Allah ve Ulûhiyet Hakikati
Lafz-ı Celâl ve İsm-i Âzam da denen “Allah” kelime-i mübarekesi, kendini bize “Esmâ-i Hüsnâ”sıyla bildiren ve sıfât-ı sübhaniyesiyle zihin, mantık ve muhâkemelerimize bir çerçeve vaz’eden, bütün esmânın Müsemmâ-i Akdesi ve bütün evsâf-ı kemaliyenin Mevsûf-u Münezzehi, ulûhiyet tahtının biricik mâliki ve rubûbiyet arşının sahib-i bîmisali Zât-ı Ecell ü A’lâ’nın adıdır. Seyyid Şerif’in de ifade ettiği gibi, “Allah” lafz-ı mübareği “min haysü hüve” Zât-ı İlâhiyenin ism-i hâssıdır ve usûlüddin ulemâsınca o bir ism-i Zât’tır. Aynı zamanda “İsm-i Celâl” ve “İsm-i Âzam” diye de bilinen bu mübarek kelime hususî mânâda “İsm-i Âzam” olarak da zikredilmektedir.
Zât-ı Ulûhiyet’e ait bütün isimler birer esmâ-i sıfât, “Allah” lafzı ise bir ism-i Zât’tır ve bütün ilâhî isimleri ya bililtizam veya bittazammun ihtiva etmektedir. Şöyle ki, bir insan, “Lâ ilâhe ille’l-Kuddûs.. ille’r-Rahîm.. ille’l-Azîz... ilâ âhir.” gibi cümlelerle imanını ilan etse, bu cümleler esmâ-i hüsnâsıyla mâlum, sıfât-ı sübhaniyesiyle mâruf ve muhât o Zât’ı tam ifade edemediğinden maksat hâsıl olmaz. Zira böyle diyen biri, farkına varsın varmasın, daire-i ulûhiyet ve rubûbiyeti “Kuddûs”, “Rahîm” ve “Azîz” isimlerinin tecellî alanlarına inhisar ettirerek muhîti muhât hâline getirmiş ve bir mânâda daire-i ulûhiyeti tahdit etmiş olur.
Allah ism-i şerifinin müfâdı bulunan Zât-ı Ecell ü A’lâ, insan, kâinat ve eşya hakikatinin biricik mesnedi, biricik mebdei, yegâne illeti, varlığı kendinden bir Vacibü’l-Vücud’dur. Âfâkî ve enfüsî bütün mütalâalar bunun böyle olduğunu gösterir. Kâinatta hiçbir varlık, hiçbir nesne yoktur ki, onda “Allah” ism-i celîlinin Müsemmâ-i Akdes’ine pek çok işaret ve emareler bulunmasın. “Allah ism-i şerifi, hem teker teker her varlığın çehresinde hem de bütün kâinatın simasında mahkûktur.” dense yeridir. Ne var ki bu hakikat, insanın maddî ve mânevî simasında her nesnede olduğundan daha net ve daha okunaklıdır. Zira Hz. Ali’nin de ifade buyurdukları gibi, insan küçük bir cisim değil, o bütün âlemlerin özünü ihtiva eden bir nüsha-i kübrâdır ve kâinatların Hakk’ı ilanına denk bir şehadetin de bülendâvâz şahididir.[1] O, her hâliyle Hazreti Mübdi’i gösterir; her şeyiyle O’na dayandığını haykırır; zâhir ve bâtınıyla hep O’nu ilan eder.
Bu itibarla, ister insan ister kâinat, varlığın Zât-ı Hakk’a dayandırılmaması tamamen gayr-i mâkul, bedâhet-i hisse aykırı ve ilimler hesabına da bir tali’sizliktir; evet Zât-ı Hakk’a dayandırılmayan varlık mesnetsiz, O’nunla irtibatlandırılmayan ilimler bir mânâda evham ve hayâlât, O’nun mârifetine ulaştırmayan tetkikler, tahliller neticesiz birer meşgale ve insan vicdanında, dolaylı yoldan dahi olsa, O’na karşı alâka ve muhabbet uyarmayan müzakereler, muhavereler de faydasız güft ü gûdur.
