Ücret ve Ücret Talebi
fTebliğ insanı, yaptığı bu kudsî vazife karşılığında hiçbir ücret talep etmemelidir. Bu ücret, ister maddî ister manevî ve ruhî olsun, mutlak surette ihlâs ve samimiyete gölge düşürür.
İhlas ve samimiyete gölge düştüğü zaman da, o işin tesiri kırılır. Hatta değil maddî ücret karşılığında tebliğ yapılması, yapılmakta olan tebliğden manevî bir haz ve lezzet alınmasının dahi, tebliği samimi olmaktan çıkaracağı endişesi taşınmalıdır. Hele bir de o işin içine maddî menfaat girerse, samimiyet tamamen ortadan kalkar ve artık yapılan bu işe de asla tebliğ denmez; denemez. Kur'ân-ı Kerim'in, bütün peygamberlerin dilinden naklettiği:
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِي إِلاّ عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ
'Ben sizden bir ücret beklemiyorum, benim ücretim âlemlerin rabbi Allah'a aittir' (Şuarâ sûresi, 26/109) mealindeki âyeti, sözünü ettiğimiz hususa en açık bir delildir. Aslında nebilerin bu ifadelerinin altında biraz da şu inilti vardır:
'Ben, sizin uğrunuza dert ve ızdırap içinde kıvranıyorum. Siz ise bana mecnun diyor, hakaret ediyor, beni taşlıyor ve cemiyetten uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz. Ben kapı kapı dolaşıp hakkı anlatmaya çalışıyorum, siz ise her kapıyı benim suratıma kapamakla uğraşıyorsunuz. Yaptığınız bunca ezâ ve cefaya rağmen, ben sizden ne dünya ne de ukba adına bir şey istiyorum. Benim mükâfatımı verecek, ancak beni bu vazifeyle gönderen Zat'tır.' İşte Hz. Âdem'den (a.s) Efendimiz'e (s.a.s) kadar bütün peygamberlerin sesi-soluğu ve vazife esprisi!
Hz. Mesih'in havarileri -geldikleri yer Antakya ise- Antakya'ya geldiklerinde, zamanın devlet ricali derhal onların hapsedilmelerini isterler. Emir yerine getirilir ve Havariler hapsedildiler. O yörede herkesin saygı duyduğu ve görüşlerine itimat ettiği Habib-i Neccar bu meseleyi duyunca hemen koşar gelir ve ilgililere hitaben:
اتَّبِعُوا مَنْ لا يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ
'Kendileri hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun..' (Yâsîn sûresi, 36/21) der. Kur'ân bu hadiseyi naklederken yukarıda zikrettiğimiz âyetiyle, tebliğcide olması gereken iki şartı, daha doğrusu tebliğcinin iki vazifesini daha nazara verir. Bunlardan birincisi, evvelâ tebliğcinin kendisinin hidayette olması, ikincisi ise, yaptığı tebliğ mukabilinde kimseden bir şey istememesi.
Evet, namazsız bir insan mürşit ve mübelliğ olamaz. Zira ibadetlerini kusursuz yerine getirmeyen bir adamın dedikleri dinlenmez ve tesir de etmez. Kursağına riba, rüşvet, haram kazanç gibi şeyler giren bir insan da asla mürşit olamaz. Dünyevî hayatın israf ve konforu içinde bulunanlar ki, âhiretleri adına kendileri irşâda muhtaçtırlar, nasıl mürşit ve mübelliğ olabilirler ki!
Evet, hayat standartlarını, Sevad-ı A'zamın hayat seviyesine göre ayarlamayan insanların, Peygamber'in ve onun nurlu ashabının yolunda gittikleri söylenemez. Böylesi insanların davranışları ve söyledikleri yalandır ve yalanla da hiç kimse doğruyu bulamaz. Doğruyu kendi bulamamış olanın, başkalarına doğruyu buldurması ise kat'iyen mümkün değildir.
