Tebliğ En Kıymetli Hediyedir
Tebliğ vazifesine, hediyeleşme bağlamında bir teşbihle yaklaşacak olursak, şunlar söylenebilir: Sizler yakınlarınıza, bayramlarda veya düğünlerde hediyeler götürürsünüz. Götürmeden evvel de, götüreceğiniz hediyenin isabetli olması için hassas davranır ve hediye götüreceğiniz şahsa götürülecek hediyenin seçimi mevzuunda bir hayli düşünürsünüz. Bu, gâyet normal ve hatta faydalı bir davranıştır. Çünkü hem hediyeleşecek, hem de götürdüğünüz hediye ile bir ihtiyacı karşılamış olacaksınız. İçtimaî hayatı paylaştığınız aynı yolun yolcusu insanlara gidip, onlarla sohbet etmeyi plânlarken de, en az hediye tercihinde gösterdiğiniz hassasiyet kadar hassas davranmalısınız ki, o insanlara en çok ihtiyaç duydukları şeyleri sunabilesiniz.
Unutmamalıyız ki, bugünün insanının en çok muhtaç olduğu şey; bir çift güzel söz ve nasihattir. Ve yine bugünün en kıymetli hediyesi, 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker'dir. Bu sebeple, bu vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirebilmek için öncelikle muhatabımız olan şahsı veya şahısları iyi tanımalı ve onların boşluk noktalarını, muhtaç oldukları hususları çok iyi tespit etmeliyiz. Aksi hâlde kametine uymayan ve ona şirin görünmeyen atlas bir cübbe de olsa, ona sevimsiz bir elbise giydirme gibi olacaktır ki, yapılan şey iyilik olmasına rağmen kötülük tesir-i icra edecektir. Çeşitli ideolojik ve fikri saplantılara dûçâr olmuş bir insanın, düşüncelerini berraklaştırmadan, onu semalarda dolaştırmanın hiçbir mânâsı olamaz. Kalbi küsuf tutmuş bir insanın gönül aynasında yıldızlar, ışıklarının serbest oyunlarını nasıl oynasınlar ki! Bu itibarla da, herhangi bir insana yaklaşmada o şahsın boşluklarını tespit çok mühimdir. Tâ ki, söylenen sözler onu düşündürsün, sarssın ve kendine getirsin.
Bazen sizin ızdırap dolu bir iniltiniz, onun kendine gelmesine ve boşluğunu duymasına sebep olabilir. Her hâlde, bir insanı kendine getirici o iniltiden, o ızdırap yüklü feryattan veya bir çift güzel sözden daha kıymetli hediye de olamaz! Öyle bir söz veya inilti ki, onun daha sonraki bütün yanlış gidişlerine 'dur' diyecek ve onu istikamete sevkedecektir. Kötüden iyiye yönlendirici, insanın önünde iyiden şehrahlar açıcı bu hediye, 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker'in tâ kendisidir. Ve bence hediyelerin de en kıymetlisi odur.
Buhari ve Müslim, ittifakla şu hadiseyi naklederler:
'Hayber muhasarası günlerce sürdü. Müspet hiçbir netice alınamıyordu. Hayber Yahudileri bütün güçleriyle direniyorlardı. Bir gün Allah Resûlü (s.a.s), 'Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, o Allah ve Resûlü'nü; Allah ve Resûlü de onu sever'[1] buyurdu. Bu bir sahabi için müjdelerin en büyüğüydü. Herkes bu pâyenin kendisine ait olmasını arzu ediyordu. Evet, onlar mü'min kardeşini her meselede kendi nefislerine tercih edebilirlerdi. Meselâ, son nefeste ve en çok muhtaç olduğu bir anda ağzına götüreceği bir yudum suyu, yanındaki kardeşi 'su' diye inlediği için, ona götürülmesini isteyebilirdi.[2] Malını, mülkünü, her şeyini, mü'min kardeşine seve seve verebilirdi.[3] Ama bugün söylenen söz, Allah ve Resûlü (s.a.s) tarafından sevilme garantisinin müjdesiydi. Hiç kimse onu kaçırmak istemez ve o mevzuda kardeşini kendine tercih edemezdi.
Velhasıl herkes, bu pâyenin kendisine nasip olmasını istiyordu. Hatta Hz. Ömer (r.a) gibi nadide bir fıtrat, konuyla alâkalı bize şunları söyleyecektir: 'Hiçbir imaret teklifini gönlüm arzu etmemişti. Bana da şu vazife verilse diye gönlümden geçirdiğim hiçbir mesele yoktu. Ama sadece o gece, sancağın bana verilmesini çok arzu ve ümit ettim. Çünkü bu işin arkasında Allah ve Resûlü (s.a.s) tarafından sevilme garantisi vardı.' Sahabe, sabaha kadar uyuyamamış, herkes heyecanla 'acaba bu paye kime nasip olacak?' diye düşünmüştü.. ve ertesi gün sabah namazında da herkes ön saflarda bu beklentiyle yer almaya çalışmıştı. Zira sancak, namazdan sonra sahibini bulacaktı. Namazdan sonra Allah Resûlü (s.a.s) cemaatine döndüğünde, bütün gözler, İki Cihan Serveri'nin üzerine kilitlenmiş ve O'nun iki dudağı arasından dökülecek sözcükleri beklemekteydi. Evet biraz sonra dudaklar kımıldayacak ve bu cennet kokulu ağızdan bir tek cümle çıkacaktı. Çıkacak cümle çok önemliydi, zira onda dünyanın en talihli insanının adı geçecekti. Heyecanların doruk noktaya ulaştığı bu kertede nihayet beklenen an geldi ve Allah Resûlü (s.a.s), o müşfik ve ürperti hasıl eden sesiyle 'Ali nerede?' dedi.
