Mucizeler İnkâr Edilemez
1. Her şeyden önce mucizeyi, mucizeyi Yaratan'ı ve mucizenin elinde yaratılan kimseleri inkâr etmenin düşünce adına insana kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Kaldı ki, akıllı bir insana yaraşan şey de, hemen "Aklım almıyor." diye inkâr etmek değil, düşünüp değerlendirmektir.
"Aklım almıyor." diye düşünmemek veya bunu bir düşünce hâline getirmek, akıl ve ilim adına bir cinayettir. Baştan aklın veya bazı akılların almadığı nice keşifler, icatlar ve teknik buluşlar, hep düşünme kavgası vermekle elde edilmiştir. Öyle bir tarzda ki, bu düşünce humması kişiye düşünmekten traş olacak vakit bırakmamış, ayakkabısını ve gömleğini çıkaracak fırsat vermemiş, çok kere evinin yolunu unutturmuş ve onu sokaklarda pejmürde bir kıyafet içinde dolaşır hâle getirmiştir.
Düşünme kabiliyetinden mahrum varlıklar; buna rağmen kendilerine düşeni en mükemmel şekilde yapmaktalar. Eğer insan, düşünmesi için kendisine verilen bu istidadı yerinde kullanmazsa, hiç olmazsa kimlerden ve ne ölçüde geri kalacağını düşünmelidir..!
"Aklım almıyor." demek, insan için mazeret olamaz. Aksine, biz düşünüyoruz ve aklımız O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle mucizeleri pek rahat gösterebileceğini gayet iyi alıyor. Düşünüyoruz da, kendinden şerefsudur olan hiçbir sözünde yalanın bulunmadığı O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mucizelerinde de aldatma olmayacağını kabul etmenin dışında bir yol göremiyoruz; göremiyor, O'nu ve mucizelerini yalanlayamayanların "sihir" deyip geçmelerinden daha çok, bilhassa bugün çeşitli tevillerle zihinleri bulandırmaya çalışanların inkârcı tavırlarına ve "almayan" akıllarına şaşıyoruz...
2. Mucizeleri inkâr etmek, bir bakıma Allah'ın varlığını, Kur'ân'ın Allah Kelâmı olduğunu ve O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini inkâr etmek demektir ki, aslında böyle bir inkâr, aklı da, düşünceyi de çok çok aşar. Zira bu hakikatler için bir delil kâfi olduğu hâlde, binler delil vardır; oysa, inkârcının elinde inkârını haklı çıkaracak tek bir delil yoktur ve esasen olamaz da. Onun delil saydığı, olsa olsa gözünü Güneş'e kapamakla etrafında oluşturduğu karanlıktır; ya da mumunu söndürüp karanlığa boğduğu ruh ve gönül odacığıdır.
Onbinlerce nebi, milyonlarca evliyâ ve milyarlarca mü'minin karşısında, pamuk ipliğinden ve örümceğin ağından çok daha zayıf, dayanıksız ve hiç mesabesindeki "hayır"ıyla inkârcının durumu, dibi olmayan kovayla kuyudan su çekmeye çalışanın ya da girdiği muntazam, ölçülü sanat ve mimarî harikası bir sarayda, hikmet icabı ortaya bırakılmış muvazenesiz bir taşa bakıp, "Bu sarayda hiçbir nizam ve intizam yok, her şey rastgele." diyen veya binler kapısı açık bulunan bir sarayın kapalı tek kapısını görünce "Bu saraya girilmez." hükmünü veren zavallı bedbahtın durumundan farksızdır.
3. Miraç, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kulluğunun meyvesidir. Kim nefsini terbiye etse, hemen ruhunun terakki edip, yükselmeye başladığını görür. İki sene riyazet ve tezkiye-i nefste bulunun; sizler de hemen yukarılara doğru urûç ettiğinizi farkedersiniz. Ehlullahta çok görülen bu vâkıalar ruhun kadirşinaslığı, kalb ve hissin anlayış ve âşinalığıyla anlaşılıp anlatılabilir. Tatmayan, görmeyen, hissetmeyen hiçbir şey anlayıp bilemez. Bu bir hallüsinasyon olsa, o zaman meyhanedeki, puthanedeki adamda da olması gerekir. Kendini, ibadete vermenin neticesinde Allah'ın bir ihsanı olarak tecellî eden şeylerdir bunlar. Fakat bu yükselme ve irtifayı fizikle ölçmeye kalkmak, ukbâya, ötelere, verâya ait meseleleri dünya ölçüleriyle ölçüp tartmaya benzer. Arpa veya un çuvalı tartan terazi ile altın ve elmasın tartıldığı görülmüş şey midir?
4. Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) önce gelip geçmiş peygamberler de mucize göstermiş olup, bunlar Yahudi ve Hıristiyanlarca kabul edilmektedir. O hâlde, benzer hâdiselerin bir başka peygamberde tekerrürü için bir mâni yoktur. Medeniyet ve teknikte devrim yaptıklarını kabullendiğimiz insanların anlayışlarına göre -biz de öyle kabul ediyoruz- Hz. İsa'nın semalara yükselmesi, Tur'da Hz. Musa'nın Allah ile konuşması mümkün olduğu hâlde, bir başka kul için aynı veya benzeri mucizelerin gerçekleşmesi niçin mümkün olmasın?
5. Hz. Âdem, Havva ve Hz. İsa'nın yaratılmaları, sebepleri kanunları aşan bir mevzu ve ilmî ölçülerle izah edilemeyecek birer mucizedir. İlim ve sebeplerle izahını yapamadığımız hâdiselerde, Allah ve Resûlü'nün izahına teslim olmaktan başka bir çıkış yolu var mı? Âdem de Havva da annesiz babasız, Hz. İsa ise babasız dünyaya geldiler. Hz. Âdem'in (aleyhisselâm) yaratılışında ne sperm var, ne de yumurtalık. Yeryüzünün çeşitli elementlerinden toplanmış ve yerin mayasından bir protein çorbası yapılarak iskeleti meydana getirilmiş; Hz. Havva da, bir nokta-i nazara göre ondan alınan bir parça ve bir mayadan halkedilmiş; bu, mucizeden başka bir şey değildir.
Her şeyi ilimlerle izaha kalkışmak ve ilmin izah edemediğine 'efsane' deyip geçmek, esasen ilmi efsaneleştirmektir. Dünyada ilmin izah edemediği nice hâdiseler, nice vâkıalar vardır. Bir Hind'linin şişler, dikenler ve ateşler içinde sürdürdüğü hayatı, şişi tam ortasından soktuğu hâlde dilinden bir damlacık olsun kan gelmemesini.. bir kılıçla kesip şişe taktığı dilini yeniden yerine yapıştırmasını.. ve geride hiçbir iz kalmamasını hangi ilmî prensiple izah edebilirsiniz? Kaldı ki, bunlar mucize de değildir.
6. Âdiyat dediğimiz her gün gözümüzün önünde cereyan edip duran işleri bile dikkatli bir incelemeden geçirdiğimizde, ilimle izah edilemeyecek nice vâkıalarla karşı karşıya kaldığımızı görürüz. Hâlbuki biz şu anda mucizeden bahsetmekteyiz.
7. Mucizelere, "harikulâde hâdiseler" diyoruz; sanki günlük işlerimizde harikulâdelik yok mu? Bir insanın annesiz-babasız dünyaya gelmesi harika da, basit, mikroskobik ve âdi, hakir bir damla suyun esrarlı bir yolculuktan sonra edindiği yumurtalık hücresinin arkadaşlığıyla, ruh ve hayat sahibi, gören, düşünen, bilen, konuşan 100 trilyon hücrelik bir insan hâline gelmesi harika değil mi?
Ne var ki, biz alışıp ünsiyet ettiğimiz ve gözümüze ülfet perdesi çektiğimiz için böylesi harikulâdelikleri sıradan vâkıalar olarak görüyoruz. Düşünüp değerlendirme mekanizmamızı hep sebep-sonuç münasebetlerine ve kanunların tesirlerine göre ayarladığımız için, her duyup-gördüğümüzü ve çevremizde olup biten her şeyi bu mekanizmaya adapte etmeye çalışıyoruz. Öyleyse, bize düşen, her şeyden önce fikrî bir ameliyat geçirmektir.