Tebliğ adamı, doğruyu gösteren sabit bir tabela gibidir. Onun hayat ve yaşayışını gören herkes, rahatlıkla onun simasında doğrunun ve doğruluğun şekillenmiş hâlini de görür ve bulur. Daha doğrusu görmeli ve bulmalıdır.
Kur'ân, müttakilere bir hidayet kaynağıdır. Hayatı, Kur'ân'ın belirlediği çerçeveye girmeyen bir insan, bu hidayet kaynağından nasıl istifade edebilecek ki? Gerçek hidayet, Kur'ân'ın tarif buyurduğu sırat-ı müstakimdir. Yaşadığı hayat müstakim olmayan, hidayete erememiştir. Onların, insanları hidayete götüren yolda rehberlik yapmaları ise tam bir çelişkidir. Öyleyse mürşit ve mübelliğler, peygamber yolunda, peygamberlere ait vazifeyi yaparken, peygamberlere ittiba etmek mecburiyetindedir. Bilhassa gönlü beyni kadar, beyni gönlü kadar münevver bir kâmil mürşidin ifadelerine, günümüz tebliğcisi her zamandan daha ziyade kulak vermelidir. O şöyle demektedir: 'Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. 'İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar' deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır..'[1] Evet, ehl-i dünyayı bu konuda tekzip etmek fiilen olmalıdır. Gerisi lafazanlıktır ve lafazanlık yapmanın da hiçbir faydası yoktur.
Yeryüzünde her zaman, İslâm'a hizmeti omuzlayacak bir gönüllüler kadrosu olmalıdır; olmalıdır ve insanlığın mutluluğu için var olan bu fedâiler, insanlığa hakikî bir tebliğcinin nasıl olması gerektiği dersini de vermelidir. Bu kadro, o kadar hasbî olmalıdır ki, öldüğünde üzerinden çıkacak mal varlığı ancak kefen bezine yetmeli, hatta bazen o kadar da bulunmamalıdır. İşte hayallerimi süsleyen inanan gönüller ve işte büyük dâvânın büyük hameleleri!
İslâm'ı yaşamanın diyalektiğini yapanları şimdiye kadar bu millet çok gördü, çok dinledi. Onlarda gördükleriyle her defasında inkisara uğradı ve iki büklüm oldu. Zannediyorum daha fazla aldatılmaya da tahammülü kalmadı. Şimdi artık o, lafa değil, yaşantıya bakıyor. Fiili, söylediklerini doğruluyorsa onu bağrına basıyor ve onun yoluna baş koyuyor. Aksini ise ne dinliyor ne de ona itibar ediyor.
Müsaadenizle, meseleyi biraz daha açalım; siz, tepeden tırnağa sizin hayatınızı yaşayamayanları kendinizden saymaz ve onlara itimat etmezsiniz. Zaten, çarpıklara tam güvenmek ve bağlanmak da, mü'minlik firasetiyle bağdaşmaz. Eğer birine bel bağlamak istiyorsanız, evvelâ onun yaşayışına bakarsınız. Eğer fakirâne, mütevazıâne yaşıyorsa ve söylediklerini de, yaptıkları yalanlamıyorsa ona bağlanırsınız, bağlanırsınız ve bu gayet tabiî ve normaldir. Aslında herhangi bir şahsı böyle bir mihenge vurmadan arkasına takılıp gitmek de kat'iyen doğru değildir. Doğru olmadığını da tarih binlerce misaliyle göstermiştir. Bu itibarla ağzı çok laf yapana değil, davranışları Muhammedî olan insanlara ittiba edilmelidir. Meselenin sadece suretinde takılıp kalan ve cerbezeyi büyük bir marifet sayanların İslam'a hizmet etmede zarardan başka yapacakları bir şey yoktur. Onlar ruhta bizden uzaktırlar, biz de onlardan uzak olmalıyız.
