi plânlamaktadır. Böylesi cihazlarla ileride belki de beyne ve spermlere varıncaya kadar insan vücuduna yapılacak müdahaleler, "Canlı meydana getirdim; kablolarla insan var ettim." türünden sözlerle insanı önü alınmaz bir tuğyana sevkedip belki kıyametin kopmasına sebep olacaktır.
Şimdi, böylesi cihazlar için de 'dabbetü'l-arz' denilirse, "Olamaz." diye karşı çıkılabilir mi? Hem, biri kalkıp, şarktan zuhur eden komünizm, en büyük 'dabbetü'l-arz'dır derse, cevabımız ne olacaktır?
O hâlde, Kur'ân'ın son derece şümullü ve îcazlı bir şekilde isimlendirip, fonksiyonundan bir parça söz ettiği ve mahiyetini açıklamadığı bir varlığı "Şudur." diye kestirip atmak, son derece yanlış ve aceleden verilmiş bir hüküm değil de ya nedir..?
Bugün yapılan yanlışlar, yalnızca 'dabbe'yle sınırlı kalmıyor. Bir ilim adamı çıkıyor, ilim adına mârifet yapıyorum diye "Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın."[12] hadisine, "Cüzzamın mikrobu tıpkı aslana benzemektedir. Bugün mikroskopla ortaya çıkan bu gerçeği Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) 14 asır önce görmüş." diye yorumda bulunuyor. Hâlbuki, o mikrop hiç de aslana benzememektedir.
Şimdi, böyle bir izahın yanlışlığı ortaya çıkınca -hâşâ- Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) hilâf-ı vâki bir beyan sâdır olduğu intibaını vermeyecek midir?
O hâlde, âyet ve hadisleri ilimlere göre açıklamaya çalışırken, daima "Fîhi nazar" deyip, daha başka ihtimalleri nazara alarak ihtiyatı elden bırakmamak lâzımdır. Pozitivizmin idam sehpasına çekildiği ve rasyonalizmin pabucunun dama atıldığı günümüzde, âyet ve hadisleri pozitif ilimlere tatbik etmek ve onların ardısıra koşturmak, bırakın âyet ve hadise parlaklık kazandırmayı, tam tersine âyet ve hadise karşı bir cinayettir. Bu mevzuda bugün yazılmış pek çok eserin nasıl yanlış temeller üzerine oturduğu bütün vüzuhuyla 5-10 sene sonra ortaya çıkacak ve iddia sahipleri sözlerinden dönmek mecburiyetinde kalacaklardır. Hâlbuki Kur'ân'ın hakikat adına söyleyip de, geri çark ettiği hiçbir mesele yoktur ve olamaz da. Eğer, ilmî bir meseleyi Kur'ân'la tenakuz hâlinde görüyorsak, ya biz Kur'ân'ı yanlış anlıyoruz ya da ilim o meselede yanılmaktadır.
Şu bir gerçek ki, Cenâb-ı Allah'ın çekirdekler hâlinde sarıp sarmalayıp kâinata ektiği ilmî hakikatler anlaşıldıkça ve bu sahada zirvelere doğru tepeler aşılıp yollar geçildikçe Kur'ân daha da bir gençleşecek.. ve her gün daha fazla su, ısı ve ışık alan bir çiçek gibi tazelenip açılacak ve ışığını zihne, kalbe daha bir nüfuz edicilik ve parlaklıkla neşredecektir. Ve kim bilir sinesinde taşıdığı daha ne hakikatleri ve bilinmezleri insanlara sunacak ve bu mevzuda daha ne âyetler sergilenecek...!
"Onlara âyetlerimizi dış âlemlerde ve kendi içlerinde göstereceğiz ki, O (Kur'ân)ın hak olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb'inin her şeye şahit olması yetmez mi?"[13]
Evet, âyette "Se-nürî" kelimesi kullanılmakla, sahabeye: "Pek çok âyetlerimizi siz henüz bilmiyorsunuz, onları ileride göstereceğiz."; "hüm" zamiri kullanılmakla: "Size değil, onlara, başkalarına, sonra geleceklere göstereceğiz." ve "yetebeyyene" fiili kullanılmakla da, "Belki hemen değil, peş peşe gelen ve birbirini tamamlayan araştırmalar ve telâhük-ü efkâr neticesinde Kur'ân'ın hak olduğu ortaya çıkacak." denmektedir.
