Kur'ân'da umumu alâkadar eden tiplemeler
1. Aceleci, Mürai ve Münafık Tipler
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, yer yer umumî bir "tip" ve bir "model" kullanır. Evet o, nurefşan beyanlarıyla hâdiseleri tahlil ederken hedefte hususî bir şahıs olmaz. Fakat şu âyetler her insan için ya da belli tipler için, hemen her zaman söz konusu olabilecek davranış, inanış ve aldanış biçimlerini sergiler: "İnsan bir sıkıntıya maruz kalınca gerek yan yatarken, gerek otururken veya ayakta iken, Bize yalvarıp yakarır. Ancak Biz onun sıkıntısını giderince de, sanki uğradığı dertten dolayı Bize yalvaran kendisi değilmiş gibi çeker kendi yoluna gider. İşte (hayat sermayelerini boşuna harcayıp) haddini aşanlara yaptıkları işler böyle süslü gösterilmiştir."[1]
Dikkat edilirse âyet şu ya da bu kimseye değil, mutlak mânâda insana ait bir hususiyeti tespit ve tersim eder ve bu konumda bulunan insanın hâlet-i ruhiyesini enfes bir üslûpla dile getirir.
Evet, insan, kendisine herhangi bir zarar isabet ettiği; meselâ oğlu-kızı veya hanımı vefat ettiği; bağına-bahçesine bir zarar geldiği, işleri tamamen tersine dönüp ticaretinde iflasa gittiği ya da makam ve mevkiini kaybetme sath-ı mailine girdiği zaman durup dinlenmeden Rabbine dua eder. Bu duayı her zaman diliyle yapmasa da vicdanıyla sürekli aynı şeyleri mırıldanır, her zaman bunları düşünür ve en içten feryatla O'na teveccüh edip yalvarır.
Sonra Allah, onun başına gelen musibeti ve zararı kaldırdığı, sırtından o ağır yükü aldığı, pâye-i hil'atini yeniden giydirdiği, "Sen hükümdar oldun!" deyip yeniden tâcı başına koyduğu, işlerini yeniden denge ve düzene soktuğu zaman aynı insan öyle bir tavır takınır ki, sanki hiç o musibetlere maruz kalmamış, hiç el açıp Allah'a yalvarmamış ve yana yakıla Mevlâ'ya teveccüh etmemiş biri gibi oluverir.
Bu çizgide bir başka ruh hâleti münasebetiyle de Kur'ân şöyle der: "İnsana ne zaman bir nimet versek hemen Allah'tan yüz çevirir ve yan çiziverir."[2]
Kur'ân'ın karakterini tasvir ettiği bu tip, Allah'ın kendisine in'amda ve ihsanda bulunmasına, nimetleriyle serfiraz kılmasına karşılık sanki elde ettiği bu nimetleri sebepler vermiş veya onları kendisi yaratmış gibi bir tavra girer.
Aslında Kur'ân'ın çok veciz olarak ifade buyurduğu bu insan tipi, her asırda karşımıza çıkan ve çıkabilecek olan bir karakteri simgeler. Evet, mazhar olduğu nimetleri ifade ederken; "Bunlar benim ilmim ve mârifetimle elde ettiğim şeylerdir."[3] diyen insanların sayısı hiç de az değildir. Aslında, tiz perdeden telaffuz edilen bu tür lafları bugün çokça duymaktayız. Bunlar firavunca ve nemrutça düşüncelerden kaynaklanan sözlerdir.. ve Mevlâ'nın nimetlerine karşı korkunç bir nankörlüğün; Hazreti Müsebbibü'l-Esbâb'ı unutmanın, sahip olunan bütün nimetleri ihsan edenden gafletin ifadesidir.
Kur'ân, o nurlu ifadeleriyle ayrı bir tipi de şöyle anlatır: "Ona bir zarar dokununca hemen umutsuzluğa düşer."[4]
Aslında bu da bir kâfir karakteridir. İlk etapta insan bunu sezemeyebilir. Fakat biraz düşününce ve âyete im'ân-ı nazar ile (derinlemesine) bakınca bu ifadelerin arkasında, Mevlâ'ya başkaldıran bir Firavun tipinin resmedildiğini hemen anlayıverir.
