Kur'ân ve onun eşsiz üslûbu
Kur'ân-ı Kerim, değişik mevzuları ele alıp muhataplarına arz ederken tamamen kendine has bir üslûp kullanır. Onun bu fâik üslûbuna ve mevzuların arz edilişinde seçilen, kullanılan kelimelerin inceliğine az vâkıf olan kimseler, aradan on dört asır geçmiş olmasına rağmen, onun hâlâ tarâvetini, halâvetini koruması karşısında hayrete düşer ve onun mucize bir beyan olduğunu hemen tasdik ederler.
Kur'ân, bir bakıma bedevî bir cemaate nazil olmuştu. Bu cemaat, Kur'ân'ın getirdiği pek çok şeye yabancı sayılan yirminci yüzyılın insanlarından daha fazla ona yabancıydılar. Pek çoğu itibarıyla bedevi bu insanlar, sürekli birbirleriyle yaka paça oluyor ve vuruşuyorlardı. Evet, başıboş ve idealsiz bir hayat yaşayan bu güruh, hiçbir zaman içtimaî, iktisadî ve ahlâkî salaha erememiş, kabile çerçevesinde olsun, şuurlu bir cemaat ve ideal bir birlik oluşturamamışlardı. Hemen bütün müşrikler, Kâbe'ye doldurdukları putlara karşı yaptıklarıyla övünüyor ve bununla kendilerini teselli ediyorlardı. İçlerinden pek az ilim sahibi olan aydınlar ise, bu putları sadece Allah'a (celle celâluhu) yaklaştırıcı birer vasıta olarak kabul ediyor ve ancak bu ölçüde bir farklılık ortaya koyabiliyorlardı.
Böylece, insanın fıtratına emanet olarak tevdi edilmiş bulunan kulluk duygusu, bir kere daha suiistimal edilmiş oluyor ve bir kere daha ihanete uğruyordu. Bu insanlar, ağaca, taşa, toprağa, güneşe, aya, yıldıza kullukta bulunuyor; hatta helva ve peynir gibi yiyecek maddelerinden kendi elleriyle yaptıkları putlara bir süre tapıyor, sonra da karınları acıkınca bu putları yiyorlardı. Yine her yönüyle cahiliye bataklığına saplanmış ve vahşileşmiş bu insanlar, kız çocuklarını –tamamı olmasa da– diri diri toprağa gömüyorlardı ki, bu vahşice âdeti, kimileri tuhaf bir cahiliye âdeti, kimileri geçim sıkıntısı sevkiyle, kimileri de servet ü sâmânlarının, kızları vasıtasıyla başkalarının eline geçeceği endişesi ve kabile hırsıyla yapıyorlardı.
Evet, o gün müthiş bir buhran içinde bulunan insanlık, her gün çölün karanlıklarında bin bir fezâyiin yanında bir de, derin derin çukurlar kazıyor ve o çukurlara atılan nice masum çocuk, onların içinde can veriyordu. Beşer, vahşette sırtlanları çok geride bırakmıştı. Dişsiz olanın hakk-ı hayatı yoktu ve mutlaka bir dişlinin dişleri arasında parçalanmaya mahkûmdu.
Yukarıda da işaret edildiği üzere, kısaca vasfetmeye çalıştığımız bu ortamda nazil olan Kur'ân'ın kullandığı malzeme o kadar mükemmel seçilmişti ki, dahası olamazdı. Öyle ki, dağda birkaç tane deve ile ömrünü geçiren çoban bile gönlünü ona verdiğinde, kullanılan ifadeler karşısında iliklerine kadar irkiliyordu. Bu da Kur'ân'ın, sadece üst seviyede belirli bir kesime değil, havâstan avama, bir aristokrattan dağ başındaki çobana varıncaya kadar herkesin istifade edebileceği, anlaşılır umumî bir malzeme kullandığını gösteriyordu. Seçtiği mevzular itibarıyla da öyleydi. O, bir taraftan iman esaslarını işlerken, diğer taraftan göklerden ve yerden bahisler açarak, muhataplarına astronomi ilminin ve teleskopların on dört asır sonra dahi varamayacağı, ulaşamayacağı noktaları gösterebiliyordu.
