Tebliğin Dine Sahip Çıkmada Bir Ölçü Olması

İslâm dini, Allah (c.c) tarafından teminat altındadır. O aslî duruluğunu kıyamete kadar devam ettirecektir. Evet, bu mevzuda vâ'd-i İlâhî vardır ve Allah kendi dinini koruyacaktır. Ama bu koruma ve muhafaza etme, inananların himmeti, Müslüman fertlerin bu dine sahip çıkmaları sayesinde olacaktır. Yani, Müslümanların bu dine sahip çıkmalarını, Allah (c.c) kendi koruma ve muhafazasına bir şart-ı âdi kılmıştır. Meşiet-i İlahî o istikamette olduğu müddetçe ve bu şart-ı âdi yerine geldiği sürece bu din korunacak demektir ki, İlahî vâ'di daha çok böyle anlamak gerektir.

Evet, inanan insanlar dine bekçilik yapmalıdırlar. Eğer dindar insanlar kendi dinlerinin nâşiri ve bekçisi olmazlarsa, dinlerinin feyiz ve bereketinden mahrum kalırlar. Bu da, hiçbir zaman, dinin Allah tarafından korunmadığı mânâsına gelmez. Belki onlar mürâcaat etmediler, talepte bulunmadılar ve Allah (c.c)'ın iradesinin taalluku itibarıyla, bir şart-ı âdi sayılan iradeleriyle işin içine girmediler. Allah da onları derbeder ve perişan etti. Veya gelen yümün ve bereketten onları mahrum etti. Bugün dinî hayatta görünen inkıraz bence böyle anlaşılmalıdır. Din, mü'minlerin sahip çıkmasıyla Allah (c.c) tarafından muhafaza edilecektir. Ve yine din, müntesiplerinin onu neşretmesi ölçüsünde âfak-ı âlemde şehbal açıp yükselecektir.

Resul-i Ekrem (s.a.s) dine sahip çıktı, Allah (c.c) da dinini korudu. Daha sonra ona asırlarca sahip çıkıldı, yine Allah (c.c) bu dini muhafaza buyurdu. Dinden ellerin gevşediği yerde de Allah (c.c), herkesi her şeyiyle perişan ve derbeder etti. Allah Resûlü (s.a.s), bu işi en mühim bir mesele olarak ele aldı. Gece gündüz ümmetini uyarmaya çalıştı. Zira öbür âleme ait mutluluk, insanların dine ait meseleleri yaşamasına bağlıdır. Ardından mahşerde, sıratta, cennette ve İlahî cemâli seyretmekte, tek geçer akçe dine hizmet, salih amel ve selim kalbtir.

İşte Allah Resûlü (s.a.s), ümmetinin eline böyle bir pasaport tutuşturabilmek için hep çırpınıp durdu. Dini tebliğ, O'nun en birinci meselesiydi. İşte, O'nun bu cehd ve gayreti iledir ki, cemaatinde de aynı şuur uyandı. Onlar da yürekten dine sahip çıktılar.. sahip çıktılar ve bu çalışmalar da asla boşuna gitmedi. Çünkü Cenâb-ı Hakk onların bu gayretlerine, dini korumakla karşılık verdi. Ve en güzel mukabelede bulundu. Sahabe, Allah Resûlü (s.a.s)'nden aldıkları mesajları dünyanın dört bir yanına ulaştırmak için âdeta birbiriyle yarış yapıyordu. Din adına bildikleri belki beş-on âyet, beş-on hadîsti, ama onlar, bildiklerini hem yaşıyor, hem de cihana yaymaya çalışıyorlardı.