Çünkü yeis (ümitsizlik) kâfirin şiarı ve onun ayrılmaz vasfıdır. Evet, küçük bir zarara maruz kaldığında hemen ümit dünyası yıkılıp altüst olan, elbette sağlam bir mü'min olamaz.
Görüldüğü gibi, örneklerini sunduğumuz bu âyetler ve Kur'ân'ın o engin ifadeleri içinde, iç dünyasında gelgitler yaşayan insanların hâli öyle karakterize edilmiş ve bu karakterler öyle sağlam tespit buyrulmuştur ki, akıllarını kalbleriyle beraber kullanmasını bilenler, his ve vicdanlarını dinleyenler ve sergüzeşt-i hayatlarını sinema şeridi gibi hayallerinden geçirebilenler, büyük-küçük maruz kaldıkları musibetlerle rehnedâr ve dâğidâr oldukları zamanlar hep içlerinde aynı şeyleri duyacaklardır.
Bir diğer ifadeyle insanlar, nimetlerin baş döndürücü atmosferi içinde yaşarken ülfet ve rehâvetle Mevlâ'yı nasıl unuttuklarına, unutup da kendi dünyalarında yer yer nasıl gelgitler yaşadıklarına bir bakıverseler, Kur'ân'ın çizdiği karakterlerdeki berraklığı görecek ve bütün benliğiyle, "Bu olsa olsa Allah kelâmıdır; başka olamaz!" diyeceklerdir.
Bu açıdan Kur'ân'ın, o engin ifadeleriyle tespit ve tersim ettiği "umumî karakterler" de büyük önem arz etmektedir.
Bazen de Kur'ân, değişik karakterleri resmederken karşımıza gösteriş ve çalım budalası bir karakteri çıkarır. O, mu'ciz ifadeleriyle iki-üç kelime içinde böyle birini gayet enfes bir üslûpla şöyle anlatır: "Onları gördüğün zaman kalıpları göz doldurur (ve dikkatini çeker), konuştuklarında durur sözlerini dinlersin, (sözlerini allayıp pullayarak konuşurlar, dinletirler ama) aslında onlar elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her bağırtıyı kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah, canlarını alsın, sürekli nasıl da bâtıla (dönüyor ve) döndürülüyorlar?"[5]
Burada Kur'ân, dönek bir karaktere ait bulanık bir tip resmetmektedir. Bu, sokakta, evde bir türlü; insanlar içinde bir başka türlü görünen zıp orada zıp burada bir tiptir. Böyle bir karaktere sahip kişiler her sayhayı kendi aleyhlerine zannederler. Bunlar büründükleri hâl ve sun'î tavırlarıyla görkemli görünseler de aslında şeytan karakterinde insanlardır. O kadar ödlek, o kadar korkaktırlar ki, çevrelerinde hafif bir ses, bir sayha duyuluverse ya da gök gürleyip şimşek çaksa ödleri kopuverecek gibi olur. Zayıf ve yüreksiz olduklarını gizleyemez ve hemen kendilerini ele verirler.
Şimdi bir de Kur'ân'ın, ipliklerini birer birer pazara çıkardığı şu durumlarına bakın: "O ettiklerine sevinen, yapmadıkları şeylerle övülmeye bayılan kimselerin, azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için can yakıcı bir azap vardır."[6]
Âyetten de anlaşıldığı üzere insanlar içinde, yaptıkları şeylerle medhedilmeyi isteyenler onlar olduğu gibi, yapmadıkları şeylerin kendilerine mâl edilmesini isteyenler de yine onlardır. Bunların hayır adına yaptıkları işlerden tek maksatları, dertleri, davaları halk arasında medh u senaya mazhar olmaktır. Bu yüzden de söyledikleri tesir etmez ve mâşerî vicdanca da hüsnükabul görmezler.
