İslâm Her Devirde Yaşanmıştır
İslâm'ın tarihte rastlanan farklı tatbikatlarının veya tarih içinde kazandığı şekil veya normların İslâm zannedilmesinin zihnî ve sosyal gelişmeyi önlediği söylenebilirse; İslâm'ın özünü ve bunun çağımıza yönelen mesajını tam kavrayabilmek için tarihi olanlarla İslâmî olanı tefrik edebilmenin önemini anlatır mısınız?
İslâm'ın tarihte rastlanan farklı tatbikatları ve yine tarih içinde kazandığı öyle şekil ve normlar vardır ki, çoğu zaman bunlar İslâm'ın kendisi zannedilmiştir. Bu yüzden de çok defa yanılmalar olagelmiştir. Çok hassas yaşayan büyüklerimizin, İslâm'ın farklı tatbikatlarında mutlak planda yanıldıklarını söylemek, selef-i salihîni hafife alma sayılır. Böyle bir iddiada bulunursak, sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiîn hatta daha sonra pek çok devlet kurarak hilâfetin saltanatını temsil edecek enginlikte İslâm'ı dünyaya duyuran, o kendilerini daima şerefle yâd ettiğimiz ve zihinlerimizde bir yâd-ı cemil olarak yaşayan büyüklerimizi yok saymış oluruz.
İslâm, her devirde yaşanmıştır. Ama bu yaşama, ya bütünüyle veya arızalı bir şekilde olmuştur. Bu noktaya dikkati çeken Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), tamamiyeti ifade adına Raşid Halifeler dönemini nazara verir; çünkü İslâm'ın en saf yaşandığı dönem o dönemdir. Evet, en sahih ve sağlam hadis kitaplarında şöyle buyurur Allah Resûlü: "Benden sonra hilâfet yetmiş sene devam edecektir." Bir başka ifadelerinde ise otuz sene olacağını ifade eder. Zannediyoruz hadisin her iki rivayetinin de kendisinden şerefsudur olduğu tarih nazar-ı itibara alınırsa, önce yetmiş seneyi söylemiş, aradan bir süre geçtikten sonra da, "Benden sonra hilâfet otuz sene devam edecektir." buyurmuşlardır. Seyyidina Hz. Hasan'ın 6 aylık muvakkat ve çok ağır şartlar altındaki hilâfeti de hesap edilecek olursa Raşid Halifeler dönemi 30 sene yapar. Öyleyse Efendimiz'in önceki söylediği yetmiş sene nedir?
İhtimal eğer daha sonra da Müslümanlar, yani Hz. Hasan'dan sonra, ilk dört halifenin idare safveti ile idare edilebilseydi o zaman hilâfet -Allahu a'lem- 70 sene sürecekti; 70 sene, gökteki meleklerin yerdeki saltanatı ve idaresi gibi bir idare olacaktı. Ne var ki, belli bir devreden sonra o safvetin bozulacağı Muhbir-i Sadık'a haber verilmiş olmalı ki, daha sonra Aleyhissalatü vesselâm, o safvet dönemini -Cenâb-ı Hakk'ın atâsını değiştirmesi üzerine- 30 sene deyivermişti.
"30 sene hilâfet olacak" demek, Hakikat-ı Ahmediye, 30 sene temsil edilecek ve Kur'ân özüyle, arızasız olarak 30 sene yaşanacak anlamındaydı. Eskilerin ifadesiyle, kurt koyunla 30 sene beraber dolaşacaktı. Ondan sonra ne olacaktı?
Ondan sonra Efendimiz'in ifadeleri çerçevesinde, "Melikler zuhur edecek." Bunlar, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) halifeleri seviyesinde âdil olmayacak/olamayacaklardı. Ne var ki, Emevi meliklerinin içinde dahi zalimlerin ve çok hata yapanlarının yanında Ömer b. Abdülaziz gibi adalette Hz. Ömer'e ulaşacak kadar âdil idareciler de olmuştu. Ancak bunlar meliklerdi. Abbasiler, hilâfeti temsil etmiş, İslâmiyet için güzel şeyler yapmış fakat ilklerin seviyesinde bir idare ve bir temsil durumu ortaya koyamamışlardı. Bunun gibi, Osmanlılar da hilâfeti maddî-mânevî her yönüyle alıyor ve kendi imkânları nispetinde temsil ediyorlardı ama bazılarının eksiklerinin olduğu da bir gerçekti...