Ayrıca, bir yere angaje olmuş ve bir yerin minneti altına girmiş bir insanın, minnettar olduğu insanlara karşı bir şey anlatması da mümkün değildir. Onun içindir ki, Ebû Hanife, Leys b. Sa'd, İmam Sevri, Fudayl b. İyaz, İbrahim b. Ethem ve daha niceleri bu mevzuda fevkalâde hassas davranmışlardır. Ve yine ondandır ki, bu zatlar, dedikleri ve söyledikleriyle asırları aşarak bize kadar gelip ulaşmış tebliğleriyle müessir olmuşlardır. (Ne velud bir devir ki, cihanları aydınlatacak bu kadar çok insanı birden bağrında yetiştirebilmiştir!)
Meselâ Süfyan-ı Sevri, çok mahzun ve mükedderdir. Kendisine üzüntüsünün sebebi sorulunca şu cevabı verir: 'Ben bu kadar insanı önüme aldım, onlara hadîs, fıkıh ve tefsir okuttum. Fakat gördüm ki, bu insanların çoğu kadılık veya bir başka memuriyet alıp devlete intisap ediyorlar. Bu durum beni çok üzüyor. Yarın mahşer gününde, onların yaptıklarının hesabı da benden sorulur diye çok korkuyorum.'[2]
Süfyan-ı Sevri'nin, Halife Harun Reşit'e yazdığı mektup ise hepinizin malumu ve örnek bir davranış remzidir. Harun Reşit halife olur. Bir eski dostu ve arkadaşı olan Süfyan'ın da kendisine gelip biat etmesini bekler. Elbette ki böyle bir dostluk hatırına bu onun hakkıdır. Ama, Süfyan hiç de onun gibi düşünmez. Derken Harun Reşit artık dayanamaz ve bir mektup yazıp Süfyan-ı Sevri'ye gönderir. Mektubunda biraz da ona sitem ederek: "Herkes geldi biat etti, alacağını aldı. Halbuki benim gözlerim hep seni bekledi durdu." Süfyan, gelen mektubu kendisi açıp okumaz. Talebelerinden birine okutur. 'Bir zalimin yazdığı mektuba ben el süremem' der. Sonra da cevabı aynı kağıdın arkasına yazdırır. Talebesi, kirli bir kağıda, halifeye gidecek mektubu yazmak uygun olmaz, mânâsına itirazda bulunursa da, bu büyük insan ona şu cevabı verir: 'Eğer bu kağıt milletin malından alınmışsa onu geri göndermiş olacağız. Eğer kendi malından ise benim onun için harcayacak param yok...'
Sonra da şunları dikte ettirir:
'Harun, halife oldun. Milletin parasını sağa-sola savurdun. Beni de bu işe şahit tutmak için yanına çağırıyorsun. Unutma, bir gün Rabbinin huzuruna çıkacak ve bütün bu yaptıklarından hesap vereceksin..' diye başlayarak uzun uzun nasihatlerde bulunur. Hâdisenin gerisini, Harun Reşit'in sarayında bulunan bir müşahit bize şöyle nakletmektedir:
Harun Reşit, mektubu alıp okudu. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Her namazdan sonra bu mektubu getirtip okutuyor ve ardından da: 'Senin gibi dost esas bu günlerimde benim yanımda olmalıydı. İşte o zaman inhiraftan, kaymaktan kurtulmuş olurdum...'[3]
Süfyan'a cesaret kaynağı olup ve bir halifeye bu şekilde hitap edebilme gücünü veren neydi? Bu güç onun, dünya karşısında serfürû etmemesi, dünya ve mâsivâyı aşmış bulunmasıydı. Eğer, o da emsâli gibi dünyaya bağlansa idi, bir halifeye bu şekilde hitap edemezdi. Harun Reşit ki, beş vakit namazını kılan, haccı, umresi ve nafile orucu olan bir insandı. Rakik ve ince kalbliydi. Ancak bazı yanlış tasarrufları karşısında bir eski dostu, onu bu şekilde ikaz edip uyarıyordu.
