Fanteziler ve İhtiyaçlar

Yıllar var ki milletçe, hakikî ihtiyaçlarımızı görmezlikten gelerek, ihtiyaçmışçasına bir kısım fanteziler arkasından koşup durduk. Bazen neyin ihtiyaç olduğunu kestiremeyerek, bazen de bir kısım lükslerimizi ihtiyaç zannederek, hayatımızı bütünüyle bu kabil lükslere bağlayıp sürekli tenakuzlar (çelişki) yaşadık. Böyle bir çelişki hangi sâiklere dayanırsa dayansın biz, onca ciddî ihtiyaca rağmen, her zaman bir kısım fanteziler peşinde olduk. Dahası, bazen peşinde bulunduğumuz şeyler ihtiyaçlarımızı gidereceğine, onları daha da artırdı; artırdı da, tıpkı susuzluktan ciğeri kebap olmuş birinin hararetini giderme yolunda deniz suyu içe içe, içme-susama fasit dairesinde zebun olup gittiği gibi, biz de, herhangi bir ihtiyacımızı gidermeyen bir kısım fantezilerin bağımlısı olarak bütün enerjimizi bir hiç uğruna kullana kullana, gölgelerin azat kabul etmez köleleri hâline geldik.

Bu itibarla da millet olarak, şu anda başka şeye değil, bizi içinde bulunduğumuz bu 'körebe' oyunundan kurtarıp, her zaman tabiatlarımızla bağdaşabilecek olan o köklü dînî, millî, ahlâkî, terbiyevî disiplinlerimizi hayata geçirmeye ihtiyacımız var. Şimdi, hem ortada zaruret derecesine gelmiş böyle bir ihtiyacı, hem de bu ihtiyacı karşılamanın biricik yolu o sağlam medeniyet telâkkimizi, o mazbut millî tabiatımızı ve o zengin kültür yapımızı görmezlikten gelerek, bir kısım fanteziler arkasından koşmamız, kendi millî değerlerimizi ihmal ve millet rûhunu tahrip değil de ya nedir..?

Bizim medeniyet telâkkimiz ve kültür anlayışımızda, insan ve insanî değerler her zaman öncelikli konular olagelmiştir. İş böyle iken, her biri birer elmas sütun mahiyetindeki kendi kültür kaynaklarımızı kulak ardı ederek; zenginlerden zengin o koskoca tarihî mirasımıza rağmen, farklı ve mânâ köklerimize ters bir dünya görüşü ortaya koymak, bilmem ki hangi mübrem ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır.? Ama gel gör ki, toplum olarak, yıllardan beri kendi iç âlemimizi, mânâ köklerimizi ve dünden tevarüs ettiğimiz değişik zenginliklerimizi hesaba katmadan ve tamamen bir kısım fantastik mülâhazalar, ya da bazı kimselerin lüksü olarak, hazır bir elbise gibi nice nesepsiz şeyleri alıp başımıza geçirerek, hem millet yapısındaki tenasübü hem de millî endamımızı berbat etmişizdir. Evet, körü körüne benimseyip millete de dayattığımız nice şeyler olmuştur ki, ya tamamen bir basiretsizlik ve cehalet sâikiyle, ya da başkaları öyle istediği için bu yabancı unsurlar gayet rahat gelip bize ait değerlerin yerlerine oturmuşlardır da, kılımız bile kıpırdamamıştır. Çok acıdır, bu meş'um dönemde zekâlarımız, hevâlarımızla heveslerimizin emir kulu, mantıklarımız göreneklere tâbi, iradelerimizin kolu-kanadı kırık, muhakemelerimiz de başkalarını taklide bağlı olmanın darlığı içinde, lüksten lükse koşan birer çağzede gibi hep sürüm sürüm yaşamışızdır.

Evet, milletçe bu karanlık dönemde, hemen her zaman mantıkî boşluklarımız, ahlâkî zaaflarımız ve entellektüel yetersizliklerimiz üçgeninde, tıpkı Bermuda Müsellesi'ne kapılmış gibi kendimizi ölüme salmış ve âdeta birer cansız cenaze görünümü sergilemişizdir.. bu arada bazı aydınlarımızın durumu ise, bütün bütün yürekler acısıdır. Evet, varlık ve hâdiseleri bir bütün hâlinde görememe zaafı, terkip ve tahlil zaafı, şablonculuk ve taklit zaafı ve kendi kendini inkâr zaafı içinde her yanıyla hiçliğe emanet bu dönemin aydınları, yol alıyorum vehmiyle hemen her zaman gidip mesafelere takılmış ve birer yol garibi gibi, bir oraya bir buraya toslamış durmuşlardır. Kimseyi suçlamaya hakkımız yok; göz göre göre yoldan çıkan bizlerdik. O koskoca tarihî sorumluluk da bize aitti. Hele kat'iyen kimse kabahati bilime, teknolojiye ve değişik türden düşmanlarla sarılı bulunduğumuza yüklemeye kalkmamalıydı. Onları ortaya atan, şekillendiren ve bütünüyle hayatı onlara bağlayan, başta yarım aydınlarımız olmak üzere bizlerdik. Bilim, bilim olarak masum, teknoloji de günahsızdı. Bu itibarla da, eğer mutlaka bir mücrim aranacak idiyse, o bizim aramızda aranmalıydı.

