Haşri ispat eden âyetlerdeki sadelik
İbn Sina'ya demişler ki: "Bize öldükten sonra dirilmeyi ispat ediver." O da, "Oraya akıl yoluyla gidilmez." cevabını vermiş.[1] Oysa Kur'ân-ı Kerim'de haşirle alâkalı, akla hitap eden onlarca âyet vardır. Bu âyetler, alabildiğine sadelik içinde ve aklen imkânsız gibi görünen haşir meselesini gayet kolay izah etmektedirler.
Evet, Kur'ân'da haşir, uzun ve derin düşünmeye ihtiyaç bırakmayacak kadar kolay ve anlaşılır bir üslûp ile ele alınmıştır. Misaller çoğu defa insanın pratik hayatından seçilmiş ve herkesin gözle müşâhede ettiği, hemen her mevsim görüp izlediği eşyanın ölüp dirilmesinden örnekler verilerek istidlalde bulunulmuştur. Yani, insanoğlunun da içinde bulunduğu ve hayatı beraberce yaşadığı, ölmeyi dirilmeyi paylaştığı nebatat âleminin ölüp dirilmesinden; onun da dirilmesine intikali sağlayacak pek çok tefekkürî ve tasavvurî koridorlar açılmıştır.
Bunların hemen hepsi, seviye farklı olsa da, akla hitap eden misallerdir. Kur'ân okuyan bir mü'minin bu âyetleri görmemesi mümkün değildir. Meselâ, öldükten sonra dirilmeyi kendine ait üslûp ve besâtet içinde şu âyet ne kadar kolay ve az kelimeyle ifade eder: كَمَا بَدَأَكُمْ تَعُودُونَ "İlkin sizi O yarattığı gibi, dönüşünüz de yine O'na olacaktır." (A'râf sûresi, 7/29)
Evet, nasıl daha önce Allah (celle celâluhu) sizi yeryüzünde hayata mazhar kıldı; öyle de, siz de mutlaka tekrar dirilip, O'na döneceksiniz. Kemikleriniz çürüse ve siz toz-toprak olsanız da, aynen bidayette var olduğunuz gibi tekrar varlığa ereceksiniz. Bu ifadeyi bir çobana da ifade etseniz ne denilmek istendiğini hemen anlayacaktır.
Bu meseleyi biraz daha açıp şöyle misallendirebiliriz: Bir mâbet düşünelim ki, muhteşem kubbesiyle, büyüleyici kolon ve direkleriyle, iç-dış tezyinatıyla bir şaheser ve sanat harikasıdır. Şimdi bu muhteşem sanat âbidesini taş üstünde taş bırakmayacak hâle getirip, sonra da onun mimarına, bu camiyi aynıyla yeniden inşa et deseniz, herhâlde o mahir sanatkârın, aynı plan ile o camiyi yeniden inşa edip yükselteceğinde tereddüde düşmezsiniz. Çünkü caminin bir planı vardır. Ayrıca, bir defa inşa edildiği için de, hayal ve tasavvurda mimari yapı iyiden iyiye şekillenmiş ve billûrlaşmıştır.
İşte Kur'ân bu espri içinde diyor ki: O, sizi ilk defa nasıl yarattı ve hayata mazhar ettiyse, sonra da aynı rahatlık ve kolaylıkla yeniden ayrı bir hayata mazhar kılacaktır/kılmaya muktedirdir.
Evet, mesele en basit şekliyle işte bundan ibarettir. Bunu, ilmî kariyere sahip bir ilim adamına götürseniz o, meseleye biraz daha derinlemesine bakarak, kendi ufku ve tasavvuru içinde, muhteva hakkında zannediyorum şöyle diyecektir: Biz yeryüzünde hayatın meydana gelişini hâlâ bir muamma olarak kabul ediyoruz. İnsanlık hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın, yine de canlıların sahip olduğu hayat iksirini meydana getiremeyecektir.