Aslında, bütün varlık ve eşya binlerce dillerle bize hep O’nu anlatmakta, insan vicdanı kendine has o ledünnî duyuş, seziş ve yönelişleriyle her zaman O’nu hatırlatmaktadır: Biz ne zaman maddî ihsas ve mânevî ihtisaslarımızla şu meşher-i âleme, şu varlık kitabına ve enfüsî derinliklerimize yönelsek, hep O’ndan bir şeyler dinler ve her hâlimizde O’nunla kâim olduğumuzu duyarız. Allah, yarattığı her şeyle kendini ifade eden ve bin bir dille vicdanlara varlığını duyuran, böylece zamandan, mekândan münezzeh olduğu hâlde her yerde hâzır ve nâzır bulunduğunu hatırlatan bir Mâlum-u Müteâl ve bir Mevcud-u Bîmisal’dir. Zâhir-bâtın bütün âlemler, O’nun ulûhiyet ve rubûbiyetini haykırmakta ve mâbudiyetinin Zât’ından geldiğini ifade etmektedir.. evet Allah, Allah olduğu için “Mâbud-u bi’l-hak” ve “Maksud-u bi’l-istihkak”tır. Bu itibarla da, hamd ü senâ, tekbir u tâzim, takdis ü tesbih gibi her hâliyle kulluk bizim boynumuzun borcu, O’nun da hakkıdır.
İnsanların kendi elleriyle yapıp taptıkları mâbudlara gelince, onlar kat’iyen öyle değillerdir ve olamazlar da; hiçbir sun’înin o şeyin hakikîsi yerine kâim olamadığı gibi... İnsanoğlu dünden bugüne, “Ay, güneş, yıldızlar, denizler, ırmaklar…” dedi, bir sürü sun’î ve sahte mâbud arkasından koştu durdu; yüzlerce-binlerce fâni, zâil ve âciz yaratığa perestiş etti. Arkalarından koşup onlara arz-ı ubûdiyet ettiğinde kendi ruhuna, kendi mahiyetine saygısızlıkta bulundu; Mâbud-u Mutlak’ı bulup O’na yöneldiğinde de pesbayağı bir varlık olmaktan kurtuldu ve Allah’ın kendine lütfettiği değerler çerçevesinde kendi oldu.
Evet, Allah’tan gayrı tapılan ve perestiş edilen hiçbir şeyin varlığı kendinden olmadığı için, onların gelmesiyle gitmesi bir olmuş; bir sapkın düşüncenin hayal ürünü olarak ortaya çıkmış, bir selim mantık ve muhâkeme ile de yerle bir edilmiştir/edilmişlerdir. Bir bir gelen bâtıl telakkiler bir bir yıkılmış, gelenler geldikleri gibi gidip mahkûm-u nisyan olmuş ve söz her zaman gelip gitme arızalarından münezzeh ve müberrâ olan Zât-ı Akdes’e kalmıştır. Bu bâtıl ilâhlardan bazıları muvakkaten çoğunluğun efkârına hükmedip onu kirletseler de, vicdanların tabiî zenginliği ve derinliği sayılan mârifet-i Sâni ruhu ve Mâbud-u Hakikî telakkisi bütün o evhâm ve hayâlât mahsulü şeyleri kapı dışarı etmiş, sonra da o esmâ-i hüsnâ ve evsâf-ı âliye sahibi Zât-ı Ecell ü A’lâ’ya bir kere daha açılmıştır; açılmıştır, zira O’ndan başka vicdana destek olacak bir güç kaynağı ve onu iğna edecek bir servet menbaı yoktur. Bu büyük ihtiyacı karşılayamayan mâbud görünümündeki hiçbir nesne ubûdiyete lâyık değildir ve mâbud da olamaz; esmâ-i hüsnânın Müsemmâ-i Akdes’i ve evsâf-ı sübhaniyenin Mevsuf-u Mukaddesi’ne has mâbudiyet şöyle dursun, onun mâdûnu denecek şekilde çok gerilerde bir mutavassıt ve şefaatçi olmaları bile kat’iyen söz konusu değildir.
Ne ulûhiyet ne de rubûbiyet asla şerik kabul etmez; “Mâbud-u bi’l-hak” bir tanedir; bizim müşâhede ettiğimiz değişik şe’n, hâl ve keyfiyyât ise, o Müsemmâ-i Akdes’in muhtelif isim ve sıfatlarının farklı tecellîlerinin televvününden ibarettir. Hakikat-i Hak, her türlü keyfiyet ve kemmiyet ifade eden hususlardan müberrâ olduğu gibi cevher ve araz da değildir; cismaniyete ait avârız ve nekâisten de münezzehtir. İbrahim Hakkı Hazretleri, akaid-i hakka-i islâmiyeyi nazmen ifade ettiği manzumesinde bu hususu ne hoş seslendirir:
Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.
Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak,
Ehaddir, küfvü yok, ‘İhlâs’ içinde zikreder Allah.
Ne cism u ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir
Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde ne yerlerde, ne sağ u sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki hiç olmaz mekânullah.
Evet o, ne bir cisim ne cevherdir, ne tecezzi ve inkısamı söz konusu olan bir küll ve küllî ne bunlara ait bir cüz ve cüz’î ne de yarattıklarını hatırlatan bir şekil, suret ve mahiyettedir; O, bütün bunların hepsinden berî öyle bir Evvel ü Âhir ve bir Zâhir u Bâtın’dır ki, zuhurunda bâtınlardan daha bâtın, istitârında da zâhirlerden daha zâhirdir. İş ve icraatında bizzat temas ve mübâşeret söz konusu olmadığı gibi makasıd-ı sübhaniyesini ifade buyururken de âzâ ve cevârihten münezzehtir.
Biz O’nu, Rahmân, Rahîm, Ehad, Samed, Ferd, Hayy, Kayyûm, Kadîm, Kâdir, Âlim, Semî’, Basîr, Azîz, Cebbar, Cemîl, Celîl, Kebîr, Cevâd, Raûf, Mütekebbir, İlâh, Seyyid, Mâlik, Rab, Hakîm, Mütekellim, Hâlık, Rezzak... gibi yüzlerce isimleriyle; hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret, izz, hikmet, kibriyâ, ceberût, kıdem, bekâ, kelâm, meşîet ve emsali onlarca sıfatlarıyla tanımaya çalışırız. Bütün bunlarla beraber yine de, O’nu tam bildiğimizi, bileceğimizi iddia edemeyiz; edemeyiz de مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ “Ey Mâruf, Seni hakkıyla bilemedik.”[2] sözleriyle nefes alır verir ve اَلْعَجْزُ عَنِ الْإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ “O’nu idrak edememe idraktir.”[3] mülâhazasına sığınırız. Allah, idrak edilemez, zira O, ihata edilemeyecek ölçüde her şeyi muhîttir. Bu itibarla da, O’nun tam ihata edileceğini iddia etmek, muhîtin muhît olduğu aynı anda muhât olabileceğini düşünme demektir ki, bu da açıkça bir tenakuzdur. Kaldı ki, O’nu bilmede bizim ışık kaynaklarımız sayılan bütün müştakk isimler de ne teker teker ne de hepsi birden hakikat-i Hakk’ın künh-ü ehadiyetine ulaştırmada yeterli değil, aksine kâsırdırlar. Mantıklar, muhâkemeler, esmâ-i hüsnânın gölgesinde ancak yine O’nun dileyip murad ettiği kadar Zât-ı Sübhanî hakkında bilgi ve mârifet sahibi olabilirler.. evet, O’nun hakkında bizim bildiğimiz ve bileceğimiz her şey işte bundan ibarettir. Alman şair-i şehîri ne hoş söyler:
“O’nun hakkında ne söylersek söyleyelim, künh-ü Bârî nâkabil-i idraktir. İnsanın Zât-ı Hak’la alâkalı ancak müphem bir ihtisası ve tahminî bir fikri olabilir. Evet biz hem kendi ruhumuzda hem de tabiatta Allah’ın varlığını hep sezip duruyoruz; öyleyse, O’nun künhünü bilip bilmememiz ne ifade eder ki..! Aslında biz Allah’ı yüzlerce isim ve bîpâyan sıfatlarla yâd etsek de yine de ifadelerimiz hakikatin pek çok dûnunda kalacaktır. Mademki, ulûhiyet dediğimiz Vücud-u Âzam yalnız insanda değil, büyük-küçük âlemin bütün şuûnunda ve tabiatın zengin ve mukayyet sinesinde değişik tecellîlerle kendini ifade etmektedir. Böyle bir Zât hakkında tavsîf-i beşer ne ölçüde yeterli olabilir ki...” der ve O’na karşı saygılı, kendimiz adına da temkinli olmayı yeğleriz.
Böyle bir mülâhazadan ötürü olmalıdır ki, hem kibâr-ı mütekellimîn hem de pek çok sofî, O’nu ıtlakındaki derinlik ve ihatasındaki enginlik itibarıyla “Hû” zamiriyle anmayı bir mânâda tercih etmiş ve mülâhazalarını onun kuşatıcılığına bağlamışlardır. Evet, “Hû” Zât-ı Hakk’ı, bütün celâlî tecellîleri, umum cemalî celevâtı, topyekün esmâ-i hüsnâsı ve bilcümle sıfât-ı sübhaniyesiyle ifade edecek genişlikte sırlı bir kelimedir. Onun bu ihata ve vüs’atinden dolayı olmalıdır ki, mercii mülâhazaya alınması şartıyla, bu zamiri İsm-i Âzam addedenler de olmuştur. Herhâlde ona makam-ı tevhidi tam ifadede İsm-i Âzam demek daha uygun olur.