8. İster mucizeler olsun, ister âdiyat, ister sebep ve kanunlar, hemen hepsinin varıp dayandığı kaynak bir ve aynı değil midir? Asıl aynı, fasıl farklı; kaynak bir, usûl değişik; esas bir, tatbikat muhteliftir. Sonra, Hz. Âdem'in (aleyhisselâm) yaratılışı ile bizim yaratılışımız arasında esasen öyle çok fazla fark da yoktur. O, yeryüzündeki elementlerin bir araya getirilip, bir protein çorbası hâlinde balçık olarak iskeletinin kurulup, içine ruh üflenmesiyle mucizevî şekilde spermsiz yaratılmışsa, biz de sadece usûl farklılığı içinde, Allah'ın koyduğu kanun ve sebepler muvacehesinde, yine yeryüzünün elementlerini ihtiva eden gıdalardan vücut makinasında hâsıl olan spermin anne rahminde çeşitli tahavvülattan sonra iskelet hâline gelmesi ve bu iskelete ruhun üflenmesiyle yine bir mucize olarak yaratılmıyor muyuz? Asıl aynı, Yaratan aynı; fakat icraatta sadece belli sebep ve kanunların perdeliği var. İşte fark bu kadar!
9. Ruhun üflenmesi asıldır ve bunda herhangi bir farklılık yoktur. Değişen sadece cesede ait keyfiyettir. Bunun sebepler altında yapılmasını "normal" görüyor, sebepler üstü cereyan etmesine de "mucize" diyoruz.
10. Kâinatta, zaman gibi kuvvetler de izafîdir. Saniyenin, dakikanın, saatin ibrelerinin farklı zamanı göstermesi ve dünyada, ayda, daha başka gezegenlerde zamanın izafî olması gibi, kudret ve kuvvetler için de böyle bir izafîlik söz konusudur. Son gelişmeler çerçevesinde, kâinatta 5. ve 6. kuvvetlerin varlığından da bahsedildiğini burada hatırlatmak isteriz.
Nasıl insanlar arasında kuvvet farklılıkları varsa, aynı şekilde, insan-üstü ve insan-altı varlıklar arasında da kuvvet ve kudret izafiyet farklılığı vardır. Meselâ, cinlerin ve meleklerin kuvvet daireleri belirli sahalarda bizden çok geniştir. Biz 100 kiloyu kaldıramazken, cinlerin tonlarla oynadığı.. ve dünyanın çekim denilen dengesiyle vazifeli meleklerin varlığı bir hakikattir. Bu bize göre mucizevî ve harikulâde bir hâdisedir. Melek ve cinlerin aynı anda çok değişik yerlerde bulunabilme keyfiyetleri de böyledir... Öte yandan, kuvvet ve kudretleri bizden çok daha aşağı varlıklar da vardır. Meselâ, 100 karıncanın bir araya gelip bir yılda yaptığı işi 1 insan 1 dakikada bozup yeniden yapabilir, bu da karıncalar için âdeta bir mucizedir.
İşte, bütün kudretlerin, bütün kuvvetlerin üstünde, kudreti için bir şeye, yetip yetmeme meselesinin olmadığı, dolayısıyla da bu kudret karşısında zerre ile kürenin aynı olduğu Allah (celle celâluhu) vardır. Ve Allah için olağanüstülük söz konusu olmadığından, O kullarının eliyle dilerse bir şeyi bize göre 'mucize' olarak yaratır, dilerse âdiyattan bir iş olarak yaratır.
11. Mucizeler, bize kat'î ve doğrulukları sabit rivayetlerle gelmektedir.
Aklın belli bir sahası vardır; 10 kilo tartabilen bir teraziye 100 kiloluk yük konamayacağı gibi, belli bir kapasitesi bulunan akla da kendi üstünde bir güç tanınamaz. Akıl, kendi üstünde ve sahası dışında bir meselede ya inkâra gidecek ya da çaresiz boyun eğecektir. Meselâ, akıl Allah'ın Zâtı'nı asla kavrayamaz, Zât hakkında düşünemez, tanıma iddiasında bulunamaz; çünkü Zât, akla her gelen şeyin ötesinde hatta ötelerin de ötesindedir. Ona düşen, Zât'a iman edip, sıfât ve isimleriyle tecellîleri ve icraatı, tasarrufat ve eserleri üzerinde düşünmek ve mârifete ulaşmaya çalışmaktır. Yaratan'ın sanatı ve eseri olan akıl, Sanatkârı'nı kavrayamaz. Bu yüzden, mucizelerin asıl mahiyetlerinin, yani Allah'ın sebepler ötesi icraatının kavranması, ruhun kavranması kadar zordur. Dolayısıyla, yerleşmiş ve doğruluğu tescil edilmiş rivayet kanallarıyla gelen mucizeleri kabul etmek, en akıllıca yoldur.