Evet, insan, kâinat ve topyekün hâdiseleri gerçek sahiplerinin referansı çerçevesinde bir türlü değerlendirememe ve yanlış mânâlandırma sonucu her şeyi tabiat ve esbaba bağlayan, en açık şeyleri bile anlaşılmaz hâle getiren, ifadeleri gayet vâzıh kâinat kitabını, dizaynı olabildiğine mükemmel dünya sarayını ve o kitabın okuyucusu, sarayın da nezaretçisi sayılan insanı gayesiz gören ve gösteren bizlerdik. Bizler, hiçbir şeyi temelde doğru yorumlayamadığımız gibi, varlığın mâverâsını da bir türlü göremedik; dolayısıyla da, eşya ve tabiat adına hilâf-ı vâki bir sürü yorumda bulunduk. Ne varlığı analitik bir mülâhaza ile ele alabildik, ne de varlık ötesi gerçeklerle alâkalı tutarlı bir şey söyleyebildik. Yanlış gördük, yanlış değerlendirdik ve yanlış sonuçlar karşısında hep apışıp kaldık. Derken, bu zincirleme hatalarla sürekli zincirleme günahlara girdik.. cezasını geri kalmışlıkla, fakirlikle, türlü türlü iftiraklarla çekeceğimiz zincirleme günahlara.

Oysaki eğer, daha ilk yenilenme rüyaları görmeye başladığımız günden itibaren, maddeyi de mânâyı da kontrollü olarak ele alıp atbaşı götürebilseydik, hem zihnî ve rûhî faaliyetlerimiz, hem de fizyolojik hareketlerimiz dengeli bir çizgi takip edecekti. Evet, daha o ilk günlerde hiç olmazsa bir parça okuyup düşünebilenler; matematik, fizik, kimya, astronomi ve biyolojiye olduğu kadar metafizik mülâhazalara, dine-imana ve kendi düşünce çizgimizde estetiğe; sözün özü, temel kültür kaynaklarımıza yönelebilselerdi, bugün çok daha farklı ve insanlık adına daha yararlı neticeler elde etmiş olacaktık. Ama ne gezer.! Biz, büyük ölçüde ikinci şıkkı tamamen ihmal ederek, ihmalin de ötesinde, her zaman o türlü düşüncelerin aleyhinde bulunmayı aydınlığın gereği saydık. Öyle ki, en önemsiz şeyler karşısında fevkalâde duyarlı davrandığımız hâlde, zihnî, rûhî, kalbî aktivitelerimizi bütün bütün görmezlikten gelerek, bilim ve düşünce adına da, din-iman ve bütün metafizik mülâhazalar hesabına da, Einstein'ın yaklaşımıyla, bir sürü kör bir sürü de topal yetiştirdik. Bilim ve araştırma mevzuunda duyarlı olmak elzemdi ve o hususta kat'iyen kusur edilmemeliydi. Buna 'eyvallah' ama, ne gariptir ki biz; insan, varlık ve hâdiselerle alâkalı konularda -gücümüz nispetinde de olsa- meselenin fizikî buuduna fevkalâde ihtimam gösterirken, metafizik yanını bütün bütün görmezlikten geldik ve geliyoruz. Her şeyi maddeye, kaba güce ve ekonomiye bağlıyor ve bunları, dünyayı cennetlere çevirmenin biricik temel unsurları sayıyoruz.