Ayrıca, Kur'ân'ın medhe lâyık gördüğü, bunun zıddı olan bir tip de vardır ki, bunlar, yapmadıklarıyla övünme şöyle dursun, yaptıklarıyla dahi övünmemeye azmetmiş muhasebe ve murakabe insanlarıdırlar. Kur'ân başka bir yerde de onların resmini nazara verir: "Nice peygamber var ki, onlarla beraber birçok yiğit çarpışıp gitti. Ama onlar Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü yılmadılar, zaaf göstermediler ve boyun eğmediler. Allah böyle sabredenleri hep sever. Onlar sadece şöyle diyorlardı: Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı (kaydırma) sağlam tut, kâfir topluma karşı da bize yardım eyle!"[7]
Aslında bu dualar, büyük ölçüde hep kabul edilegelmiştir. Nitekim İslâm tarihinin değişik dönemlerinde bunları söyleyen pek çok fedakâr ve hasbiler görürüz. Meselâ:
"Allahım! Çalışmam neticesinde hâsıl olacak semereyi ve harmanın dövülüp savrulacağı günü bana gösterme... Cihad ettik; ederken kolumuz kanadımız kırıldı. Vücudumuzda yara almayan, ok, mızrak ve kurşun isabet etmeyen para kadar bir yer dahi kalmadı... Mahkeme mahkeme dolaştırılmadığımız, akla hayale gelmedik işkencelere tâbi tutulmadığımız, hâkimler ve savcılar önüne çıkmadığımız gün ve zaman yok gibidir. Bütün bunlar bir yana Allahım, eğer bu mazlumlara ihsan edeceksen, o günü bana gösterme.. ve sa'yimin semeresini dünyada tattırma. Evet, Müslümanlara umumî ihsanda bulunacağın gün benim canımı al ki, arkadan gelen nesiller benim ne olduğumu, ne yaptığımı bilmesin... Bana hizmet ettir!. Beni Kur'ân'a ve İslâm'a hâdim eyle; ama her Ashab-ı Kehf'e bir Kıtmir gerekir, beni de bu dönemin mücahitlerine öyle eyle!" der; der ve ameline karınca kadar riya ve süm'a karışmasına razı olmaz. "Benim sayemde İslâm yeryüzünde şehbal açtı." düşünce ve ifadesi nevinden gizli şirklere düşmekten tir tir titrer.
Bu da Kur'ân'ın methettiği bir tiptir. İşte bu konudaki prototip; Hz. Ömer (radıyallâhu anh) şehit olacağını düşündüğünde, koca halife, kendisine şöyle seslenir: "Ey Ömer, nerede şehitlik, nerede sen?"[8]
Evet, işte Kur'ân nazarında maksut ve matlup olan mükemmel tip. Kur'ân'ın matlup ve maksudu böyle olunca, onu rehber olarak kabul edenlerin de mütemadiyen bu duygu ve düşünce içinde olması gerekir. Onlar, yaptıklarıyla övünmeyen ve övülmeyi istemeyen hizmet küheylanlarıdır ve yüksek karakterleriyle de bu çizginin kahramanlarıdırlar!
Kur'ân, umuma ait karakterleri ve onların vasıflarını belli bir üslûpla dikkatlerimize arz ederken, yerdiği, kınadığı o aceleci, mürai ve ikiyüzlü tiplerin yanında, hidayete mazhar olmuş, Kur'ân ve Sünnet'te övgüye liyakat kazanmış tipleri de arz eder. Bütün bunları arz ederken de onların hâl ve etvârını, ruhî ve kalbî durumlarını, iç ile dış uyumlarını, hatta bütün hayatlarını bir muvazene insanı olarak geçirdiklerini öyle tablolaştırır ki, "İşte bu hakikî bir mü'min ve Müslüman karakteridir." dersiniz.
Şimdi de bu tipte insanlardan birkaç misal vererek konuyu biraz daha açmaya çalışalım:
2. Hidayete Mazhar Tipler
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, hidayete ermiş tiplerin karakter ve genel yapılarını sunarken, onları, bir kısım temel vasıflarıyla öyle net olarak ortaya koyar ki, insan onlarla alâkalı âyetleri okuduğunda, içinde o insanlara karşı ciddî bir hayranlık, hatta içinde onlar gibi olmaya karşı bir aşk ve şevk hisseder. Bu tiplerin en temel vasıfları, Allah'a, ahiret gününe inanmaları ve hayatlarını da ona göre tanzim etmiş olmalarıdır.