Evet, o günden bugüne, onun bu yüce beyan ve üstün üslûbuna karşı hiçbir itiraz veya yadırgama olmamıştır. Şayet böyle bir şey olsaydı, şüphesiz Kur'ân düşmanları, işlerine yarayan bu malzemeleri elden ele, dilden dile dolaştırarak destanlaştıracaklardı. Böyle bir fırsat, onların Kur'ân'la olan mücadeleleri adına ele geçmez bir fırsat olacaktı. Aslında meselenin özü işte burada düğümlenmektedir.
Kur'ân, verdiği misalleri ve ortaya koyduğu meseleleri bizzat hayatın içinden seçmektedir. Meselâ, gökten ve buluttan bahsederken, onu devenin kamburunda ele almakta; bir diklik veya büyüklüğü anlatırken bir tepeyi göz önüne getirmekte ve bu tepeleri büyüte büyüte Sidretü'l-Müntehâ'ya ulaştırmaktadır. Dolayısıyla bedevî, kafasını hiç yormadan, üzerine çıktığı tepelerde dolaşırken Sidretü'l-Müntehâ'yı da tahayyül edebilmekteydi.
İşte Kur'ân'ın bu ifade keyfiyeti karşısında, en ümmî bir insandan edebiyatın en derin ve dâhi üstadına kadar herkes, ondan aldıkları zevkle kendilerinden geçiyorlardı/geçmektedirler. Evet, Hz. Bilal-i Habeşî (radıyallâhu anh), ondan seviyesine göre alacağı dersini alırken, tepeden tırnağa mârifet âbidesi sayılan Hz. Ebû Bekir, yaratılışı itibarıyla "büyük devlet adamı" vasfını haiz olan Hz. Ömer ve daha niceleri, bu Kur'ân'dan kendi hisselerine düşen dersleri almaktaydı. Evet, Kur'ân'ın sihirli ve manyetik alanına kim girerse girsin gönlünü ona kaptırır ve meczup bir Mevlevî gibi hep onun etrafında dönmeye başlardı.
Kur'ân'ın dili Arapça olmasına rağmen, "Gönlün ve fıtratın dili birdir." fehvâsınca gönlünün diline kulak veren herkes, ondan ayrı bir zevk alır. Zira gönül dili, öyle bir dildir ki, Allah'ın kelâmından bir şeyler anladığı gibi, şeytanın ve insanın konuşmasından da bir şeyler anlar. Bu hakikatten dolayıdır ki Kur'ân, gönül dili ile okunmalı ve dinlenmelidir.
Kur'ân, insanı hemen her yönüyle ele alır ve onunla his ve mantık diyaloğu kurar. Aşağıda sıralayacağımız misallerde bunu apaçık görmek mümkündür. Bunların birincisi, kâfirin iç dünyasını; diğeri de hidayete mazhar olmuş, fakat her an tehlikelerle muhat bir ruhun, nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu dile getiren âyetlerdir.
İlk misal: Aşağıdaki âyette, duanın sadece Allah'a yapılabileceği ve O'ndan başkasından yardım talep eden nankör bir ruhun nasıl acınacak bir hâle düştüğü ve düşeceği tasvir edilir:
"Gerçek dua, ancak O'na yapılır (ancak O'na tapılmaya davet edilir). O'ndan başka dua ettikleri ise, onların hiçbir isteklerini karşılayamaz. (Onların durumu) tıpkı ağzına gelsin diye suya avuçlarını uzatan kimse gibidir. Oysa (uzanıp suyu avuçlamadıkça) su, on(un ağzın)a gelmez. İşte kâfirlerin duası, böyle boşa gitmektedir." (Ra'd sûresi, 13/14)
Mealde de açıkça görüldüğü gibi, dualara icabet edebilecek olan, yalnız Hz. Allah'tır (celle celâluhu). O'ndan başkaları duaları da, dualardaki hedefi de bilemez. Hiçbir varlık, insanın içinde gizli bulunan niyetlerine vâkıf olamadığı ve insan fıtratına uygun maslahatları kavrayamadığı için yapılan dualara icabet edemez. Onun duada isteneni gerçekleştirmeye de gücü yetmez. Binaenaleyh Allah'tan başkasına el açıp dua eden kimse, beyhude yorulmuş sayılır.
