Safvet ve Samimiyet
Tebliğ adamı, mutlaka 'hâli muhafaza' etmelidir. Bununla; millet ve insanlık yolunda hizmet ederken kişinin hangi makam, mevki ve seviyede bulunursa bulunsun ilk günkü halini muhafa etme manasını kastediyoruz. Zaten tevazu, İslâm'ın özünde ve esasında vardır. Oysa diğer sistemlerde fertlerin birbirleriyle münasebetleri, umumiyetle 'ben' etrafında merkezileşir. Bu insanların 'ben'i, daima gizli bir tekebbür besler. Dolayısıyla da tevazunun yerini gurur ve kibir, mahviyetin yerini de kendini beğenme ve kendinden başka kimseyi görmeme alır.
Her insanın tabiatında 'ben' yörüngeli bu tür zaaflar mevcuttur. Bunlar usûlünce terbiye edilip, bu zaaflar birer birer yerlerini faziletlere terketmezler ise, insan manevî yönleri itibarıyla delik deşik bir hâl alır. Bu sebeple de şunu kesin bir dille söylemeliyim ki, içinde gurur ve kibir besleyen kimse, her şey olabilir, her makama yükselebilir fakat, asla tebliğ adamı ve mürşit olamaz. O tebliğden, tebliğ de ondan fersah fersah uzaktır.
Evet, tebliğ adamı, her zaman ve zeminde her türlü şartlar altında hâlini koruyan, değişikliğe uğramayan, muvaffakiyetlerle başı dönüp, bakışı bulanmayan ve ele aldığı işi, başladığı gün gibi bitiren insandır. Öyle ki, onun hasır üzerinde başlayan hayatı yine hasır üzerinde devam eder. Öldüğünde de onu aynı şekilde hasır üzerinde bulurlar. Cihanı değiştirse ve cihan çapında inkılâplar yapsa ve bir gün gökteki yıldızlar onun ayağının altına parke taşı gibi serilse, onun tavır ve davranışlarında zerre kadar kayma görülmez.
İşte, günümüzde en çok muhtaç olduğumuz da bu vasıftaki tebliğ adamları ve mürşitlerdir. Kitleleri peşinden sürükleyebilecek, sesini soluğunu duyurabilecek, gönlünün esintilerini etrafında estirecek olan güçlü mürşitler...
Samimî ve hâlis bir mü'minin en çarpıcı vasfı, onun tevazuu ve alçak gönüllülüğüdür. Onun, hayatı gayet sadedir. Gönlü gözü hep sadelikle doludur. Evi barkı ve muhiti yine bu manzara ile çevrilidir. Bu güzel vasfı o, Kur'ân'dan ve Resûlullah'ın (s.a.s) eşsiz hayatından almıştır. Zira; Efendiler Efendisi (s.a.s) hep böyle davranmış ve hep böyle yaşamıştır. O, Mekke'de ilk tebliğe başladığı gün nasıl tevazu içindedir; Medine'de hazırladığı ordu ile, sekiz sene evvel çıkarıldığı Mekke'ye fatih bir kumandan olarak girdiği gün de yine aynı tevazu içindedir. Mekke'ye girerken bindiği hayvanın yelesine değen başı, O'nun mahviyette, gün geçtikçe daha da derinleştiğinin en güzel örneğidir. Susamıştır, bir bardak su ister. Zemzem kuyusunun etrafında herkesin kullanması için bardaklar vardır. Orada herkes bu bardakları kullanmaktadır. Sahabi, en yakın evlerden birine koşmaya ve temiz bir su kabı getirmeye çalışır. Hemen Allah Resûlü (s.a.s) onu durdurur ve herkesin kullandığı bardaktan su içmek istediğini söyler. Evet, O, hiçbir zaman insanlardan ayrıcalıklı olmak istememiş ve şöyle buyurmuştur: 'Ben de insanlardan bir insanım. Herkesin içtiği kaptan içmeliyim.' Zaten O, hayatını hurma lifinden bir hasır üzerinde geçirmişti. Ukbaya hicretini de yine o hasır üzerinde yaptı. Üzerinde yattığı hasırı kaldırdılar ve O'nu o hasırın altına gömdüler. Ve bizler için cennetten daha mukaddes, O'nun Ravzası işte bu hasırın mekan tuttuğu yerden ibarettir. O'nun hayatında hiç zikzak yoktu; tebliğ yolu da bence böyle olmalıdır.