Bir insan, o ülü'l-azm kahramanların Kur'ân-ı Kerim'de dile getirilişini dinlerken veya Kur'ân'ın onlarla alâkalı âyetlerini okurken, o büyük ruhların nasıl kendi devirlerini aştıklarını, yaşadıkları zaman diliminin üstüne çıktıklarını apaçık müşâhede eder. Her zaman davranışlarına bir vakar ve ciddiyetin hâkim olduğu bu insanlar, sürekli gönül verdikleri davanın sancısıyla yatıp kalkarlar; onları yakından tanıma bahtiyarlığına erenler de âdeta gök ehlinin onların arkasında saf bağladığını müşâhede eder gibi olurlar. Yeni bir hayat, yeni bir dava ve yeni bir mesajla gelen peygambere ilk defa kulak verenler onlardır. Zira peygamber, hakka-hakikate davet edip çağırırken, onlar hiç tereddüt etmeden "inandık" demişlerdir.
İşte Kur'ân'dan konuyla alâkalı farklı bir tablo: "Rabbimiz, biz, 'Rabbinize inanın' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı (alacağın zaman da) iyilerle beraber al!"[9]
Hayalinize arz edilen bu ifadeyi ve onun arkasındaki manzarayı takip etmeye çalışabildiğiniz takdirde, bütün insanları hakka, hidayete davet eden bir münadinin sokaklarınızda dolaştığını duyar gibi olursunuz. O, ölüm burkuntularından kurtulasınız diye ev ev, kapı kapı dolaşırken, siz de, altında ırmakların çağladığı, üstünde ağaçların semaya ser çektiği köşklerde, koltuklar üzerinde mütebessim yüzlerle birbirinize bakıp, tâli'lerinize tebessümler yağdırdığınız o aydınlık günü şimdiden görür gibi olursunuz.
Dahası, sizi yaratan, buraya gönderen ve her şeyi emrinize musahhar kılan o Mevlâ-i Müteâl'le yüz yüze geleceğiniz, visale ereceğiniz bir âlemi, şimdiden gönüllerinizin derinliklerinde hisseder ve içinizden kopan bir sesle: "Biz, nida eden bir münadi duyduk. Saadetimiz için kapı kapı dolaşıp bize varlığı ve varlığın perde arkasını yorumluyordu. Ey Rabbimiz! Biz de O'na iman ettik!" niyazıyla gürleyeceksiniz. Evet, eğer Allah'a inanıyorsanız, mutlaka böyle diyeceksiniz.
İşte bu tabloda Allah (celle celâluhu) bize, bir mü'min tipi resmediyor. Ahiret endişesi içinde, yüzünde o endişenin izleri belirmiş, attığı her adımı öbür âleme göre atan ve her zaman inanmanın mesuliyetini üzerinde taşıyan bir mü'min tipi...
Şimdi bir de olabildiğine mütevazi ve ülü'l-azmâne engin bir vicdan taşıyan şu hasbi ruhların soluklarına kulak verin: "Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde inananlara karşı asla kin bırakma! Rabbimiz, Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin!"[10] ifadeleriyle bizi istikbal eder.
Bu ölçüdeki bir âlicenaplık ve civanmertlik ne yücedir! Sadece kendi devrinde kader birliği ettiği mü'minleri değil, asırlar öncesinde aynı davaya omuz vermiş, İslâm hakikatine hizmet etmiş insanları da duaya dahil ederek yakarışa geçmek; evet, bu ne büyük bir vefadır!.
Aslında, ülü'l-azmâne söylenmiş bu sözün altında şu da gizlidir: "Bizi affedip Cennet'e koyabilirsin, ama bu işin temelinde olanları, yani bu davayı bize intikal ettirmede gayreti olanları Cehennem'e atıp da sadece bizi Cennet'e alacaksan, hikmetine bir şey diyemeyiz ama doğrusu biz tek başımıza değil, oraya beraber girmek isteriz."