Pastör'ün "İlk canlı kendi kendine meydana gelmez." düşüncesi, Müller'in uzun denemeleri sonucunda bir şey elde edememesi, Rusya'da kırk senelik bir çalışmadan sonra, "Kimyahaneler canlı icat edemez." diyen Oparin'in itirafı, bu kaziyenin canlı şahitlerinden sadece birkaçı. Evet, ister fezada ve isterse yeryüzünde olsun, araştırmacılar, canlı organizmaya ait bütün şartları ve unsurları bir araya getirseler de, Allah yaratmadıktan sonra kimya mârifetiyle herhangi bir canlı meydana getirememişlerdir ve getiremeyeceklerdir.
Şunu bir kere daha hatırlatmakta yarar var; yeryüzünde bir canlı organizma vardır. Bu canlı ister başka gezegenden gelmiş olsun, isterse burada yaratılmış bulunsun, mutlaka bunun bir başlangıcı olmalıdır. İşte Kur'ân, burada, en mütefennin ve müdakkik kimselerden en âmi insanlara kadar herkesin anlayıp kanaat edeceği bir üslûpla şöyle demektedir: Allah sizi yeryüzünde, aklınızın alamayacağı, kıstaslarınızla izahını yapamayacağınız ve ilmî kanunlarınızla bir ad koyamayacağınız harika bir tarzda meydana getirmiştir. Ölüp toprağa gömüldükten sonra da o ilk yaratılış gibi sizi yeniden varlık sahnesine çıkaracaktır; bunda şüpheniz olmamalıdır.
Hayat iksirinin nasıl bir sır ve muamma olduğunu derinlemesine bilmek ve bu iksirin yeryüzündeki sonsuz cilvelerini görmek isteyen müdakkik nazarlara ise şu âyetler yepyeni ufuklar açmaktadır: "De ki, yeryüzünde gezin, bakın o yaratılış nasıl başladı! Sonra Allah, ahiret dirilişini de işte öyle gerçekleştirecektir. Çünkü O, her şeye kadirdir." (Ankebût sûresi, 29/20)
Evet, yeryüzünde gezin dolaşın, hayatın nasıl başladığını görmeye çalışın. Bu mevzuda ilmî araştırmalarda bulunun. İlkbahardaki dirilişi, yaz günlerindeki gelişmeleri ve kıştaki ölümleri tetkik edin. Değişik yönleriyle hayatın sırrını keşfetmeye çalışın; başlangıçta hayat, yeryüzünde nasıl başladıysa Rabbiniz sizi öteki âlemde de öyle diriltip ebedî hayata mazhar kılacaktır.
"Allah'tır ki, gönderdiği rüzgârlar bir bulut kaldırır, derken Biz onu ölü bir beldeye süreriz, ölmüş olan yeri onunla diriltiriz. İşte (ölülerin) dirilip kalkması da böyledir." (Fâtır sûresi, 35/9)
Ölü bir rüzgâr ve ölü bir belde.. derken yağmur yüklü bulutlar. Ve tabiî, Allah'ın iradesi tecellî etmeyince, hayattan ve var olmaktan bahsetmek mümkün değil. Evet, "Arz ölmüş, toprak çoraklaşmış, beldeler kupkuru hâle gelmişken bu sebepleri hazırlayarak onu ihya eden ve canlandıran Biziz Biz!" diyor Kudret-i Sonsuz. Ondan sonradır ki, zerreler ve küreler âdeta bir hayat iksiri ile harekete geçiyor ve umumî bir ölümün ardından O her şeye canlılık üflüyor. "İşte (öldükten sonra) dirilme de böyle."
Gerçek bu iken ne diye koca bir hayatı ademe mahkûm ediyoruz? Binlerce, milyonlarca dirilmeleri görmezlikten gelerek "ebedî ölüm" teraneleri ile bu tatlı hayatı zehir hâline getiriyoruz? Etrafımızda olup bitenlere, ölüp de tekrar ve tekrar dirilenlere bakıp yeni bir diriliş mülâhazasıyla hayatımıza hayat katmalıyız...