İşte Mus'ab b. Umeyr (r.a)'in Mekke'den kalkıp Medine'ye gidişi, sadece ve sadece bu gayenin tahakkuku içindi. O, bu oldukça uzak beldeye yapayalnız gitmişti. Yanında başka hiç kimse yoktu. Medine'den Efendimize gelip, kendilerine dini öğretecek bir muallim talebinde bulunmuşlardı; Allah Resûlü (s.a.s) de onlara Mus'ab b. Umeyr (r.a)'i göndermişti. Mus'ab, orada bir evde misafir kalıyordu. Her gün yanına Medine'nin ileri gelenlerinden birileri geliyor, o da onlara dini anlatıyordu. Bir gün, Üseyd b. Hudayr (r.a), diğer bir gün Sa'd b. Ubade (r.a), bir başka gün de Sa'd b. Muaz (r.a) gelmiş ve Mus'ab'ı dinlemişti.[1]

Geldiklerinde ellerinde kılıçla gelenler, dönerken kalblerinde îmanla dönüyorlardı. Mus'ab (r.a), hışım içinde gelen bu istikbalin büyük sahabilerine öyle mülâyemetle davranıyordu ki, en haşin insan bile onun bu yumuşaklardan yumuşak davranışlarına uzun süre mukavemet edemiyordu. "Arkadaş, önce beni dinle. Sonra da istersen boynumu vur. Vallahi sana mukabele edecek değilim.." diyordu Mus'ab. Evet, bu kadar hayatı istihkâr eden ve bütün derdi, dâvâsı insanlara hakikati anlatmak olan bir şahsiyet karşısında yavaş yavaş buzlar eriyor ve her geçen gün Mus'ab b. Umeyr (r.a)'in etrafındaki hâle de genişliyordu. Bedir'e kadar Mus'ab'ın hayatı hep dini tebliğ etmekle geçti. Bu bir neşir dönemiydi ve o gün sahabeye düşen vazife de dini neşretmekti.[2]

Dini neşretme ayrı bir mükellefiyet, onu koruma ise daha ayrı bir mükellefiyettir. İşte Uhud'da da sahabe, bu koruma mükellefiyetini yerine getirmek için kılıca sarılıyordu. Bu koruma kahramanlarının arasında, Mus'ab (r.a) da vardır. O gün elinde kılıç akşama kadar savaşır; hem öyle savaşır ki, melekler dahi ona gıpta ederler. Bir ara Mus'ab yediği kılıç darbesiyle yüzüstü yere düşer. Hemen bir melek onun suretine girer ve Mus'ab'ın kavgasını devam ettirir. Akşam üzeri Allah Resûlü (s.a.s) ona hibaten: 'Mus'ab!' diye seslendiğinde melek: 'Ben Mus'ab değilim ya Resûlallah' der. İş anlaşılır, Mus'ab çoktan şehit düşmüştür.

Biraz sonra Allah Resûlü (s.a.s) ve bir grup sahabe, Mus'ab'ın na'şının yanına gelmişlerdir; gelmişlerdir ama, onun iki kolu da omuzundan kopuktur. Boynuna inen kılıç darbesi, başını gövdesinden koparacak kadar şiddetli gelmiştir. Evet, bu mübarek başı gövdeye bağlayan sadece birkaç liftir. Ve sanki Mus'ab, yüzünü bir yerden saklar gibidir.[3] Meselenin bundan sonrası zayıf bir rivayette şöyle anlatılır:

'Mus'ab'ın yüzünü niçin sakladığını ancak Allah Resûlü (s.a.s) anlayabilmişti. O, gözyaşları içinde sahabeye bu durumu şöyle anlattı: 'Biliyor musunuz Mus'ab niçin yüzünü sakladı? Birinci sebep şudur: Kolu kanadı koptu.. artık Resûlullah'ı koruyamayacaktı. Ya bu esnada biri Allah Resûlü'ne saldırır da ben O'nun yardımına koşamazsam, diye düşündü. İkinci sebep ise, ben şu anda Rabbimin huzuruna gidiyorum. Halbuki şu anda Resûlullah'ı korumam lazım. Ya Allah Resûlü'ne bir şey yaparlarsa ben Rabbimin huzuruna hangi yüzle varırım, diye düşünüyor ve yüzünü saklamaya çalışıyordu. "İşte Resûl-i Ekrem bunu söylerken, hakikat karşısında fedâi ve alabildiğine hasbî bir ruhun düşüncelerine tercüman oluyordu. O gün bu ruhu taşıyan sadece Mus'ab değildi."[4] Bütün sahabe aynı ruh ve şuuru taşıyordu. Onların bu civanmertliğinden ötürü de Allah dinini koruyordu.