Bütün bu misaller göz önüne alındığında, "Bizden evvelki bir kısım nesiller, Müslümanlığı dört başı mamur yaşamadılar." dersek, günaha girmiş ve suizan etmiş oluruz. Ama Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakikatini temsil çizgisinde, evsafta, İslâmiyet'in tam olarak yaşandığını iddia edersek, o zaman da mübalâğa etmiş oluruz. Abbasilerden, kan dökücü lakaplı Seffah da Efendimiz'in hakikatini temsil etmeye çalışıyordu. Yani kendisine kan döken mânâsına "seffah" dedirten bu insan, belki de Kur'ân ve Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) adına bu yanlışlığı yapıyordu. Fakat o yaptıklarıyla kat'iyen Raşid Halifeler seviyesinde İslâmiyet'i temsil etmiyordu. Ancak o, yaptığı her şeyi Müslümanlık adına yapıyordu. Hatta daha ileriye giderek şunu bile söyleyebiliriz: Başına bir de "zalim" sıfatı ilave ederek ismini zikrettiğimiz Haccac bile böyleydi. Haccac zalimdi, fakat hayatı boyunca bir kere olsun namazını terk ettiği olmamıştı. Biz Haccac'ı aynı zamanda Kur'ân-ı Kerim'e hareke koyup okunmasını kolaylaştıran ve Kur'ân'ın vecihlerine dikkat eden bir insan olarak tanırız. Ama gel gör ki, zulüm yapmış, kendi yolunu hak bilmiş, yukarıdan aldığı emirleri yerine getirebilmek için elinden geleni arkaya koymamış, hatta bu mevzuda her türlü zulmü irtikâp etmiştir. Onun da kendisine göre bir Müslümanlık anlayışı vardır. O bile böyle olunca, onun berisinde, Müslümanlık adına çok hassas, çok ince ve çok derin kimselerin varlığı inkâr edilemeyecek bir gerçektir.
Kanuni Sultan Süleyman'ın 46 senelik bir saltanatı vardır. Bu kadar uzun süre hükümdarlık yapan bir insan belki "Ben sizin en büyük rabbinizim." [1] diyen eski firavunlar durumuna da düşebilirdi. Onun hükümdarlık yaptığı bu 46 sene yarım asırlık bir zaman dilimidir. Bu zat yarım asırlık bir zamanda meseleyi dorukta tutmuş, dünya devletlerine "eyaletim", "vilâyetim" nazarıyla bakmıştır. Aynı zamanda ihtişamın zirvesindeki Kanuni, mühim bir seferden dönerken, "Nefsime biraz gurur geldi." der ve yatağının izbede serilmesini ister ki, bence işte asıl büyüklük buradadır.
Koca Yavuz Sultan Selim, bir yandan bütün bâtıl cereyanların yayılmasını önlerken, diğer yandan da Mercidabık ve Ridaniye zaferleriyle yüzümüzü ak eden başarıları ve şahs-ı mânevî-i Ahmediye'yi (aleyhissalatü vesselâm) temsil keyfiyetiyle, Türkiye'ye kendisine kadar gelen padişahların hiçbirisinin kazandırmadığı en büyük şerefi kazandırıp ülkeyi hilâfetin merkezi hâline getirir. İşte böyle bir sefer dönüşünde de Üsküdar'a kadar gelir; İstanbul halkının şehrayinler tertip ederek coşkuyla kendini karşılayacaklarını duyar ve lalasına, "Lalam! Böyle bir şey uygun düşmez; biz ne yaptık ki! En iyisi biz geceyi Üsküdar'da geçirelim de halk uyurken sessizce Topkapı'ya geçeriz." der. Bunları bilmemize rağmen şimdi biz bu zatın da Müslümanlığı bihakkın temsil etmediğini söylersek, İslâm'ı temsil etmiş birisini göstermek zannediyorum çok zor olacaktır.
Efendimiz'in tezyif edildiği bir piyes karşısında Avrupa devletlerine meydan okuyan ve devrinde "Kızıl Sultan" diye tanınan bir hükümdarın bu mevzudaki hassasiyetini düşündüğümüz zaman, Efendimiz'e bağlılığın ne ölçüde olduğunu, dinin en küçük meselesine dahi ne denli saygılı bulunduğunu görürüz. Şimdi buna İslâm'ı yaşamadı mı diyeceğiz?