Artık iş anlaşılmıştı. Bu talihli insan Hz. Ali (r.a) idi. Fakat bir şans daha vardı, çünkü Hz. Ali (r.a), gözlerinde çok ciddî ağrı olduğundan dolayı, hasta idi. Bu ümitle cevap verirler: 'İşte şurada hasta yatıyor ey Allah'ın Resûlü!' Efendimiz (s.a.s) ise, onu yanına çağırdı ve mübarek parmaklarını ağzına götürdükten sonra onun gözlerine sürdü. O ağrıyan gözler, birden şifa buldu ve Hz. Ali (r.a), hayatı boyunca bu ağrıyı bir daha duymadı.
Evet, neticede sancak talihli sahibini bulmuş.. ve Hz. Ali (r.a) sancağı eline almış, Hayber'e doğru harekete geçmişti. Sonra aniden durdu ve Allah Resûlü (s.a.s)'ne, 'Ey Allah'ın Resûlü! Onlarla hangi şey üzerine savaşayım? Onlara nasıl bir teklif götüreyim?' dedi. İki Cihan Serveri (s.a.s) de, ona şu cevabı verdi:
انْفُذْ عَلَى رِسْلِكَ حَتَّى تَنـزلَ بِسَاحَتِهِمْ ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى الإسْلامِ وَأَخْبِرْهُمْ بِمَا يَجِبُ عَلَيْهِمْ مِنْ حَقِّ الله فِيهِ فَوَالله لَأَنْ يَهْدِيَ الله بِكَ رَجُلاً وَاحِدًا خَيْرٌ لَكَ مِنْ أَنْ يَكُونَ لَكَ حُمْرُ النَّعَمِ
'Bölgelerine girinceye kadar teennî ile hareket et (hemen savaşma). Sonra onları Müslümanlığa davet et. Eğer kabul ederlerse, senden mallarını ve kanlarını korumuş olurlar. Âhirete ait hak ve hukukları ise, Allah'a kalmış bir iştir. Ya Ali! Allah'a yemin ederim ki, senin vasıtanla birinin hidayete ermesi, yeryüzü dolusu kızıl deveyi Allah yolunda infak etmekten daha hayırlıdır.'[4]
O günden bugüne, nerede ve ne zaman bir İslâm ordusu muharebeye girecek olsa, her nefer kulağında Allah Resûlü (s.a.s)'nün bu mesajını duyar gibi olur ve duyduğu bu emre göre hareket etmeyi kendisi için bir vecibe telâkki eder.
Bizden önceki devirlerde, bir yandan bu ve benzeri hadîsler, diğer yandan da Allah Resûlü (s.a.s)'nün tatbikatları nazara alınarak, 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker' vazifesi sistematize edilmişti. Yani irşâdı düşünülen beldeye, ordudan evvel irşâd ekipleri giriyor, orada hakkı neşredip havayı Müslümanların lehine yumuşatıyorlardı. Eğer bu yolla İslâm'ın neşri ve yayılması netice veriyorsa, o belde kendiliğinden İslâm diyarı sayılıyor; şâyet karşı taraf direnip orada İslâm'ın neşrine mani olmak istiyorsa o zaman da 'fatihan' duruma müdahale ediyor; ediyor ve yukarıda zikrettiğimiz prensipler dahilinde davranıyorlardı. Yani evvelâ onlara İslâm tebliğ ve telkin ediliyor; zira biliyorlardı ki, onların vasıtalarıyla bir kişinin hidayete ermesi, yeryüzü dolusu kızıl deveyi Allah yolunda infaktan daha hayırlıdır.
Evet, netice itibarıyla bir Müslümanın, insanlık adına takdim edeceği en güzel hediye, yukarıda da arz ettiğimiz gibi, 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker' vazifesini yerine getirmesi olmalıdır. Evet, i'tidali bozmadan, hangi şart ve zeminde olursa olsun, mülâyemet ve müsamaha ile, asla yılgınlığa, bezginliğe de düşmeden bu vazifeyi yapmak, hediyelerin en büyüğü ve en kıymetlisidir.
[1] Buhari, Cihad, 103,121,143; Fedâil'ü Ashabi'n-Nebi, 9; Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 32,35; Tirmizi, Menâkıb, 20
[2] Müstedrek, 3/242
[3] Buhari, Menâkıbu'l-Ensar, 3; Tirmizi, Birr, 22
[4] Buhari, Fedâil'ü Ashabi'n-Nebi, 9; Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 33,34
- tarihinde hazırlandı.