Bu koruma belli bir devreye kadar devam etti; daha sonra yer yer sarsıntılar oldu. Bu sarsıntı devrelerinde, dine sahip çıkılmadığı için Cenâb-ı Hakk, dinin yümün ve bereketini kısmen kesiverdi. Çünkü bu din, ancak biz ona sahip çıktığımız ölçüde bizim dinimizdir. Biz sahip çıkmazsak, Allah o din varitlerinden bizi mahrum edeceği kaçınılmazdır.

Selahaddin Eyyubî, Kudüs Haçlı işgali altında iken, senelerce yüzü gülmedi ve hep ağlayıp durdu. Bir gün hatip minberde gülmenin, tebessüm etmenin gereğinden bahsetti. Namazdan sonra, hatip yanından geçerken Selahaddin hatibin elinden tuttu ve tarihin hafızasına nakşedilecek şu sözleri söyledi:

'Hocam, zannederim sözlerinde beni kastettin. Fakat Allah aşkına söyle, Peygamber'in miraca çıktığı mescit, düşmanların elindeyken ben nasıl gülerim?'

Zaten o büyük insan, Mescid-i Aksa'yı istirdat edip geri alıncaya kadar da hep bir çadırda kalmıştı. Böyle yaparken de; Allah'ın evi esir iken benim nasıl evim olur ki, diyordu.

İşte onlar dinlerini böyle korudu ve din de onların dini oldu. Şimdi sıra bizde, dine onlar gibi sahip çıkabilirsek!.. Günümüzde, onu temsil edip yayma mânâsına dine sahip çıkmak, her mü'minin üzerine farzlar üstü farzdır. Hiçbir mü'min, bundan müstesna tutulamaz. Evet, her mü'min evvela dini bilmeli, sonra bu dini yaşamalı, daha sonra da kendi hayatına hayat yaptığı dinini başkalarına anlatmalı, onların hayatlarını da bu nur ile nurlandırmalıdır. İslâm'a göre biz, her mü'mini bu vazife ile vazifeli sayıyoruz.

Burada önemli bulduğum bazı hususları ifade etmek istiyorum, zira bunların önemleri ölçüsünde bilinmedikleri ve üzerinde durulmadığı kanaatindeyim. Günümüz Müslümanlarının içinde bulunduğu bu hazin duruma düşmelerinin ve bu hâle gelmelerinin belli başlı sebepleri olmalı diyorum.

Birincisi; dinin yavaş yavaş ihmal edilişi. İkincisi; bazı dinlerde görüldüğü üzere, ruhbanlık sınıfı gibi sınıflar teşkil ederek, dînî hizmetlerin resmileştirilip belli bir zümrenin inhisarına bırakılması ve dînî hizmetlerin de o teşkilatın tekeline teslim edilmesidir. Bu durum da en az birinci sebep kadar bizler için tehlikelidir. Bir kere din, inhisar altına alınamaz. O hiçbir zaman belli bir sınıfın malı hâline getirilemez. Zira din, bütün müntesiplerinin, hepsinin dinidir. Her ferdin Cenâb-ı Hakk'la bir merbutiyeti vardır. Fertlerin Cenâb-ı Hakk'la olan bu hususî irtibatını ortadan kaldırmak nasıl mümkün olmazsa, onların ferdî olarak dine sahip çıkmalarına da mani olunamaz. Ruhbanlık teşkilatı gibi teşkilatlar icad ederek dînî hizmetleri tekelleştirmek, affı mümkün olmayan bir yanlışlık ve bir gaflettir. Bu gafletten kurtuluncaya kadar da, içinde bulunduğumuz yürekler acısı durumdan kurtulmamız mümkün değildir. Her fert dinine sahip çıkmalıdır ki, beklenen ferec ve kurtuluş içimize yol bulup girebilsin. Aksi davranışlar, hep zuhuru muhakkak ve mukadder olan dinin kendi gücünü ortaya koymasına manidir.