Binaenaleyh eksiğiyle, kusuruyla İslâm her zaman belli ölçüde temsil edilmiştir. Bunu söylerken, bütün geçmişi aklayıp herkesi tertemiz gösterme gibi bir durumumuz da yoktur; çünkü Ömer b. Abdülaziz'in yanında, Velid ve Yezid gibi kimselerin mevcudiyeti de söz konusudur. İstesek de bunları asla temize çıkaramayız. Abbasilerin içinde de bu türlü kimseler bulunmuştur. Meselâ, bazı idareciler, devlete yanaşan itizalî düşüncenin tesirinde kalarak, Ahmed b. Hanbel gibi hadisin büyük imamına işkence edebilmişlerdir. Evet, o zaman Ahmed b. Hanbel'i hapishanede döve döve öldüren insanlar da vardır; Ebû Hanife'ye işkence yapan, Serahsî'yi kuyunun dibine atıp koca Mebsut kitabını orada telif etmek zorunda bırakan insanlar da vardır. Bütün bunlar olmuştur ve bunları yapanların yüzünü ne aklayabilir ne de paklayabiliriz.
Devlet-i Âliyye-i Osmaniye içinde de ruhuyla bütünleşemeyen ve kendinde olmayan insanlar yetişmiştir. Ama bunlar arasında vatanına hıyanet eden, onu Avrupa'ya peşkeş çeken, dini adına taviz veren padişah yetiştiğini söylersek, hem Devlet-i Âliyye'ye hem de atalarımıza iftira etmiş, kocaman şanlı bir mazimiz ve tarihimiz hakkında yalan söylemiş oluruz. Çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, bir kısım tarihçilerin sakalına boncuk dizdiğini iddia ettikleri, askeri gördüğü zaman ürken, merasimde ata binerken ayaklarından ata bağlanan Deli Mustafa bile kendi memleketine ve dinine hıyanet etmeyi düşünmemiş, Batı karşısında dize gelmemiş ve onlara taviz vermemiştir. Son Osmanlı padişahlarından birinin dediği gibi, "Osmanlılar arasında dâhi olmayan, iş beceremeyen, acezeden bir kısım kimseler zuhur etmiştir ama kendi milletine hıyanet eden asla çıkmamıştır."
Kanaat-i âcizanemce meseleleri bu zaviyeden ele almak lâzımdır ve bu bizim tarihimize ve mazimize uygun bir bakış açısıdır. Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadisine sadakat içinde işin bir yönü budur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Size ait ölülerin fena yanlarını anmayın; onlardan iyi taraflarıyla bahsedin." buyurur. Evet, onlar bize ait ölülerdir ve i'lâ-yı kelimetullah düşüncesini, mücadelesini bir lâhza kafalarından çıkarmayan kimselerdir. Koca Yavuz'u düşünürken bunu daha iyi anlıyoruz. Onun sadece iki tane çocuğu vardır. Osmanlı saraya kadın kız doldurdu, diyorlar. Sarayda o kadar kadın kız vardı da, nerde bunlardan olan çocuklar? Şayet Kanuni Sultan Süleyman da kalmasaydı koca Hilâfet-i Osmaniye yok olacaktı ve yerine ikinci bir adam konamayacaktı. Zira Yavuz, ömrünü atı üzerinde geçirdi.. ve hele üç sene attan hiç inmedi.
İşte bu noktalar çok mühimdir. Biz hayatın bize az gülüşü karşısında yan gelip her meseleyi masanın başında idare etmeye çalışıyoruz. Dünyanın neresinden neresine kadar hâkim olunduğu bir dönemde, atın üstünde haricî ve dahilî çeşitli düşmanlıklar karşısında mücadele eden insanları hafife almak, doğrudan doğruya kendi soy ağacına, soy kütüğüne küfretmek, ihanet etmek, en azından hakaret etmek demektir.