Evet, kendi dirilişimizi düşünerek, hayat felsefemizi, inanç ve akide yapımızı buna göre tanzim ederek yeni ihsaslara, yeni duyuşlara ulaşabiliriz. "Hem o su ile ölü toprağa hayat verdik. İşte ölmüş insanların mezarlarından çıkışı da böyle olacaktır." (Kaf sûresi, 50/11) Nasıl ölen yaprak canlanıyor, ağaçlara taptaze bir hayat akıp geliyor ve bitkiler fışkırıp yerden çıkıyor; siz de kabirlerinizden öyle taptaze bir can bulup çıkacaksınız. Yani bugün yeryüzünde su ile hayatı meydana getiriyoruz, yarın da bir başka şeyle aynısını yapacağız. Ama bir gerçek var ki, öyle ya da böyle siz, haşir için kabirlerden diri olarak çıkacaksınız.
Kur'ân, daha onlarca âyetinde hep öldükten sonra dirilmeyi anlatır. Sadece zikredilen şu üç-beş âyetin bile, Kur'ân'ın haşri ispat etmede takip ettiği üslûp bakımından bizi aydınlattığı/aydınlatacağı kanaatindeyim.
Görüldüğü gibi Kur'ân, kesinlikle felsefecilerin ve mantıkçıların kullandıkları cerbeze ve diyalektiklere girmemekte; getirdiği deliller ile en âmi bir insandan en muannit akılcıya kadar herkesi ikna edecek keyfiyettedir. Bu âyetleri, üzerlerinde uzun uzadıya düşünmeden, sadece hızlı bir okumakla bile bir insan, kolayca muhtevaya intikal edebilmekte ve yeryüzündeki dirilmeler ile öldükten sonraki dirilme arasında irtibatlar kurabilmektedir. Demek ki, mebde-i hilkat perspektifiyle, haşrin ve neşrin çok kolay meydana gelebileceğini, uzun uzadıya aklî deliller serdetmeye lüzum duymadan bu kadar besâtet içinde ispat edebilme, sadece ve sadece Kur'ân'a has bir özelliktir. Ama idraki Kur'ân anlayışına kapalı, kafası felsefe hastalığı ile müptela ve mâlul kimseler, ya İbn Sina gibi diyecek veya çok sapık yollara düşeceklerdir. Bu yüzden müceddit ve büyük mürşitler her meseleyi Kur'ân metodu ile ele aldıkları gibi, onlar haşir mevzuunda da dolambaçlı yollara sapmadan, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın solmaz ve pörsümez beyanlarını esas almışlardır.
Her şeyden evvel Kur'ân, göklerin ve yerin yaratılışı gibi büyük bir meseleyi nazara vererek, haşr ü neşrin rahatlıkla olacağını dile getirmek sadedinde şöyle buyurur: "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı? O, her şeyi yaratan ve her şeyi bilendir." (Yâsîn sûresi, 36/81)
Yani Kur'ân diyor ki: Gökleri sayfa sayfa açan, sistemler hâlinde birbirinden ayıran, belli bir nizam ve âhenk ile onları birbirine bağlayan, sonra da yeri bir döşek gibi hazırlayıp istirahatınıza sunan, orada ayrı ayrı ve çeşit çeşit nimet sofralarını getirip önünüze koyan, sonra da buyur eden Allah'ın, sizi öldükten sonra diriltmeyeceğini mi zannediyorsunuz? Hâlbuki şu muhteşem kâinat, sayfa sayfa her mevsim ayrı bir güzellik, ayrı bir eda ile ve sürekli birbiri ardınca gelip giden nesillerle, her mevsim binlerce var ve yok olmalarla, tefekkür sahiplerine bir şeyler fısıldamakta, aklı ve vicdanı duru gönüller için neler ve neler anlatmakta.. hatta, çalışma melekesini yitirmiş beyinlere ne sırlı mesajlar fısıldamakta.