İlimler, şimdilerde henüz emeklemekten kurtulup ayakta durmaya çalışmaktadır. Şimdiye kadar ileri sürülen onca nazariyeden belki pek azı hakikat olarak ortaya çıkmış ve Kur'ân'la tetabuk edebilmiştir. İleride her sahada alınacak mesafelerle Kur'ân'ın daha pek çok hakikatlerine yaklaşılacak ve ilimlerin ortaya koyacağı gerçekler, Kur'ân'da ifadesini bulup, artık değişmez gerçekler olarak kalacaklardır. Bugün, diyelim ki, çok uzaklarda bulunan yıldız veya yıldız kümeleri hakkında söylenen sözler, şimdilik onlara olan uzaklığımız kadar hakikatten uzak olabilir. Ama, belki zamanla o yıldız kümelerine yaklaşılınca, onlar hakkındaki bilgi ve sözlerimiz de hakikate o derece yaklaşacak ve neticede birer değişmez hakikat olarak arz-ı endam edecektir. Bu şekilde ilimlerin hakikate, dolayısıyla Kur'ân'a yaklaşmasıyla değişmez hakikatler ortaya çıkacak ve hakikatte konuşan yine Kur'ân olacaktır.
O zaman insan, faraziyeleri değil, hakikatleri konuşacak ve hakkında konuşulan da "âyât-ı tekvîniye" olacaktır. O gün üç ayrı istikamette veya yolda birbirinden habersiz gidiyor gibi görünen Kur'ân, insan ve kâinatın temelde aynı hakikatleri dile getirdiği ve Kur'ân'ın nabzının "insan ve kâinat" diye, kâinatın nabzının da "Kur'ân" diye attığı ayan-beyan ortaya çıkacaktır.
Evet, o gün, kâinatı anlayan dünyayı, Kur'ân'ı anlayan ahireti, ikisini birden omuzlayansa hem dünyayı, hem de ahireti elde edecektir.
Şimdi, günümüze ve tarihe bir bakalım; Kur'ân, kâinat ve insanın birbirinden koparılmasının, insanlığın başına fert veya milletler çapında ne musibetler açtığını, buna karşılık, bu üçlünün birbirine yaklaştırıldığı ve tetabukunun sağlandığı, İslâm'ın o pâk asırlarında cihan tarlasında ne saadet çiçeklerinin boy attığını görelim. Sonra da, hakikatin ve saadetin nerede olduğuna vicdanımızı dinleyerek karar verelim.
Yeri gelmişken, sık sorulan bir soruya da cevap vererek bu bahsi kapatalım:
"Rabbimiz'i, dinimizi anlatmak için ilimlerden istifade lüzumlu mudur? Lüzumluysa, mahzurlu tarafları var mıdır? Bu mevzuda istikamet ne olmalıdır?"
Bu soruya, "Üç yönden lüzumlu, fakat üç yönden de mahzurludur." diye cevap vermek, herhâlde yerinde olacaktır. Lüzumludur, hem de faydalıdır. Çünkü:
1. Nasıl, Rabbimiz'in Kur'ân kitabını okuyarak düşünce, his, inanç ve hareketlerimize istikamet veriyorsak, aynı şekilde, kâinat kitabının satır, cümle ve sayfalarında da bir yandan kendimizi bulup öğreniyor, bir yandan da nazar, tefekkür ve ilimlerle Rabbimiz'in icraatını, hikmet ve sanatını hayret ve hayranlıkla seyredip, "Sübhânallah, Bârekallah, Allahu Ekber" diyoruz. İbadettir bu, hem de bir saatlik tefekkürüyle belki iki bin secdeden üstün bir ibadettir.
2. Her ilim esasen, ayrı bir dil olarak Rabbimiz'i anlatmaktadır; dolayısıyla biz de o dillerle bir bakıma, Rabbimiz'e tercüman olmuş oluyoruz. Sonra, bugün her açıdan ilimleri kullanmaya mecburuz da; çünkü ne Fatih veya Kanunî devrinde yaşıyoruz, ne de zikr ü cezbe ve istiğrakların hâkim olduğu bir devrede bulunuyoruz. Öyle bir günde yaşıyoruz ki, Rabbimiz'in icraatı, sanatı âdeta Rabbimiz'e karşı kullanılmaktadır. 'İmanın mihrabı' diye tavsif edilen tıp gibi ilimler bile Allah'ı (celle celâluhu) ve mukaddeslerimizi inkârda bir vasıta telakki edilmekte ve bugün ilimlere rehberlik yapan ve bilinmezleri haber veren Kur'ân'a saldırılmaktadır.
Bu sebeple, maddecilerin maddeyi ve ilimleri küfür adına kullanmalarına mukabil, fiziği, astrofiziği, kimyayı, biyolojiyi, tıbbı, matematiği... Kısaca Allah'ın isimlerinin tecellîlerinden meydana gelen ve O'nun koyduğu kanunların ruhlarının oluşturduğu bütün ilimleri ve ilmî hakikatleri, kendilerine gerçek mânâ ve fonksiyonlarını vererek iman adına kullanmak sevaplı bir hizmet olsa gerektir.