Aslında böyle bir mülâhaza ile maddeyi, kuvveti, ekonomiyi hafife aldığımız zannedilmemelidir. Ama eğer, bugün insanlık ciddî bir huzursuzluk içinde ise, nesiller her gün biraz daha kargaşaya kayıyor ve ırz çiğneniyor, namus pâyimal olup gidiyor ve herkes birbirini ısırıyorsa, siz bütün bu olumsuzlukları ve bu korkunç boşlukları, madde ile ve onun vadettiği refahla kat'iyen dolduramazsınız. Zaten onca gayrete rağmen doldurulamayıp 'toplumsal' barış ve güven adına bir şey yapılamadığı da meydanda. Ama acıdır, belli bir süreden beri biz, dünyevî mülâhazaları ve maddî refah unsurlarını her şeyin önüne çıkararak, tıpkı materyalistler gibi, hatta daha da ileri giderek, maddeyi hayatın olmazsa olmaz esası gibi görmeye başladık.. mâneviyatımıza musallat olan hurafelerden sıyrılmaya çalışırken -elbette ki böyle bir gayreti her zaman alkışlarız- gidip materyalizm hurafelerine saplandık ve kendi kültür mirasımızın önemli bir bölümünü bütün bütün inkâr ettik. Dahası, zamanla kendi millî çizgimizden tamamen saparak, temel dinamiklerimiz açısından da kendimizi değişik krizlerin ağında bulduk; sürekli yeni krizler doğuran bir krizler ağında. Ve bir daha da dengemizi bulup bu fasit daireden sıyrılamadık. Öyle ki; maddenin o katı, sıkıcı ve bunaltan dar çemberinden kurtulalım derken, ya ifratlara girerek eşyayı, tabiatı, hatta bütün fizikî mülâhazaları kaldırıp bir kenara attık ve kendimizi tuhaf bir mistisizme saldık. Ya da maddenin yerini, lüzumunu ve kendi çerçevesinde önemini vurgulayalım derken, gidip gırtlağımıza kadar maddeciliğe ve tabiatperestliğe gömüldük. Belki ruhçulukla gelen bir kısım hurafelerden kurtulduk; ama bu defa da ya tam bir materyalizm üstûre ya da natüralizm putuna takıldık; yani, cinden kaçarken şeytanın ağına düştük.

Daha kötüsü de, böyle bir düşünce hercümerci içinde bazılarımız, bütün bütün imanlarını yitirdiklerinden, insan, eşya ve kâinat gerçeklerini tamamen duyguların ihsas dairesine veya dünyevî aklın sınırlı çerçevesine inhisar ettirerek 'madde' diyor, 'pozitivizm' diyor, 'natüralizm' diyor ve bunların dışında hiçbir şeyi kabule yanaşmıyor; bazılarımız da, ilk filozofların akıl ve nefis mütalâalarına benzeyen değişik mârifet nazariyelerinin arkasından koşuyor; insan, kâinat ve eşya ile alâkalı hemen her mülâhazayı irfana bağlıyor; aklı da, insan duygularını da ve bu duyguların varlığı -kendi ihata çerçevelerinde- ihsaslarını da görmezlikten geliyordu. Evet, temel referans kaynaklarımıza karşı alâkasız kaldığımız bu dönemde, sürekli bir fikir keşmekeşliği içinde bocalayıp duruyor ve hemen her zaman birbirimizle uğraşıyorduk. Derken, upuzun yıllar hep böyle kısır çekişmelerle gelip geçti; ama, biz bir çuvaldız boyu bile yol alamadık.

Şu anda dahi kavga vesilesi o eski miras etrafında dedikodu etmeden öte bir şey yapamıyor; bazen tamamen tahribe programlanmış gibi sürekli yıkmaya koşuyor, bazen de sûret-i haktan görünerek tahriplerimizi birer inşa şeklinde gösteriyor ve o yıllanmış teâruzlarımızı, tesâkutlarımızı hep devam ettiriyoruz. İşte böyle bir mantıkla şimdiye kadar, bir hamlede, bir nefhada yıkıp yerle bir ettiğimiz nice âbidevârî değerlerimiz oldu ki, onları yakıp yıkarken, hep yerlerine daha iyilerini ikâme edeceğimiz hülyalarıyla oturup kalkıyorduk. Heyhat!. Daha iyilerini ikâme etmek bir yana, bilmem kaç asır oldu, yıktıklarımızın sahtelerini bile henüz ortaya koyabilmiş değiliz.

Oysaki, varlık Hakikî Sahibine bağlanarak bu kör dövüşüne bir son verilebilir ve O'na imandan kaynaklanan güç, disiplin, fazilet ve hikmetle yepyeni bir diriliş gerçekleştirilebilirdi. Böyle bir teşebbüs bundan sonra da olmayacak demek değildir. Ama, bu yön ve istikametteki bazı 'hudâyinâbit' oluşumlar müstesna, şu ana kadar ciddî bir şey yaptığımızı söylemek oldukça zordur. Aslında mesele dönüp dolaşıyor ve gelip, bir iman ve diriliş neslinin yetiştirilmesine dayanıyor. Sadece içinde bulundukları günün hesabına bağlı kalmayıp, yarınları ve daha sonraki günleri de düşünen; inanç, disiplin, faaliyet ve aktiviteleriyle bugünün insanları oldukları gibi, bütün davranışlarını götürüp sonsuza dayayan ve upuzun bir geleceğin muhasebesine bağlayan bir iman ve disiplin neslinin yetiştirilmesine.