İster ibadet hâlinde, isterse ihtiyaç hâlinde kapısına gelip el açan ve kendisine yalvaranlara istedikleri şeyleri verebilecek olan, ancak ve ancak bütün mülk ve melekûtun sahibi Cenâb-ı Hak'tır. Çünkü her şeyin zimamı O'nun elinde olduğu gibi, her şeyin anahtarı da yine O'nun nezdindedir. Kalblerin ve gönüllerin biricik Sultanı, kâinatın yegâne sahibi O'dur. Bütün hazineler ve bütün varlıklar O'nun emrine musahhardır. Dolayısıyla kul ne isteyecekse Sultanından istemeli ve yalnız O'na teveccüh etmelidir.
Kâfir, bu hakikati anlayamadığından dolayı sürekli yanlış mercilere müracaat eder ve kendisini bir çıkmaz ve açmazlar girdabına atmış olur. İşte Kur'ân, isteklerini Allah'tan başkasının yerine getiremeyeceğini bilmesine rağmen, başka kapılara koşanların hâlini, su kaynağına varan, fakat suyun kendiliğinden avucuna dolması için elini uzaktan ona doğru uzatıp bekleyen kişinin hâline benzetir... Bu kişi, eğilip ve avuçlayarak ondan içeceği veya o suyu kabına, testisine dolduracağı yerde şaşırır ve ellerini uzaktan uzağa suya doğru uzatır. Bir an önce suya kavuşup susuzluğunu gidermek ister, fakat hiç olmayacak bir yolu denediğinden, hiçbir zaman suya kavuşamaz.. ve olmazlar "fasit daire"si içinde bocalar durur.
Evet, Kur'ân, kâfirin dünyaya ait isteklerinde yanlış bir mercie müracaat ettiğinden dolayı, onun zavallı ve acınacak hâlini anlatırken işte böylesine veciz bir üslûp kullanır. Öyle ki o, kâfirin bir ömür boyu süren hayat hikâyesini, âyetteki birkaç kelimeyle özetleyerek o denli engince tasvir eder ki, bu tasvirden daha üstün bir tasvir düşünülemez.
Evet, insan, her yanıyla mucize olan Kur'ân'ın sadece bu âyetine baksa, kâfirin bütün ahvali, hayal kırıklıkları, kalbî ve ruhî boşlukları birer birer gözünün önünde canlanır; canlanır ve Kur'ân'ın ancak ve ancak bütün kâinatla beraber kendisinin de sahibi ve müdebbiri olan bir Zât'ın kelâmı olabileceği kanaatine yönelir.
İkinci misal: Bu âyette, hidayete ermiş ve bu hidayet sayesinde cemaat olmaya mazhar olmuş kimselere, cemaat olmanın nimeti hatırlatılır. Tabiî bu arada, İslâm'ı tanıdıktan sonra onun ruhuna uygun bir hayat sergilemiş o cemaatin, bidayette nasıl bir uçurumun kenarında olduklarına dikkat çekilir: "Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, (yapışın, sonra da) ayrılmayın; Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi birleştirdi de, O'nun nimetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz." (Âl-i İmrân sûresi, 3/103)
Evet, âyet, ruhlarımıza şöyle sesleniyor: Allah'ın ipine sımsıkı sarılın.. zinhar tefrikaya ve ihtilafa düşmeyin.. Mevlâ'nın size olan o ihsanını hatırlayın ki, siz birbirinize düşman idiniz.. ondan da öte âdeta birbirinizi yiyordunuz. Allah (celle celâluhu), sizlerin kalblerini birbiriyle telif etti.. ve siz birbirinizin düşmanı iken, Allah (celle celâluhu), sizi birbirinize yaklaştırdı ve aynı vücudun hücreleri gibi bir bütün hâline getirdi. İşte dilimize çevrilmiş o Mu'ciz Beyan: "Ve onların kalblerinin arasını telif etti. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine de onların kalblerinin arasını uzlaştıramazdın; ancak Allah'tır ki, onları uzlaştırdı." (Enfâl sûresi, 8/63)
Evet, Allah'tan başka hiçbir kimse, kalblere kendini dinletip onları telif edemez.
Bu âyetin ifade ettiği mânânın bir buudu da, daha bu dünyada iken, Cehennem hayatı yaşayan, hâl ve hareketleri itibarıyla alabildiğine kaba, delidolu bir karakterin nazara verilmesidir. Herkesi ve her şeyi kırıp geçiren, Allah'a imanı olmadığı gibi, hiçbir konuda emniyet de vaadetmeyen bir insan karakterini...
