Sonuç
1) Tebliğ ve irşâd, vazifelerin en mukaddesidir. Zira Allah (c.c), en seçkin kulları olan nebileri bu vazife ile göndermiştir.
2) Tebliğ, normal zamanlarda farz-ı kifaye olsa bile, günümüzde ihmale uğrayan meselelerden olduğu için farzlar üstü bir farz konumuna gelmiştir. Onun ihmali kat'iyen caiz değildir.
3) Bu vazifeyi ihmal ederek ölen bir kimsenin nifak içinde ölmüş olmasından endişe edilmelidir. Çünkü böyle biri, şahsî farzlardan daha büyük ve sevap cihetiyle daha mühim bir vazifeyi terketmiştir.
4) İçinde tebliğ yapılan bir topluluk, semavî ve arzî bela ve musibetlere karşı korunma garantisi altındadır. Eğer bir toplumda üç-beş insan dahi olsa, bu kudsî vazifeyi yapabiliyorsa, Cenâb-ı Hakk o toplumu kendi koruması altına almıştır. Eğer, mesele aksine ise netice de aksi olacaktır. Yani içinde bu kudsî vazife yapılmayan topluluğu Allah (c.c)'ın helâk etmesi muhtemeldir. Geçmiş ümmetlerde meydana gelen toplu helâkler bunun en açık misallerindendir.
5) Bu kudsî vazife, fert, millet ve devletler planında ele alınmalıdır. Müslüman, dünya nizamının ana unsurudur. Onun bulunmadığı dünyada nizam olmadığı gibi, onun varlığının söz konusu olduğu yerde de anarşi ve terör olamaz. Bu ise Müslümanın tebliğ vazifesini hakkıyla edâ edip etmemesine bağlıdır.
6) 'Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker' yapmak, bir mü'minlik şiarıdır. Bu vazife, îmandan ayrı düşünülmemelidir. Zira Kur'ân, mü'minlerin diğer mü'minlere karşı dost olduğunu (Tevbe sûresi, 9/71) söylerken, bu dostluğu ayakta tutan ana umdeye işaret eder ve onun, bu kudsîlerden kudsî vazifeden ibaret olduğunu hatırlatır. Münafıklar ise, birbirlerindendir; (Tevbe sûresi, 9/67) fakat birbirlerinin dostları değillerdir. Zira onlar marufa mani olmakta ve münkere de teşvikte bulunmaktadırlar.
7) İslâm dini, Allah (c.c) tarafından teminat altındadır. Allah (c.c), kendi dinini koruyacaktır. Ama bu koruma, kadın-erkek bütün inananların himmeti ve bir kısım fertlerin dine sahip çıkmalarına bağlıdır. Dine sahip çıkıldığının en belirgin işareti de, Müslüman fertlerin tebliğ vazifelerini yerine getirmeleridir.
8) İlim-amel ve tebliğ bir hakikatin üç ayrı yüzüdür. Birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Tebliğde, ilim şarttır; amel ise tebliğin hayatıdır.
9) Tebliğ insanı, İslâmî hakikatleri ve içinde yaşadığı devri çok iyi bilmelidir. Devrini bilmeyen insan, dehlizde hayat sürüyor demektir. İnsanları oraya çekmeye ve onlara bu dehlizde bir şeyler anlatmaya çalışması ise zavallıca birer gayretçiktir.
10) Tebliğ insanının gönlü Kur'ân'a göre ayarlanmalıdır. Gönlü bu şekilde Kur'ân'a göre akort edilmeyen bir insanın, İslâm adına konuşması ve İslâmî hakikatleri anlatması çok zor, hatta imkânsızdır.
11) Tebliğ eri, tebliğ yaparken kullandığı bütün yolların meşru olmasına son derece dikkat etmelidir. Zira meşru bir hedefe ancak meşru yollarla ulaşılabilir. Allah Resûlü (s.a.s)'nün ve O'nun kutlu ashabının yolu da budur. Bize, hedefe varmak için her yolu meşru gören militanlar değil; tuttuğu yolun meşru olmasını, kılı kırk yararcasına inceleyen ve sonra da tatbik eden sahabî ruhlu tebliğ adamları lazımdır. Bu dini ayakta tutacak ve onu cihanın dört bir yanına götürecek olanlar da ancak bunlardır.