Zât-ı Ulûhiyet’e, ehadiyeti itibarıyla bakılınca, esmâ ve sıfâttan kat-ı alâka ile ondan Zât-ı Baht kastedilir. Vahidiyet açısından nazar edildiğinde ise, esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniye de duyulur, sezilir. Burada vicdanın, O’nu bütün âsârı, ef’âli, esmâsı ve sıfatlarıyla da mülâhazaya aldığı olur ki, bu da daire-i rubûbiyetin duyulup sezilmesi demektir.
Hakikî hakaik-i vücud mertebesine daire-i ulûhiyet denmesi, Zât-ı Baht itibarıyla Cenâb-ı Vacibü’l-Vücud’u ifade etmesi açısındandır ki, Allah ism-i âzamı da işte bu mertebenin ism-i hâssıdır. Bu mânâda ulûhiyet, âsârı itibarıyla meşhûd, ahkâmı açısından da bilinen fakat ihata edilemeyen, müteâl bir hakikatin unvanıdır. Bizim ulûhiyetle alâkalı bilip idrak ettiklerimiz sadece onun bazı vasıflarından ibarettir. Bu kadarı da, o daire hakkında mârifet-i tâmme adına yeterli değildir. Zira bizim bilemediğimiz ona dair daha nice evsâf-ı âliye vardır ki, “Tam kavradım, ihata ettim.” diyebilmek için kendi hususiyetleriyle bütün o sıfatların da bilinmesi zarurîdir. Onu da insanların bilmesi mümkün değildir.
Bir diğer zaviyeden ulûhiyet, tecellî vüs’ati itibarıyla, her hak sahibine mukadder hakkını verme hususiyetiyle daire-i ehadiyet ve vahidiyete ait tecellî alanlarının ahkâmını da câmi’dir. Küllî-cüz’î bütün ihsanlar, lütuflar o daireden akıp geldikleri gibi o lütuflara karşılık ubûdiyetler, şükranlar da o daireye müteveccihtir.
Ayrıca, ehadiyet ve vahidiyetin Hazreti Zât’a bakan şöyle bir yanı da vardır: Ehadiyet, meclâsı itibarıyla ezeliyet-i Zâtiyeyi ifade eden كَانَ اللهُ وَلَمْ يَكُنْ مَعَهُ شَيْءٌ “Ezelde Allah vardı ve beraberinde hiçbir şey yoktu.”[4] sözleriyle seslendirilegelmiş; vahidiyet ise daha ziyade lâyezâliyete bakan كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ “O’nun Zât’ı müstesna her şey hâliktir; hüküm O’nundur ve hepiniz O’na döndürüleceksiniz.”[5] ferman-ı ilâhîsi çerçevesinde yorumlanmıştır. Bu mütalâaya göre, ehadiyet mertebesi Zât-ı Baht’a baktığından dolayı esmâ ve sıfât mülâhazalarına da açık olan vahidiyetin önünde kabul edilmiştir. Ulûhiyete gelince O, ehadiyete de vahidiyete de mukaddemdir; zira onda imkân âlemlerinin genişliğinde müteâl bir ihkak-ı hak hususiyeti söz konusudur ki, bütün esmâ-i ilâhiyenin ve sıfât-ı sübhaniyenin zuhur ufku sayılan “Rahmâniyet” mertebesi de onun bir meclâ-ı inkişafı görülmüştür. Bu mertebenin ism-i hâssı, Cenâb-ı Hakk’ın, ehadiyet, vahidiyet, samediyet, kudsiyet, azamet... gibi esmâ-i Zâtiyesi ve hayat, ilim, sem’, basar, kudret, irade... türünden de evsâf-ı nefsiyesinin râci oldukları “Rahmân” ism-i şerifidir.
Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i Zât, evsâf-ı sübhaniye ve icraat-ı hakîmanesini câmi’ mertebeye, me’lûhiyeti iktiza etmesi açısından ulûhiyet, “Rab” gibi bir ism-i sıfata bakıp merbûbiyeti nazara veren bir mertebeye de rubûbiyet dairesi denmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in bu her iki mertebe hakkındaki nassları kat’îdir. Onun emrettiği tevhid içinde hem “tevhid-i ulûhiyet” hem de “tevhid-i rubûbiyet” vardır. Meselâ, İhlâs sûre-i celilesi, Cenâb-ı Hakk’ın lâzım-ı Zâtiyesi olan sıfât-ı kemal ile tavsifi ve Zâtına münâfî noksan sıfatlardan da tenzihi ifade etmesi açısından tevhid-i ulûhiyeti takrir eder. Kâfirûn sûresi ise, ibadet ve perestişin ancak ve ancak şerîk ve nazîri bulunmayan Allah’a mahsus olmasını ifade etmesi açısından tevhid-i ubûdiyeti takrir eylemektedir. Fatiha sûresi, değişik âyetleriyle hem “tevhid-i rubûbiyet” hem de “tevhid-i ulûhiyet” ve “ubûdiyeti” takrir buyurur.
Esasen Kur’ân-ı Mübîn bu mülâhazayla tetkike tâbi tutulduğunda, hemen her sûresinde bu iki tür tevhidin takrir edildiği görülür. Bu cümleden olarak Cenâb-ı Hakk’ın esmâ, sıfât ve ef’âlinden bahseden âyetler “tevhid-i ilmî-i haberî”, diğer adıyla “tevhid-i ulûhiyeti”; şerîk ve nazîri olmayan Allah’a ibadete delâlet edenler de “tevhid-i iradî-i talebî”, nam-ı diğerle “tevhid-i rubûbiyeti” gösterirler. Tevhid-i ulûhiyet, Peygamberimiz’in haber verdiği her şeyi tasdik ve iz’an; tevhid-i rubûbiyet, emrolunan şeyleri kemal-i hassasiyetle yerine getirme, nehyolunan şeylerden de uzak durma mânâlarına da hamledilmiştir.
Bütün bunlar o Mevcud-u Müteâl’le alâkalı bir kısım kırıntılardır ve hangi mânâda olursa olsun, O’nu ifade etmek ve hakikat-i Hakk’a tercüman olmak için kat’iyen yeterli değillerdir. Bugüne kadar binler-milyonlar Zât-ı Hakk’ı beyan ve ilhamlarına dayanarak O’nu tavsif ve tarif etmeye çalışmışlardır –sa’yleri meşkûr olsun–. Defaatle gönül heyecanı, gözyaşı, kalem mürekkebi O’nu anlatmada el ele vermiştir; ama, yine de her şey ötelere ve ötelerin de ötesine emanet edilerek temkin yoluna gidilmiştir. Kim bilir belki de bu hususta:
Tarife gelir mi hiç Mevlâ
Tarife gitmemektir evlâ.
deyip O’nun hususî takrirleriyle yetinmek daha uygun olacaktır.
Aslında bütün bu bilmelerin, tariflerin, tavsiflerin neticesi Hakk’a kulluk ve O’na karşı duyulacak aşk u alâka ise –ki bunun böyle olduğunda şüphe yok– biz zâhir ve bâtın duygularımızla bu hususa yönelmeli ve onu gerçekleştirmeliyiz. O, ubûdiyet ve aşk u alâka ile kendisine yönelenleri hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmamış ve kapısına teveccüh edenleri de armağansız bırakmamıştır.
Ubûdiyet bellidir; “Allah sevgisi” dediğimiz hususun da, biri O’nu sevmek, diğeri de O’nun tarafından sevilmek olmak üzere iki mânâsı vardır. Kur’ân-ı Kerim, bu iki hususa temas sadedinde يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ “O onları, onlar da O’nu severler.”[6] der, hem Zât-ı Ulûhiyetin hem de kulların seven olduklarını ifadenin yanında sevildiklerini de hatırlatır. Elbette ki böyle bir sevgi bizim kendi aramızda olan aşk u muhabbetten çok farklı bir şeydir. O’nun kullarına sevgisi rıza televvünlü bir teveccüh ve akıbetleri itibarıyla bir taltif; mü’minlerin O’na karşı aşk u iştiyakları ise, bütün güzelliklerin, kemallerin, iltifatların, ihsanların... biricik sahibi olması açısındandır.
Esasen sevmek de aşk da O’nun ayrı bir mevhibesi ve ayrı bir armağanıdır. Bundan dolayıdır ki bir Hak dostu, emsâline tercüman olarak: “Ben Allah’ı bildiğimi, sevdiğimi, hep O’nu talep edip rızasına koştuğumu sanıyordum. Neden sonra, O’nun beni anmasının, sevmesinin, dilemesinin, o mevzudaki benim istek, talep ve yâd edilmemin önünde olduğunu gördüm.” der.