3. İlimler bugünkü seviyesiyle asıl ve nihaî hakikatler olmadıkları gibi, belki de ileride kazanacakları en üst seviyede dahi hiçbir zaman 'hayret' ufkunu geçemeyerek, sadece O'nu gösteren birer vasıta ve kalbe, kafaya konan tozu-toprağı süpürmek için birer vesile olduklarından, ancak vasıta ve vesile mevkiinde kalmalı, kendilerine şüphe ve tereddütleri bir bakıma izale edici, düşündürücü ve fikir verici olmanın dışında aslî vasıf verilmemeli ve insanı ayakta tutan esas kaidenin, yani Allah Kelâmı'nın ve imanın yerine asla geçmemelidir. Bu çerçevede kullanıldıkları sürece, iman ve İslâm adına her zaman ilimlerden istifade edebiliriz.
İlimleri kullanmanın yol açabileceği üç önemli muhatara
- İlimler, ilim adına ilim yapmak için ve çalım satarak anlatılmaz. Evet, orijinalite yapma hava ve edası içinde Kur'ân ve iman adına ilmî hakikatlerden bahsedilmez. Böyle bir tavır, anlatan için günah olacağı gibi, dinleyen için de zarardan hâli kalmayacaktır.. çünkü böyle bir yaklaşım gizli gizli muhatabı mat etme, ilzam etme, susturma ve bilgisizliği içinde hapsetme gayesi taşıyacaktır. Muhatap da, bu tavır karşısında, toparlanma, bilgisini takviye etme ve susturulmayı hazmedememiş olmanın verdiği hisle mukabil hamleye hazırlanma ihtiyacı duyacaktır.
- İslâm dünyasının son yüzyılda maruz kaldığı yıkımın ve çok mühim şahısların bile içine yuvarlandığı fikrî, ruhî krizin temelinde bir bakıma, pozitif ilimler karşısında aşağılık kompleksine kapılma yatmaktadır. Evet, "Şu ilmî hakikat Kur'ân'da da geçiyor; İslâm bunu 14 asır önce ortaya koymuş." gibi aşağılık kompleksinden kaynaklanan tavır ve davranışlar içine girmek, Kur'ân ve iman adına büyük bir hatadır. Bu öyle bir durum ki, biz de zaman zaman aynı hataları işlemiyor ve falan Amerikalı, filan Avrupalı bilim adamından destek aramıyor değiliz. Dolayısıyla da, Kur'ânî ve imanî hakikatleri, henüz nihaî hakikatlere varamamış ilimlerin terazisinde tartmak suretiyle en büyük hatayı irtikâp etmiş oluyoruz. Günümüzde ilimleri ön plâna alıp, Kur'ân'ı ikinci plânda düşünmek ve onun sanki ilimlerin tezkiye ve tebriesine muhtaçmış gibi gösterilmesi o kadar yaygın ki, görüp duydukça insan kahrolup gidiyor.
- Fenâ fi'l-ilm, yani ilimde fâni olup, Allah (celle celâluhu), kalblerimiz ve vicdanlarımızda unutulmamalıdır. Hep ilimlerle meşgul olup, vicdan ve kalbin katmanlarına seferler tertip edememe insanı maddeci ve natüralist bir kabuk içine sıkıştırabilir. İlimleri birer süpürge, anahtar, basamak ve vasıta bilip, yerli yerince kullandıktan sonra onlardan sıyrılamamak, kalben ve ruhen terakkiye mânidir. Evet, bir noktadan sonra her şeyi bırakıp doğrudan Kur'ân'ın aydınlatıcı tayfları altında kalbin nurlu ikliminde yürümek, mesafe almak ve Allah'a (celle celâluhu) imanla baş başa kalmak esas olmalıdır.
[1] Bkz.: En'âm sûresi, 6/59.
[2] Buhârî, el-Künâ, s. 44; Âlûsî, Ruhu'l-meânî, 27/98.
[3] Süyûtî, el-İtkan fî ulûmi'l-Kur'ân, 2/273.
[4] Bkz.: Süyûtî, el-İtkan fî ulûmi'l-Kur'ân, 1/3; 2/277-278.
[5] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler, s. 347-348.
[6] Abdurrezzak, el-Musannef, 3/358; Ebû Ya'lâ, el-Müsned, 9/278; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 1/236.
[7] Âl-i İmrân sûresi, 3/7.
[8] Bkz.: Neml sûresi, 27/82.
[9] Bkz.: Müslim, iman 249; fiten 39, 118, 129; Ebû Davud, melâhim 12; Tirmizî, fiten 21; tefsir 27; İbn Mâce, fiten 31; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/164, 201, 295, 337, 372, 491.
[10] Bkz.: Ebû Davud, tıb 1; Tirmizî, tıb 2; İbn Mâce, tıb 1.
[11] Buhârî, ahkâm 21; bed'ü'l-halk 11; i'tikaf 11, 12; Müslim, selâm 23, 24, 25; Ebû Davud, savm 78; sünnet 17; edeb 81; İbn Mâce, sıyâm 65.
[12] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/443.
[13] Fussilet sûresi, 41/53.
- tarihinde hazırlandı.