İstikbal vadeden sıhhatli bir toplum için bu evsaftaki insanların yetiştirilmesi çok önemlidir. Aksine, fertleri itibarıyla sadece kendilerini düşünen ve himmetleri açısından da aile çerçevesini aşamayan bir toplum, cemiyet vasfını yitirmiş ve bir yığına dönüşmüş sayılır. Sağlam bir millet olabilme, o milleti teşkil eden fertler arasındaki âhenkle mebsûten mütenasiptir. Böyle bir âhenk de, gönüllerden fışkıran köklü bir kardeşlik ve sevginin mevcudiyetine, hem de bugüne kadar olandan çok daha farklı ve aşkın bir kardeşlik ve sevginin mevcudiyetine bağlıdır. Zaten şimdiye kadar yapılanlardan daha müessir, daha güçlü, daha farklı yeni bir şeyler söyleyip, yeni bir şeyler yapamayacaksak; farklı bir şeyler yapıyormuş gibi yüksek sesli ve yüksek frekanslı bağırıp çağırmanın da bir anlamı olmasa gerek.

Hâsılı, bugün toplumumuz, o muhteşem geçmişini üzerine bina ettiği kendi temel dinamiklerine yönelerek yeniden hayata 'bismillah' deme mecburiyetindedir. Aksine, eğer o, dînî ve millî değerlerini canlandırıp hayata geçiremez ve kendi kültür mirası itibarıyla dirilemezse, bugün içine sürüklenmiş olduğu kaoslardan, sırf bir kısım maddî imkânlar ya da teknolojik güç ve ilmî aktivitelerle sıyrılması zor görünmektedir. Bence bugün içinde bulunduğumuz değişik krizlerden sıyrılabilmek için, milletimizin hemen her kesiminde yeniden bir iman, bir aşk, bir heyecan ve bir ümit duygusu uyarmaya ve dinin kendi orijinalitesine uygun, çağın idrakine göre yeniden seslendirilmesine ihtiyaç vardır. Bir din, kendi ruhu açısından susturulmuş ve kendi ilâhî orijinalitesinden uzaklaştırılarak her şeyi maddeye ircâ eden banal bir telâkkinin yorumlarına hapsedilmişse, o dinin kendinden bekleneni vermesi mümkün değildir; insanlığa yeni bir mesaj sunması da. Allah'ın dünyada da, ötede de insanları mutlu etmek için gönderdiği din, şahısların keyfine ve şahsî yorumlarına tâbi olamaz.. o, dünyevî ve geçici bir kısım menfaatlerin, çıkarların ve muvakkat mutlulukların esasları gibi 'algılanamaz".. hele kat'iyen, bazı şahısların isteklerine ve bazı devirlerin gereklerine göre tevil edilerek, mesaj alanı daraltılamaz. Aksine, böyle yaptığımız takdirde onu öldürmüş olur ve kendi arzularımızı, isteklerimizi; hatta hevâ ve heveslerimizi onun yerine ikâme etmiş sayılırız.

Yakın tarihimiz itibarıyla onun bir türlü kendini ifade edememesini şu hususlara bağlamak mümkündür: Bazı müntesip ve dostlarının taassubu, ufuksuzluğu ve vefasızlığı; düşmanlarının da kin, nefret, husûmet ve ilhad yobazlığı.. evet o, her zaman bu iki engele çarptı, beklenmedik inkisarlara uğradı ve gölgede kaldı. Oysaki din, kendi olarak konuşmak, kendi olarak gönüllere girmek ve kendi olarak söyleyeceklerini söylemek için gönderilmişti. O, kimseyi tevkil etmemişti ve kimsenin de onun nâmına konuşmaya hakkı yoktu. Ama gel gör ki, her şeyde 'uzmanlık' ve 'ihtisas' dediğimiz bir çağda, pek çoklarımız itibarıyla, utanmadan ve sıkılmadan onun hakkında rahatlıkla konuşabiliyoruz. Keşke uzmanlığa saygı hissimizden o da nasibini alabilseydi. Aslında, bu kadarcık olsun, onun da böyle bir vefa beklentisi gayet tabiiydi. Ama, bilmem ki o, bu beklentinin öşrünü bulabildi mi..? Bu konuda söylenecek daha çok şey olabilir, ancak daha fazlası, bu makalenin istiap haddini aşar.

Sızıntı, Aralık 1999, Cilt 21, Sayı 251

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.