12) Tebliğ adamı, anlattığını muhakkak yaşamalıdır. Aksi durum, bir münafıklık alâmetidir ki, mü'min böyle bir duruma düşmekten fevkalâde sakınmalıdır. Anlattığını yaşamayan insanların söyledikleri sözlerde, tesir ve bereket de olamaz. Onlar saman alevi gibi çabuk parlar ve hemen sönerler. Isıtma adına bir kaloriye sahip oldukları söylenemez.
13) Tebliğ adamı, daima tevazu ve mahviyet hâlini muhafaza etmelidir. Bu, asil insanlara mahsus bir davranıştır. Îman ise, asaletin tâ kendisidir. Öyleyse tebliğ adamı, her mü'min gibi asil davranmalıdır. Allah Resûlü (s.a.s)'nün ahlâkı da budur. Tebliğ adamı işte bu ahlâkı bir karakter hâline getirmelidir.
14) Tebliğ eri, tebliğ vazifesinin dışında, devlet yetkilileriyle ve entel denilen sınıfla, onlar hesabına içli dışlı olmamalıdır. Bu konuda titizlik, onun durumunu ve izzetini korumasının en mühim şartıdır.
15) Tebliğ adamı, tebliğinde çok ısrarlı olmalıdır. Bu ısrar onun kendi dâvâsına karşı hürmet ve saygısının ifadesidir.. ve o, Cenâb-ı Hakk'ın büyük saydığı meseleleri tazîm edip büyük saymak mecburiyetindedir. Aksi hâlde, dediklerini kendisi yalanlamış olur.
16) Tebliğ adamı, fıtrat kanunlarıyla çatışmamalıdır. O, tebliğ ve irşâdında daima basiretli davranmalıdır. İnsanda mevcut bazı zaaf ve arzuları görmezlikten gelmek, asla doğru değildir. Asıl olan, bu zaaf ve istekleri güzele ve iyiye kanalize edebilmektir.
17) Izdırap ve çile tebliğ yolunun değişmeyen kaderidir. Tebliğ adamı, daha yolun başında kaderine razı olmalıdır.
18) Tebliğ adamı, bir şefkat kahramanıdır. Onun kaba kuvvet kullanarak hakkı kabul ettirme gibi bir yola tevessül etmesi hiç mi hiç düşünülmemelidir.
19) Tebliğ adamının en mühim özelliklerinden biri de fedakârlıktır. Zira her tebliğ adamı, havari karakterinde olmalıdır. Doğuştan havari yaratılmayanlar, asla seviyeli bir tebliğ adamı olarak ölemezler. Böyle bir iş ise, her şeyden önce fedakârlık ister.
20) Tebliğ adamı, duâ ile bütünleşen insandır. Duâ ise, ihlâs ve samimiyetin esasıdır.
21) Tebliğ adamı, aynı zamanda bir mantık ve realite insanıdır. Mantıkîliği ölçüsünde muvaffak olur ve içinde yaşadığı toplumda kabul görür.
22) Tebliğ adamı, insanların îmanı hususunda çok hassastır. Gördüğü küfür ve irtidat hâdiseleri, onun yüreğini parçalar ve o, bu kabil hâdiseler karşısında iki büklüm olur.
23) Tebliğ adamı, tebliğ işini hep bir aşk ve iştiyak içinde sürdürür. Zaten o, tebliğ işinin kara sevdalısı olmayınca, başarıya ermesi de mümkün değildir.
24) İç derinliği, tebliğ adamının ayrılmaz vasfı olmalıdır. İç derinliği bir mânâda onun yakîne ermesi demektir. Yakîne eren insan da, bütün faziletlerle mücehhez olmuş demektir.
25) Tebliğ adamı, dâvâsını tebliğ ederken, ruh duruluğuna ve kalb safvetine sahip olmalıdır. Ve arkasında zahîr olarak Allah'ı ve Resûlü'nü bulabilmesi için, en az dâvâsı kadar berrak bir hayat yaşaması şarttır. Böyle bir hayat ise ancak kalb safvetiyle gerçekleştirilebilir.
- tarihinde hazırlandı.