Bu ve emsali âyetleri, derinlemesine inceleyip anlamaya çalıştığımızda görürüz ki, bu âyetler kendi üslûp ve ifadeleri içinde yüzlerce enginlikle insanın kafasında canlanmakta ve mânâ çağlayanları hâlinde insanın düşünce havzına akmaktadır. Zaten Allah Kelâmı'nın başka türlü olması da düşünülemez.
A. İnsan Güzele Meftundur
İnsan, fıtrat itibarıyla güzel şeylere karşı meyyaldir. O, güzel bulduğu her şeye karşı alâka duyar. Bir çiçeği sevdiği gibi koca bir baharı hayranlıkla temâşâ eder. Tabiî sevdiği, alâka duyduğu şeylerin bekâ ve devamını da arzu eder.
Kur'ân, değişik yerlerde insanın bu yönü üzerinde durur ve bu tür duygu ve hislerini dile getirir. Sonra da, Allah'ın ona olan hedâyâ ve behâyâsını hatırlatarak ondaki minnet duygularını coşturur. Evet O, yeryüzüne yayıp serdiği çeşitli nimetleri sayar-döker ve bu konuda insanı dikkatli olmaya davet eder. Onun iş'ar ve irşadıyla her yanda tüllenen nimetler karşısında insanın içinde ciddî bir hâhişkârlık meydana gelir.. tabiî bu arada Cehennem'i arz ederken de insanı ürpertir ve ona götürecek şeylerden nefret ettirir.
Misallere geçmeden önce bilhassa şu hususun hatırlatılmasında yarar var: Burada serdedeceğimiz misaller ile bir kısım kimselerin Cennet'e, diğerlerinin de Cehennem'e gideceğini anlatma niyetinde değiliz. Burada üzerinde durmayı düşündüğümüz husus, Kur'ân'ın bu mevzudaki büyüleyiciliği ve fıtratla iç içe o muhteşem üslûbu ve bu üslûbun, insan gönlünde ne derin tesirler meydana getirdiği hususudur. Yoksa mücerret Cennet ve Cehennem meselesi bu bahsin dışındadır.
İnsanın aşk ve şevkini kamçılayan, onu ufuklar ötesi âlemlerin güzellikleriyle coşturan misaller o kadar çoktur ki, biz o deryadan sadece bir damla ile iktifa edeceğiz:
"Müttakiler (ise), güvenle tüllenir bir makamdadır. Bahçelerde ve çeşme başlarında. İnce ipekten ve parlak atlastan (elbiseler) giyerek karşılıklı otururlar. Böyle olduğu gibi (ayrıca) onları, iri gözlü hurilerle de evlendirmişizdir. Orada, güven içinde, (canlarının çektiği) her meyveyi isterler. Yine orada o ilk ölümden başka ölüm de tatmazlar (böylece sürekli yaşarlar). Zaten (Allah), onları Cehennem azabından korumuştur." (Duhân sûresi, 44/51-56)
Her insanın, sonsuza uzanan bir kısım arzu ve emelleri vardır. Her şeyden evvel hemen herkes, ebedî bir gençlik; tehlikelerden uzak, emniyet ve huzur dolu bir hayat ister. Kendisine ait, içinde ırmaklar akan bir bağ ve bahçesinin olmasını da arzu eder. Bunun yanında, onu yalnızlıktan kurtaracak, dert ve kederlerini, sevinç ve neşelerini paylaşacak bir hayat arkadaşı da arzularının başında gelir. "Nimetlerin en güzeli, daimi olanıdır." esasına binaen, sevdiği şeylerin devamlı ve hiçbir zaman zayi olmaması onun en önemli arzusudur.
Evet, gençliğinin kaybolup gidişi karşısında hüzne boğulan insan, elindeki değişik nimetlerin zeval bulup gitmesi karşısında kendi zevalini de düşünüp titrediği sürece mutlu olamaz. Çünkü devamı olmayan şeylerdeki lezzet, lezzet değil, insanın hayal hanesinde elemdir. Bu açıdan da insanoğlu, nimetler içinde yüzerken bile, hep nimetleri nimet yapan devam ve bekâ mülâhazası içindedir.
