İç Derinliği

Tebliğ adamı, aynı zamanda iç derinliğine sahip bir gönül eridir. Zira mürşidin sözleri, ancak kendi iç derinliği nisbetinde makes bulur. O, Allah'a yaklaştıkça, Cenâb-ı Hakk da onu kendine yakın kılar ve bir yerde onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve bütün hareketlerinin temel kaynağı olur. Yani artık, o mürşidin her hareketi, Allah'ın teyidi altında cereyan etmeye başlar; o bildiğiyle amel ettikçe, Allah (c.c) da ona bilmediğini öğretir.. ve onu hep doğruya ulaştırır. Hatta böyle biri en girift ve en mudil meseleleri dahi çok rahatlıkla çözebilir. Devamlı böyle olunca da cemiyet içinde temayüz eder ve sırat-ı müstakimin bir temsilcisi hâline gelir.

Seviyesi böyle olan birisine, sürekli Cenâb-ı Hakk'tan, akdes ve mukaddes feyizler akıp gelmeye başlar. O, bu feyizlerle hasıl olan manyetik alanda bütün cazibe ve çekiciliği ile irşâdlarını sürdürdükçe, onun çevresi binlerin, yüzbinlerin koştuğu bir ilâhî gölgelik hâlini alır. İşte büyük mürşitlerdeki o müthiş cazibe, onlardaki bu iç derinlikten kaynaklanmaktadır. Bu hâle gelen bir mürşit, yakîn-i tâmm'ı elde etmiş ve yakînin büyüleyici gücüne sahip olmuş sayılır. Yakîni elde etmek ise, îmandaki kemal noktasını yakalamak demektir. Zira Allah Resûlü (s.a.s) bir hadîslerinde: 'Yakîn bütünüyle îmandır'[1] buyurmaktadır. Yakîn; insan aklının bürhanlarla donatılması, zihnin tefekkürle imar edilmesi, düşünce ve fikirlerin ilhamla ışıldaması, nefsin ibadet ve taatle erimesi, kalbin de murâkabe ve müşahede ile Hakk'a nâzır bir mirat-ı mücellâ olmasıdır.

Yakîn, tevhide ermektir. Yakîne eren bir insanın ne başkasından korkusu, ne de başkalarından ümit ve recası olur. O'nun her şeyi Allah'tandır. Çünkü o, hayır ve şerrin bütünüyle Allah'tan geldiğine artık her hâliyle nigahbandır.

İşte, bu yönüyle yakîne eren bir insan, fütursuzdur, pervasızdır. O ölümü gülerek karşılar. Öyle ki o daha dünyada iken âhireti yaşamaktadır. Özlediği bazı yerleri de ölüm burakına binince göreceği inancındadır. Onun için de hep sevinçlidir. Bir hadîs mealinde yakîn ehli şöyle anlatılır: 'Benim ümmetimin içinde öyle mert insanlar vardır ki, onlar halk içinde mütebessim dururlar. (Bu Allah'ın nimetlerine tercüman olmanın ifadesidir.) Gecelerini de âh u vah içinde geçirirler. (Bu da Allah'ın azabından korkmalarının ifadesidir.) Onların kalıpları, maddî yapıları dünyada, mânâ yapıları ise semadadır.'[2]

Dünya ve âhireti beraber mütalâa eden ve böylece vahdet şuuruna eren yakîn ehli olabilmek, her mürşit için gaye-i hayal hâline gelmelidir. Bizim beklediğimiz ve özlediğimiz mürşit tipi işte budur. O mürşit ki, dünyaya dünya cihetiyle zerre kadar temayülü yoktur ve yine o mürşit ki, irşâd vazifesi olmasa, şu denî dünyada bir an bile kalmayı düşünmez. İşte Mesîh soluklu, Muhammedî ahlâklı mürşitler bunlardır. Ve her mürşit de aslında böyle olmalıdır.

Mesnevi'yi şerh eden Tahirü'l-Mevlevî anlatıyor: 'İskilipli Âtıf Efendi ile hapishanede beraberdik. Hoca, devrinin kültürüne vakıf, kalem erbabı bir insandı. Son duruşma için çok ciddî bir müdafaa hazırlamıştı. Ertesi gün mahkemeye çıkacak ve hakkında verilecek karar da belli olacaktı. Sabah namazından sonra İskilipli, hazırladığı müdafaa metnini parça parça etti ve götürüp çöp sepetine attı. 'Ne oldu, niçin yırttın?' diye sordum. Bana şu cevabı verdi: 'Bu gece rüyamda Fahr-i Kainat'ı gördüm. Ben oturmuş müdafaa yazıyordum. O da bana hitaben: 'Âtıf nedir bu tehâlükün? Yoksa bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de: 'İstemez miyim ya Resûlallah!' dedim. Artık benim O'na kavuşma vaktim gelmiş demektir, müdafaaya ne gerek var!'

O günkü mahkemede Âtıf Efendi'nin idamına hüküm verilir, ama o derin bir huzur içindedir ve idam fermanını gülerek karşılar. Çünkü verilen hüküm onun Resûlullah (s.a.s)'a kavuşmasını temin edecektir. Altına böyle bir burak çekilen insan niye sevinmesin ki! Doğru bildiği yolda yürüyen, her menzilde Hakk rızasını gözeten, her adımda Allah ve Resûlünün teveccühlerini yakaladığına inanan niye huzur içinde olmasın ki! Böyle bir kahramanı öldürebilirler; ancak asla mağlup edemezler. Evet, tebliğ adamı neticede onu muvaffakiyete götürecek işte bu ruh safveti ve duruluğunu her zaman muhafaza etmelidir.

Kendini Allah (c.c)'a adayan ve sadece O'nun rızasını kazanmaya çalışan, bugün olmasa da yarın ötede mutlaka her istek ve arzusuna kavuşacaktır. O'nu bulan neyi kaybeder ki!.. Aksine bir insan O'nu bulamamışsa bütün dünya onun olsa dahi ne değer ifade eder ki!..

Zaten, esas olan da duru bir gönül ve selim bir kalb ile Rabbe kavuşmak değil midir? Gerisi, bir sürü boş iş ve bir yığın teşviş sayılan işlere niye o kadar önem verelim ki? Cenâb-ı Hakk'tan niyaz ve temennimiz, gönlümüzü ebede kadar duru ve kalbimizi de O'na kavuşuncaya kadar safvet içinde muhafaza etmesidir. O, bizim Rabbimizdir. Biliyoruz ki, O'nun rahmeti gadabına sebkat etmiştir. Dileğimiz, sadece O'nun rızası ve yine sadece O'nun rahmetidir... 


[1] Buhari, İman, 1
[2] Müstedrek, 3/17; Beyhakî, Şuûbü'l-İman, 1/478
Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.