Burada, bir lâhza durup, insanlığın kurtuluşunu kendilerinden beklediğimiz nesillere evvel ve ahir bir tavsiyemi arzetmek istiyorum: 'Aziz ve onurlu olun. Paçanızı ve yakanızı belli güç kaynaklarına kaptırmayın! Sırf milletimiz ve insanlık için belli vazifeleri kabul etseniz dahi, her zaman müstağni davranın! Hak ve hakikati neşredip yayma mevzuunda başkalarının tahdit ve kayıtları altına sakın girmeyin! Allah'ın koyduğu esaslar çok mühimdir. Siz ancak O'na kul olun! Böyle yaptığınız takdirde sözleriniz tesirli olur ve tebliğ ettiğiniz şeyler de ma'şeri vicdanda kabul görür.'
Hem sizin sözlerinize tesir etme gücünü bizzat Cenâb-ı Hakk tekeffül buyurmuştur. Siz başkalarından karşılık beklemezseniz, karşılığı Allah'tan alırsınız. Nasıl mı alırsınız? Dünyada sözlerinizin tesir etmesi şeklinde; âhirette de, cennet ve Cemalûllah ile müşerref olmak suretiyle. Eğer bu şekilde davranmaz da, halktan bir şeyler talep ederseniz, evvela sözlerinizin tesiri kaybolur, sonra da nimetlerin en büyüklerinden mahrum kalırsınız.
Dünyevî makam ve mansıplar geçicidir. Ne onlara bağlanmaya, ne de onlarla gururlanmaya değer. Zaten bugünkü şartlarda yapılan memuriyet, ancak zaruret muvacehesinde caizdir. Günümüzde bir memurun, aldığı maaşından kendisi ve ailesi yese de, ondan miras bırakmaması bir vera' gereğidir. Çünkü alınan maaşlara mutlak surette pek çok mahzurlu şeyler bulaşmaktadır. Ancak, söylediğim bu husus, içinde bulunduğumuz şartlara göre söylenmiş bir sözdür. Ümidim var ki, bir gün bu şartlar bütünüyle değişir ve herkes meşru bir kazanç yolu bulur.
Biz bugün, sadece dünyevî makam ve mansıpları değil; tebliğ adına faraza bizde bulunsa uhrevî makam ve mansıpları dahi terketme kararındayız. Evet, on kişiye hak namına bir şeyler anlatmayı, parlâmenterliğe tercih edeceğimiz gibi, gerekirse gavslığa, kutupluğa da tercih edebilmeliyiz. Çünkü asıl olan bu insanların uyarılması ve irşâd edilmesidir. Hiçbir mevki ve makam, -dünyevî olsun uhrevî olsun- bu işin önüne geçemez.
Bu itibarla, tebliğleri verdiği hizmetleri, dünyevî menfaatlere alet etmesi, hak ve hakikatleri neşrederken elde ettiği şöhreti dünya adına kullanması, altın ve elmasları, cam parçalarıyla değiştirmesi gibi bir ahmaklık olur.
Bir zayıf hadîste, Hz. Musa (a.s) devrinde böyle davranan birisinin, domuz şeklinde meshe uğradığı haber veriliyor. O, her mecliste Hz. Musa'dan (a.s) ve O'nun büyüklüğünden bahsediyor olmasına rağmen, bütün bunları kendi çıkarlarına alet ettiği için Allah (c.c) da onu mahlukatın en habisine tahvil etti.
Sûreten mesh, bu ümmetten kaldırılmıştır. Bu mevzuda Allah (c.c), Habibine te'minat vermiştir. Ne var ki, sîreten birçok kimse hep o adamın akıbetine uğramışlardır. Mevla'dan niyazımız, bizleri ve bütün tebliğ ehlini böyle bir akıbete sukut etmekten muhafaza buyurmasıdır. O, duâları kabul eden ve duâlara cevap vermeye gücü yetendir.
[1] Mektubat, 2. Mektup s.13
[2] Gazali, İhyâ, 1/48
[3] Gazali, İhyâ, 2/507-509
- tarihinde hazırlandı.