Aslında, dinî hizmetleri belli bir teşkilatın emrine verme, başkalarının bir oyunu olsa gerek. Böyle bir yaklaşımın İslâm'ın cihat ve tebliğ anlayışıyla da hiçbir alâkası yoktur. Evet İslâm dini, sadece camiye hapsedilecek bir din değildir. O bizim hem dünyamızı, hem de âhiretimizi mamur etmek için gönderilmiştir. Öyle bir bütündür ki, asla tecezzi ve inkısâm kabul etmez. Dini bir bütün olarak ele alıp değerlendirdiğimiz ve ruhlarımıza sindirdiğimiz gün, mezelletten kurtulmuş olacağız. Zira o gün ferdî, içtimaî ve insanî bütün meseleler vahyin aydınlatıcı şuaları altında vuzuha kavuşacak ve insanımız karanlıklar içinde bocalamaktan kurtulacaktır. Böyle bir duruma kavuşabilmemiz için de evvela bizlerin, o vahy-i İlâhî'ye dayanan ve Efendimiz (s.a.s)'in nurlu beyanlarından kaynaklanan dine, bütün gönlümüzle yönelmemiz ve iç âlemimizi o nur ile aydınlatmamız gerekecektir. Şunu, bir kere daha hatırlatmalıyım ki, biz iç yapımız itibarıyla durumumuzu değiştirmedikçe, Allah da bizi değiştirmeyecektir. Bu müspet mânâda da, menfî mânâda da böyledir. Böyle bir neticeyi doğuracak da yine fertlerin istikametidir. Fertlerin inhirafı, dînî hayatı alıp götürdüğü gibi; fertlerin istikameti de onu yeniden getirecektir. Öyleyse asıl olan fertlerin teker teker yetiştirilmeleri ve onların kendi dinlerine sahip çıkmalarıdır.

Unutmamalıyız ki, sağlam fertlerden sağlam aileler, sağlam ailelerden de sağlam cemiyetler meydana gelir. Cemiyetin temel taşında önce fert, sonra da aile vardır. Bunları ıslah etmeden sağlam bir toplum meydana getirmek asla mümkün olamaz. Sağlam cemiyet, Allah ve Resûlü (s.a.s)'nün tayin ettiği çizgiler içinde varlığını devam ettiren cemiyettir. Cemiyetin böyle bir çizgi içinde varlığını devam ettirebilmesi için, her gönlün marufla donatılıp münkerâttan temizlenmesi şarttır. Bunu yapacak olan da yine fertlerdir. Bu konuda usûl ve teknik ise, bizlere doğrudan doğruya Allah ve Resûlü (s.a.s) tarafından bildirilip talim edilmiştir.

Bu usûl ve teknikle yapılmayan tebliğ ve irşâd, hiçbir zaman istenen neticeyi veremez. Çünkü Cenâb-ı Hakk, bizzat kendi çizdiği yoldan başkasında gidilmesine rızası yoktur. O razı olmadıktan sonra bütün dünya o meseleyi kabullense de faydasızdır. Biz, ne kadar Allah (c.c) ile beraber olursak, O'nun rahmeti de bizimle o kadar beraber demektir.

Bizim makûs talihimizi, ancak dine sahip çıkan ve rahmetle irtibatını iyi ayarlayan kutlular değiştirecektir. Bir kere daha vurgulayalım ki, bu din, sahip çıktığımız ölçüde bizim dinimiz olacaktır. 


[1] Ebû Nuaym, Hılye, 1/107; İbn-i Sa'd, Tabakat, 1/220
[2] İbn-i Hişam, Sîre, 2/77-79; İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/185-187
[3] İbn-i Sa'd, Tabakat, 2/42; 3/120,121
[4] Halid M. Halid, Ricâlün Havle'r Rasul, s: 48
Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.