Hz. Cüneyd ise bu mülâhazaya şöyle bir ses katar: “Ben Allah’ı yine Allah’la bildim; mâsivânın (Allah’tan gayrı her şey) mahiyetini de O’nunla tanıdım.” veya “Resûlünün mesajlarıyla öğrendim.” Evet, O, değişik tecellî dalga boyundaki vahy ü ilhamlarıyla Zât’ını nasıl tavsif etmişse işte öyle bir Mevsuf-u Müteâl ve ne çeşit esmâ ile isimlendirmişse öyle de bir Müsemmâ-i Akdes’tir. Ne Zât’ı diğer zevâta benzer ne de sıfatları başka sıfatlara; O, öyle bir Evvel’dir ki, yoktur daha evveli; öyle bir Âhir’dir ki, duyurur vicdanlara hep lâyezâli...
Hak dostları, O’na ait esrara, âfâk ve enfüs âlemlerindeki tecellî-i ef’âlden tecellî-i esmâya, ondan tecellî-i sıfâta, ondan da tecellî-i Zât’a yürümüş; elde ettikleri mazhariyet ve gördükleri teveccühler sayesinde gaybî seyr ü seyahatlerini minvechin şuhûdla taçlandırmış; yer yer tecellî-i Zât aşk u iştiyakıyla çırpınıp durmuş; yol boyu kâh hâl-i pür-melâllerine âh edip inlemiş, kâh vuslat ve üns esintileriyle şâd ü hürrem olmuş, hep Allah ism-i şerifiyle nefes alıp vermişlerdir. Hakk’a karşı hicap hissiyle, nefislerini sorgulayarak O’nun eşiğine yüz sürüp “hiç” olduklarını haykırarak ve bu yolda ölüp ölüp dirilerek nefes alıp vermişlerdir. Bir mest-i temâşâ bu hususları ne hoş seslendirir:
Muhabbet âleminde kendi kendimden hicap ettim,
Açıldım cism u cân u kalbime bir bir itap ettim;
Tarîk-i aşkda bünyâd-ı hestîyi türâb ettim,
Nigâra mülk-i cismim kenz-i aşkınçün harap ettim.”
Hz. Mevlâna: بَرْ عَاشِقَانْ فَرِيضَه بُوَدْ جُسْتُ وجُويِ دُوسْتْ... matlaıyla Divan-ı Kebir’indeki bir şiirinde aşkullah ve muhabbetullah ile alâkalı şunları söyler:
“Âşıklara, O Dost’u araştırmak farzdır. Onların, coşkun bir sel gibi yüzlerini, başlarını yerlere sürerek, taşlara çarparak Dost’un deresine varıncaya kadar koşmaları gerekir. Aslında, dileyen de O’dur, isteyen de O. Biz, bazen akan bir su gibi Dost’un deresine doğru çağlar gideriz. Bazen durgun su gibi O’nun testisinde hapsolur kalırız. Bazen de ateş üstündeki toprak güveç gibi kaynar dururuz.”
O’nu bilenlere sular gibi çağlamak ve gece-gündüz ağlamak düşer; öyle çağlayıp böyle ağlayanlar bir de çevrelerini doğru dürüst okuyabilseler, bugün olmasa da yarın mutlaka O’ndan dolu dolu mârifet ve muhabbet armağanlarıyla mükâfatlandırılarak var olmanın gerçek gayesini elde etmiş olacaklardır.
اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْئَلُكَ الرِّضَى بَعْدَ الْقَضَا وَبَرْدَ الْعَيْشِ بَعْدَ الْمَوْتِ وَلَذَّةَ النَّظَرِ إِلَى وَجْهِكَ وَشَوْقًا إِلَى لِقَائِكَ مِنْ غَيْرِ ضَرَّاءَ مُضِرَّةٍ وَلَا فِتْنَةٍ مُضِلَّةٍ.
وَصَلِّ اللّٰهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ.
[1] Bkz.: el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 5/366.
[2] el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 4/79, 17/202.
[3] Bkz.: el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/252; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce 1/103.
[4] Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 1, tevhid 22; İbn Hibbân, es-Sahîh 14/11.
[5] Kasas sûresi, 28/88.
[6] Mâide sûresi, 5/54.
- tarihinde hazırlandı.