12. Aklın iki türlü tecrübe sahası vardır. Bunlardan ilki, daha önce misli ya da benzeri geçmemiş, dolayısıyla kıyasa imkân bulunmayan hâdise ve vâkıaların sahasıdır. Bunlar, bazen tek ve münferit vak'a olarak kalır; bazen de misli ve örnekleri çoğalır gider. İnsanın ilk yaratılışı bu sahanın birinci şıkkına girer; yani, bu annesiz-babasız yaratılış bir daha tekerrür etmemiş, dolayısıyla kıyasa kapı açılmamıştır.
İkincisi, kıyasa ve ilmin kanunlarına tâbi olan misli ve benzeri geçmiş hâdise ve vâkıaların sahasıdır. Bu sahada alışagelen sebep ve kanunlar ilâhî icraata bir perde olarak göründüğünden, akıl daha çok bunlarla meşgul olur. Bu sebeple, benzeri olmayan ilk yaratılışı, münferit ve benzeri yok diye inkâra kalkışmak, en azından tefekkür, düşünce ve ibret noktasında aklın sahasını daraltmak, kendi sınırlarını aşmak ve dolayısıyla akıllı ve mantıklı hareket edeyim derken, akılsızlık ve mantıksızlık sergilemektir.
13. Münferit kalan ve alışılmışın dışında cereyan eden vak'alara biz 'şuzûzât-ı ilâhiye', yani münferit, benzeri olmayan ve ender meydana gelen hâdiseler diyoruz. Esasen, içinde yaşadığımız sebepler ve kanunlar dairesinde bile bu tür hâdiselere zaman zaman rastlar ve asla inkâr etmeyip; ilim adamlarının bunları inceleyerek, yeni icat ve gelişmelerle temel ya da destek ve izah bulmalarını bekleriz. Meselâ, İngiltere'de doktorların ülser tedavisinde artık ilaçları bırakıp, yavaş yavaş 'hipnoterapi' denilen telkin yoluna başvurduğunu öğreniyoruz. Telkin ve dua ile tedavi, şâz yani benzeri ve öncesi olmayan bir vâkıaysa, akıl ve ilim adına bunu reddetmemiz mi gerekecek? Öyleyse, akıl da ilim de, sebep ve kanunlar dairesinde olmayan mucizelere sırt çeviremez.
14. Allah, izzet ve azameti gereği sebepler ve kanunlar çerçevesinde icraatta bulunur; aynı zamanda O, Hakîm'dir de; yani abes işi olmaz, her yaptığında mutlaka 'hikmet' vardır. Fakat, ne sebepler ve kanunlar dahilinde icraatta bulunmak, ne de mutlaka her işinde 'hikmet'i gözetmek mecburiyetinde değildir.. evet Allah için herhangi bir mecburiyet söz konusu olamaz. Bu yüzden, hiçbir şeye mecbur olmadığını göstermek, akılların ve kalblerin sebep ve kanunlar ağına takılıp kalmasını önlemek, ihtiyar ve iradesini apaçık ortaya koymak ve nazarları Kendi'ne çevirtmek için Allah, zaman zaman şâz icraatta bulunur; sebep ve kanunları aşan hâdiselerle bizi karşı karşıya bırakır.