Hz. Ömer (r.a) halife olduğunda genişliği bugünkü Türkiye'nin altı-yedi katı bir ülkeyi idare ediyordu. Buna rağmen O da, İslâm'a girdikten sonra başlattığı hayat ritmini asla değiştirmemişti; değiştirmemişti ve halife olduğunda Medine'nin en fakiri olduğu gibi, vefat ederken de yine en fakiriydi. Üzerindeki elbisede -rivayete nazaran- otuzdan fazla yama vardı.[1] O'nu arayanlar ekseriyetle 'Baki-i Garkat'ta başını bir mezar taşına yaslamış, öyle düşünüyor bulurlardı.[2] Krallara taç giydiren ve kralları tacından eden koca halifenin hiç değişmeyen hayat tarzı işte buydu!.. Ve bu O'nun aynı zamanda en tesirli tarafıydı. Buna, hâl dilinin gücü ve tesiri de diyebiliriz.
Hadîs ilminin büyük imamlarından Hatemü'l-Esam, yine kendisi gibi hadîs ve tefsir ilminin devlerinden Muhammed b. Mukatil'in rahatsız olduğunu duymuştu.. dostlarından birinin teklifi üzerine onu ziyarete karar verdi. Dostuyla beraber Muhammed b. Mukatil'in evine gittiler. Ancak burası ev değil; âdeta küçük bir saraydı. Hatem önce eve girip girmemekte tereddüt etti. Ancak arkadaşının ısrarına dayanamayarak girdi; girdi, fakat girdiğine pişman oldu; zira evin içi dışından da müdebdebdi. Muhammed b. Mukatil, göz kamaştıran bir yatak odasında, yatağına uzanmış yatıyor ve başucunda duran bir hizmetçi de onu serinletmek için durmadan yelpaze sallıyordu. Bu manzarayı da gören Hatem'in hayreti dehşete dönüştü. Muhammed b. Mukatil sıradan bir insan değil, büyük bir âlimdi. Geceleri mutlaka teheccütle süslü ve seccadesi gözyaşlarıyla ıslaktı. Ama lüks hayat yaşama mevzuunda zaafı dolayısıyla onun da irşâda ihtiyacı vardı. Hatemü'l-Esam bu vazifeyi yerine getirecek bir seviye insanıydı ve ona bir şeyler anlatabilirdi. Anlatmak için de söze şöyle başladı: 'Naklettiğiniz hadîsler size hangi senetlerle ulaşıyor?' Muhammed b. Mukatil bunu sıradan bir hadîs usûlü sorusu zannederek: 'Benim rivayet ettiğim ricalin hepsi de sika'dır' dedi. 'Meselâ ben falandan rivayet ederim. Bu insan sözüne itimat edilir birisidir.' Ve ilave etti: 'Benim şeyhim falan şahıstır.' Hatemü'l-Esam sormaya devam etti:
- Ya onun şeyhi kimdir? O kimden rivayet eder?
- O da filan zattan.
- Ya o kimden?
- O da Hz. Ali'den.
- O kimden?
- O da Efendimiz'den (s.a.s).
- Peki Efendimiz (s.a.s) kimden?
- Elbette Cibril'den.
- Ya O?
- O da hiç şüphesiz Rabbimizden.
Ve işte bu sözün burasında Hatemü'l-Esam taşı gediğine koydu ve 'Demek ki, hadîsler size bu kadar sağlam senetlerle geliyor. Şimdi bana söyler misiniz, size gelen bu hadîsler arasında böyle bir köşkte, böylesi hizmetçiler arasında ve böyle sıcak bir döşekte yaşamanın faziletine dair hiç rivayet var mı?'
O söyledikçe Muhammed b. Mukatil renkten renge girdi. Hastalığı birden şiddetlendi. Yanındakiler Hatemü'l-Esam'a 'Sus artık adamı öldüreceksin' dediler ama o daha sert bir dille 'Esas böyle davranmakla onu siz öldürüyorsunuz' karşılığını verdi.[3]
Evet, irşâd ve tebliğ adına yola çıkanların, daha sonra teveccüh-ü nâsla hayat çizgilerini değiştirmeleri karşısında susmak, onları öldürmek ve onlara kötülük yapmak demekti. Hatemü'l-Esam ise o anda, yapılması gereken en güzel işi yapmıştı.