Kur'ân-ı Kerim, yer yer insanın bu mevzudaki his ve arzularına da tercüman olur, en bedevî ve ümmî insandan en medenî insana kadar herkesin arzu ve ihtiyaçlarına cevap teşkil edecek keyfiyetteki ifadeleriyle de insanı hep varlığın öbür buuduyla sevindirir.
"Müttaki", "takva"dan gelir ve bunun birçok buudu vardır. En geniş mânâsıyla "müttaki", helâli helâl bilerek onunla iktifayı, haramı da haram bilerek ondan kaçmayı benimsemiş; şer'î ahkâmın bütününe saygılı ve itaatkâr olarak yaşayan mü'min demektir. Yani o, daha dünyada iken ahiretteki hesap endişesini taşıyan ve Allah'tan hakkıyla korkan bir ihsan ufku insanıdır.
Bunlar, ahirette ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerler. Bu elbiselerin keyfiyeti, onları kimin kesip biçtiği meçhulümüzdür; meçhuliyeti de aşkınlığın gereğidir. Bu konuda, düşünebileceğimiz bir şey varsa o da, bunların fıtrî elbiseler olmalarıdır. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın şu kâinat kitabından kesip-biçtiği ve bize giydirdiği elbiseler gibi... Evet, Allah (celle celâluhu), bu kâinatı kocaman bir tezgâh gibi işletmekte ve buradan herkese ve her şeye kendi tabiatına münasip elbiseler kesip biçmektedir. Her şey O'ndandır ve her şey O'nun ululuğuyla mütenasiptir.
Kur'ân'ın bu üstün tasvir gücü karşısında kabaran duygular ilâhî beyan zemzemini yudumlayınca insana derin ve tatlı bir "oh" dedirtir. Öyle ki insan, Kur'ân'ın bu tasvirleriyle hayalen yemyeşil bağ ve bahçelerin, kol kol akan ırmakların içinde reftâre gezer gibi olur. Bu duygularla hemen herkesin içinde bir heyecan dalgalanması meydana gelir ve daha dünyada iken kendini, ipekten elbisesini giymiş, Cennet'in zümrüt tepelerinde dolaşıyor gibi hisseder.
Bütün bunların ötesinde âyet, bizlere şu hususları da hatırlatmaktadır: Allah (celle celâluhu), bu kâinatı, nasıl inşâ edip bir meşher gibi döşeyip insanın hizmetine sunmuş, öyle de, ondan daha mükemmel şekilde başka bir âlemi kurup vefalı kullarını orada da memnun edecektir; zira dünya ve ahiret, bir mânâda, aynı kitabın birbirinden istinsahı gibidir. Bu dünyayı inşâ eden Zât, aynıyla hatta fazlasıyla öbür âlemi de inşâ edebilir. İşte orada mü'minlere tasavvurlar üstü nimetler verilecek ve onlar, hayal bile edemedikleri saadetlerin ufkuna ulaştırılacaklardır.
Bu âyette, saadetlerin nümâyân olduğu dünyaların dışında hayat süren bir başka zümreden de bahsedilmektedir. Evet bunlar, varlığa ve onun arkasındaki Zât'a saygısızlıklarının cezası olarak aşkın bir azap içinde kıvranıp duracaklardır. Allah (celle celâluhu), mü'minlere bu zümreden de bahsederken onlara nimetinin ayrı bir buudunu hatırlatmaktadır ki, âyetin sonunda ifade edilen bu hakikat, nimetlerin en büyüğü olarak, ehl-i saadetin huzur ve mutluluğunu doruğa ulaştırmaktadır.
Evet, sadece mealini arz ettiğimiz şu kısa âyette dahi görülüyor ki Kur'ân, insanın hiçbir yönünü ihmal etmemiş, onun bütün insanî duygularını en çarpıcı tablolarla memnun etmiş ve öteler arzusuyla şahlandırmıştır.
Netice olarak diyebiliriz ki, âyetten de anlaşıldığı üzere, insanın güzel şeylere meftun olması, gayet derecede fıtrî ve tabiîdir. Ona bu duyguları bahşeden Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın ve kâinat kitabının âyetlerini de bu duygularla şifrelemiş ve insanın hisleri içine yerleştirmiştir. Ancak bütün bunları görebilmek, idrak edebilmek de basiret, firaset, fetanet gibi duyguların iradî fiillerle geliştirilmesine bağlıdır.
- tarihinde hazırlandı.