Günlük hayatımızda sık sık okur ya da rastlarız: Üçüncü kattan yetişkin bir kişi düşer ve ölür; fakat beşinci kattan düşen çocuğun burnu bile kanamaz. Yine bir uçak kazasında herkes hayatını kaybederken, kundaktaki bir bebek yara bile almadan kurtulur. Çift başlı dört ayaklı çocuk doğması, Güneş ve Ay tutulması, yapışık ikizler, daha önce geçtiği gibi yoginin şişe geçirilmiş bedeniyle yaşaması, yine kendisini ateşe atıp yanmaması ve dilini kesip, kan akmadan ve acı duymadan yeniden yerine yapıştırması gibi hâdiseler hep bu tür şuzûzâttan ve kanunlar-sebepler üstü hâdiselerdendir. Eğer bütün bunlar ve bunların daha üst buudunda cereyan eden mucizeler akla ve ilme uymuyorsa, o zaman aklı ve ilmi kabul etmenin de hiçbir mânâsı yoktur.
15. İlim ve akıl, sadece rasyonaliteye, maddeye ve atomun hareketlerine mahsus ve münhasır kılınamaz. Şundan ki, her şeyden önce akla sahip olup, ilim yapan insan madde ve cesetten ibaret değildir. İnsanın maddesine bakan, binlerce âlemden sadece biridir. Mucizeleri aklına sığdıramayan, ilmî gelişmeleri biraz olsun takip edip, ilim çevrelerinde olup bitenlere vâkıf bulunsa, o zaman, serseri bir meteor gibi boşlukta gezip duran aklı da tam yörüngesine oturtacaktır.
İnsanda ruh vardır ve bu ruhun da anlaşılamayan pek çok fonksiyonu mevcuttur. Ve bugün ruhla ilgili çalışmalar, ilmî mahfillerin başlıca uğraşılarından biri hâline gelmiş bulunmaktadır. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiş olup, göz ise mâneviyatta kördür. Mucizeleri inkâr edenler, belki de dine karşı yabanîlik ve tedirginliklerinden böyle bir yola başvurmaktadırlar. Ama düne hükmettiği gibi, gelecekte de gönüllere hükmedecek olan sadece dindir.
16. Modern ilimler, çok defa dün "yanlış" dediğine bugün "doğru", "doğru" dediğine ise "yanlış" diyebilmektedir. Bugün doğru kabul edilenin yarın yanlış, yanlış kabul edilenin de doğru olmayacağını kimse garanti edemez. Sonra, ilmin bugün açıklayamadığı madde, sebep ve kanunlar ötesi pek çok meseleyi "İlim yarın açıklayacaktır." diye bekleyip inkâr edememe karşısında, geçmişte olup biten hâdiseleri, "Mümkün değil." diye inkâra yeltenmek hiçbir akıl ve mantıkla izah edilemez. Neden "mucizeler" için de "Bunlar bizi, aklımızı, düşünce ve tecrübe sınırlarımızı aşar." deyip daha yumuşak yaklaşmıyoruz!
17. İnkâr eden aklın, kendine dayanak seçtiği ilme ait sebep ve kanunlar, yaratıcı olamaz ve dolayısıyla mucizelere hükmedemez ve mucizelerin anlaşılmasında bir ölçü ve mukayese vasıtası sayılamazlar. Zincirleme olarak sonsuza kadar uzanamayacak olan sebepler gibi, mucizeler de Yaratıcı Kudret'in eseridir. Kâinatta cebrî bir determinizmin hâkimiyetini varsayanlar, ilk sebebe gelince tıkanmakta ve 'niçin'e cevap veremeyip, 'nasıl'la uğraşıp durmaktadırlar.
18. İlimler adına mucizeleri inkâr edenler, hakikati anladıkları zaman utanacaklardır. Çünkü ileride, Kur'ân ve hadislerin parmak bastığı ilmî ve teknik icat ve gelişmeleri incelerken göreceğimiz üzere, pek çok ilmî ve teknik gelişme ve buluşun önünde onlara bayraktarlık yapan birer mucize vardır. Peygamberler ve Son Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), akılların bugünü idrakten fersah fersah uzak bulunduğu dönemlerde, belki bugünkü akılların da kavramaktan âciz kalacağı bir şekilde, mucizeleriyle bugüne ve bugünkü ilim ve tekniğin basamaklarına ışık tutmuş, hatta çok daha ötede ilim ve tekniğin henüz çok uzak bulunup, ulaşmaya çalıştığı zirveleri göstermiş ve bu zirvelere ulaşılmaz sınır taşlarını dikip, bayrağı dalgalanmaya bırakmışlardır.
- tarihinde hazırlandı.