Bir gün de Hatem, İmam Tenafisi'nin ziyaretine gider. O da, devrinin büyük âlimlerindendir. Aynı zamanda devlet ricaliyle de yakın teması olduğu için, hayat standardı lüks denecek seviyededir. Hatemü'l-Esam: 'Efendim, der, ben sizin huzurunuzda bir abdest alsam da siz de bir baksanız. Yanlışım varsa beni ikaz etseniz.' Bir ibrik ve leğen getirtilir. Hatemü'l-Esam abdest almaya başlar. Ancak yüzünü yıkarken dört defa yıkar. Tenafisi, 'Üç defa yıkayacaksın. Dördüncüsü israftır..' diye hemen müdahale eder.
Zaten o da bu sözü beklemektedir. Abdest almayı bırakır ve: 'Benim yüzümü bir kere fazla yıkamam, yani bir avuç fazla su kullanmam israf oluyor da, senin bu sarayda, bu debdebe ve ihtişam içinde, şöyle halılar üstünde bütün bir hayatını geçirmen israf olmuyor mu? Yoksa İslâm bize israfı sadece abdest için mi haram kılmıştır?' der.[4] Tenafisi de büyük bir alim ve aynı zamanda faziletli bir insandır. Ancak, devlet ricaliyle olan yakın teması onu böyle bir hayat anlayışına sevketmiştir. Yaşadığı bu hayat, tebliğ ve irşâd adamının hayat tarzına uymadığı için Hatemü'l-Esam onu da ikaz ve irşâd etmeyi düşünür.
Günümüzde ise böyle lüks hayat yaşayanlar, maalesef, ekseriyetle yanlış bir telâkki yüzünden bu öldürücü zemine kaymaktadırlar. Kendileri farkına varmasalar da, görülen o ki, özlerini bulamamış bu insanlar, şahsiyetlerinde yarım kalan yerleri lüks hayatla tamamlamak istemektedirler. Bu ise, tamamen aşağılık kompleksinden kaynaklanmaktadır. Şahsiyetiyle bütünleşmiş bir insan, böyle basit vesilelere tenezzül etmez. İrşâd ve tebliğ adamı her şeyden önce şahsiyetiyle bütünleşmiş bir insandır. Bu itibarla da onun böyle lüks bir hayata talip olması düşünülemez.
Mahviyet bir büyüklük alâmetidir. İnsan, sıradan bir insan olmasını öğrendiği zaman insan olmasını da öğrenir. Ârizî sebeplerle büyüyenler, o sebeplerin ortadan kalkmasıyla hiçleşmeye yüz tutarlar. Bir insanı büyüten zenginliği, malı, mülkü ve makamıysa, bunların elinden gitmesi onun için tamamen bitiş ve tükeniş demektir. Halbuki insanın değeri kendi iç ve öz varlığından kaynaklanmalıdır ki, arızî durumlar onun şahsiyetini zedelemesin; o hep kendi olarak kalsın. Kendi olan bir insanı, ârızî sebepler aşındıramaz. Hatta ölmesi ve insanlar arasından ayrılıp gitmesi de onu bitiremez. Yüzbinlerin gönlü ona ebedî bir otağ olur. İsterse onun dünyada evi barkı olmasın. Hatta o, isterse bir hasır üstünde hayat sürsün. O, burada ve ötede bir ziyaretgâhtır; isterse onun kabrini belli eden bir kabir taşı dahi bulunmasın...
Hulâsa; mürşit ve mübelliğler sade ve duru bir hayat yaşamalıdırlar. Neticede ulaştıkları nokta ve içtimaî hayatta vardıkları seviye ne olursa olsun, onlar bu sadeliklerini bozmamaya ihtimam göstermelidirler.
[1] Şiblî Numânî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/393
[2] Kandehlevî, Hayatü's-Sahabe, 3/587
[3] Ebû Nuaym, Hılye, 8/80,81
[4] Ebû Nuaym, Hılye, 8/81
- tarihinde hazırlandı.