Evet, en bedevi ve müptedi bile, insana uzaktan göz kırpan yıldızlarla donatılmış şu müzeyyen sema âlemine, şu elvan elvan zemin yüzüne bakabilse, bunları böylece yaratan.. dahası gözümüz önünde her baharda pek çok âlemleri yaratan O zatın öldükten sonra, insanı tekrar diriltecek güce ve kudrete sahip bulunduğunu kabul etmemesi için kör, sağır ve kalbsiz olması lazımdır.
Evet, kâinatın mutlak hâkimi Allah'tır (celle celâluhu). İnsan, ister ışık hızıyla milyon kere milyon sene ötede bulunan nebülözleri, galaksileri ve sistemleri gösterebilecek bir teleskopla makro âlemi temâşâ etsin, ister elektro mikroskop ya da X ışınlarıyla mikro âlemlere baksın, en küçük âlemden en büyük âleme kadar her yerde ve her şey üzerinde Allah'ın tasarrufunu ve O'nun mutlak hâkimiyetini görecektir.
İşte beşer aklının idrak ve ihatasını aşan böyle geniş bir sahada hâkimiyetini her an insanlara duyuran Hz. Allah'ın (celle celâluhu), öldükten sonra insanı diriltmeyeceğini mi sanıyorsunuz? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ!.. Böyle bir tasavvurdan insan vicdanı ürpermeli ve ürperir...
Evet, O, Hallâk-ı Âlem'dir. Her şeyi başta yaratan, sonra bu geniş dairede baş döndürücü bir düzen kuran O'dur. Bilerek ve planlanarak icra edilen şu sırlı yaratılış vetiresi ve bu muhteşem varoluş hâdisesi hiçbir zaman kör tabiatın işi olamaz. Zira bu yaratılış ve varoluş, her şeyi bilen, gören ve ihata eden bir ilme muhtaçtır. Öyle bir ilme de sadece ve sadece Hallâk-ı Âlem olan Allah sahiptir.
Bu ilim, yerin derinliklerindeki en gizli bir ihtiyacı olandan, kuruyan ve bir karbon yığını hâline gelen ağaçların yere düşen yapraklarına kadar her şeyi gören Zât'ın ilmi olabilir. Keza insanın kendisinin dahi duyamadığı ve haberdar olamadığı benliğinin derinliklerinde gizli bulunan niyet ve hislerine muttali olan bir Zât'ın ilmi olabilir. O ilim ki, aynı zamanda kâinatın derinliklerinde olan galaksilere, nebülözlere de nigehbandır. Evet, ebedî ve ezelî ilmiyle Allah (celle celâluhu), her şeyi ihata etmiştir. Kâinatın biricik Hâkim-i Mutlak'ı O'dur. Dünyaya hükmettiği gibi ahirete hükmedecek de O'dur.
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan daha bunlar gibi pek çok hakikati nazar-ı itibara sunarak, akıl ve vicdanları uyanık tutmak için bir hayli misal irad eder. Vicdanları, uzun bir kış uykusuna yatan hevam ve haşerat gibi uyuyan düşünce ve duyguları uyuşukluktan kurtarır ve onları yeryüzündeki hayatı ve hayat sırrını kavramaya davet eder. Nebatatın kış mevsiminde ölmeleri ve bahar mevsimiyle de dirilmelerini tablo tablo gözler önüne serer ve bunları insanın hayatına, ölümüne ve öldükten sonra dirilmesine birer benzer olarak sunar; sunar ki insan, en basit bir teemmül ile haşir hakikatini rahatça kavrayabilsin.
Gerçekten de insan, insafla Kur'ân'ın esrarına yönelse ve aklı da kalbiyle, vicdanıyla münasebete geçip onlara kulak verse, kâinat ve ondaki esrar karşısında büyülenmemesi imkânsızdır. Evet, böylelikle o, dünya hayatına ait yakîni kadar, ölüm hakikatine ve öldükten sonra dirilmeye de yakîn hâsıl edecektir.
[1] Bkz.: İbn Haldun, Mukaddime s.519.
- tarihinde hazırlandı.