Soruda, İslâm'ın özünü ve bunun çağımıza mesajını tam kavrayabilmek için tarihî olanla, İslâmî olanı tefrik etme mevzuuna dikkat çekiliyor. Her devirde herkes kendini, esas olanı almaya ve onu temsil etmeye zorlamıştır. Bize en yakın olanlarından en uzak büyüklerimize kadar herkes davranışlarını ayarlarken kendisini İslâm'ı yaşama mevzuunda tam akort edip de İslâm'a göre bir ses çıkarmayı düşünürken, "Acaba selef-i salihîn nasıl yapıyordu?" diye düşünüyordu. Sultan Selahaddin-i Eyyubi, İmam Nevevi veya İzzuddin b. Abdulaziz karşısında kendi durumunu ayarlarken; "Benim şu tavrım ve durumum acaba selef-i salihîne uyuyor mu?" diye soruyordu. Tabiî onlar da, kendi durumlarını ona göre ayarlıyorlardı. Onu yetiştiren Nureddin Zengi de, yine kendi durumunu selef-i salihîne göre ayarlıyordu. Tâbiîn kendisini sahabeye göre ayarlıyor, sahabe de, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) göre kendine çeki düzen veriyordu; âdeta "Sağa dön!" dendiğinde sağa dönüyor, "Sola dön!" denince de sola dönüyordu. Ne var ki Kitab'ı, Sünnet'i ve selef-i salihîni anlama mevzuu, bir kısım küçük meselelerde farklı mütalâalara ve anlamalara yol açmıştır. Bundan dolayı da farklı anlamalar, içtihadî farklılıklar ortaya çıkmıştır. İşte burada herkes meselenin özünü bulmayı, bu işin başındaki imamın arkasındaki cemaate uymada bulacağını düşünmüş ve öyle yapmıştır.
Asrımıza gelinceye kadar bu hep böyle olmuştur. Yer yer bu durumdan saptırılmaya çalışılmış, bâtıl mezhepler zuhur etmiş, içtihatlarda bir kısım yanlışlıklar yapılmıştır ama asrımızda hezimeti bütün dehşetiyle iliklerimize kadar yaşamaya başlayınca, içimizde bir kısım çare arayıcılar ve kendi imkânlarına göre tecdide benzer şeyler yapmak isteyenler zuhur etmiş; bunlar da nazarlarımızı doğrudan doğruya Kitap, Sünnet ve icmaa çevirmiş, yeniden bir şekillenmenin, yeniden kendimizi bulup kendimizi yenilemenin lüzumu üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bir yönüyle az buçuk Batı'nın tesirinde yetişen, biraz da Batı düşünce ve felsefesine tercüman olan Muhammed Abduh, Reşid Rıza'dan, Cemaleddin Afganî'ye ondan büyük bir nispette hakikati temsil eden Şiblîlere kadar, onlardan büyük bir nispette İslâmiyet'e sadakat içinde bulunan Nedvîlere, Mevdudîlere kadar hep yeniden Kur'ân'ı ve Sünnet'i söyletme, dile getirme ve Kur'ân ile Sünnet'in aydınlatıcı tayfları altında kendimizi bulma ve yenileme hareketleri, hamlesi, gayretleri, çığırı açılmıştır... Bir taraftan Kitap ve Sünnet'in aydınlatıcı tayfları altında, diğer taraftan selef-i salihînin gayet safiyane her devrin derdine derman olabilecek saf ve hâlis içtihatları bir araya getirilip değerlendirilerek, bunların içinde İslâm'ın özünü bulup yaşama imkânına kavuşma düşünülmüştür. Zaten o istikamette bir gelişme vardır ve gençlerimiz de daha ziyade ona karşı bir hâhiş izhar etmektedirler.
Bugün şehit olma arzusundaki çok sayıda insanın bunun için büyüklerden dua istemeleri, aldıkları cüz'î bir maaşı bir zarfın içine koyarak muhtaçlara vermek üzere getirip "Eğer imkânımız olsaydı canımızı da bu zarfın içine koyup vermeyi düşünüyorduk." diyen insanların olması, Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Yâ Resûlallah, ben arkadaşlarım hakkında senin için bir şey söyleyemem, ama bir kere emir ver, kandan irinden deryaları geçerler, Berk-i Gımad'a kadar kılıç sallarlar." diyenleri hatırlatmaktadırlar. Bu çırpınış ve dirilme gayreti bize şunu gösteriyor ki, özünü Kur'ân ve Sünnet'te bulacak bir neslin emareleri çoktan zuhur etmiştir ve inşâallah bizi onlar güldüreceklerdir.
[1] Nâziat sûresi, 79/24
- tarihinde hazırlandı.