İşte ülü'l-azmâne bir ruhun, Rabbisinin ve peygamberinin çağrısına vereceği cevap budur. Böyle bir ruha sahip insan, Allah'ın huzuruna gelir, hem kendisine hem dava arkadaşlarına ve hem de İslâm'a gönül vermiş bütün mü'minlere dua eder.. eder ve mü'minler için kalbinde zerre kadar kin ve gıll ü gışa yer vermemesi için Mevlâ'ya tazarru ve niyazda bulunur. O'na inanan herkesi sevmeyi ve O'nun nefret ettiği kimselerden de uzaklaşmayı ister.
İşte bunlar, ülü'l-azm bir ruh ve Allah'a tam teveccüh etmiş bir gönlün Kur'ân-ı Kerim'de resmedilişi ve nakış nakış işlenişidir.
Buna karşılık bir de, Kur'ân'ın nazara verdiği şu mürai, ikiyüzlü tipe bakın: "İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları hâlde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık.' derler."[11]
Kur'ân'ın resmettiği bu tipe uyan insanlar, inanıyor gibi gözükürler, ama kendi gürûhuna dönüp, kendi yandaşları ile başbaşa kaldıkları vakit tamamen değişik bir ifade sergilerler. Bunlar, "Allah'a ve ahirete inandık." derler, fakat aslında onlar Allah'a da, ahirete de inanmış değillerdir. Nitekim kahvehanede, sokak ve çarşılarda yığın yığın insan: "Ben de Allah'a inanıyorum, babam hocaydı, dedem hafızdı, ninem günde beş vakit namaz kılardı " gibi laflar ederler. Oysa önemli olan dedenin, ninenin edip eylediklerinden daha ziyade kişinin kendi durumudur ve aslolan da odur.. evet, önemli olan, kişinin babasının hoca oluşu değil, gönlünde İslâm adına ne kadar heyecanının olduğudur. Ali'nin, Veli'nin oğlu oluşu hiç kimse için bir şey ifade etmeyeceği gibi, hacının, hocanın oğlu olması da insana bir şey kazandırmaz.
Evet, bu tipler ikiyüzlüdür, müraidir ve "inandık" demelerinde asla samimî değillerdir. Yakınlarını sayıp nazara vermekle inanıyor gibi gözükürler, ama hakikatte bunlar, "Arada yalpalayıp dururlar. Ne bunlara (bağlanırlar) ne de onlara."[12]
Bu ikiyüzlü tiplerin sabit bir yönleri, düşünceleri yoktur. Bir ağaç gibi yere kök atmış, semaya ser çekmiş, dal budak salmış hâlleri olmadığı için de hiçbir zaman meyve veremezler. Bunlar, kelimenin tam mânâsıyla eyyamcı, gününü gün eden, renksiz, daha doğrusu her renge giren bukalemun tiplerdir. Menfaatlerine göre bazen orada, bazen burada; bir o cephede, bir bu cephede; evet, bazen mü'minler arasında, bazen de kâfirler arasındadırlar.
Kur'ân'ın bize böyle bir-iki cümleyle anlatıverdiği şeyleri sayfalarca anlatsak bile tam ifade etmemize imkân yoktur. Doğrusu modern psikolojinin bin sayfalık bir kitapla, o da yarım yamalak ve doğrusu yanlışıyla karışık anlatmaya çalıştığı bu tipi Kur'ân, iki-üç kelime ile anlatıverir. İki-üç kelime ama, meseleyi bütün ayrıntılarıyla karakterize ederek arz ediyor; arz ediyor ve insan, münafığın bütün ahvâl ve etvârını karşısında tecessüm etmiş olarak buluyor.
Kur'ân, umuma ait karakterleri anlatırken başka bir karakterden daha bahis açar. Bu tip de, en az diğer tipler kadar önemlidir.. ve bu tip günümüzde belki de en çok karşılaştığımız renksiz tiplendendir: "Haydi siz, biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz."[13] buyrulur.
Evet bu, günümüzün en büyük hastalıklarından biridir. Günümüzde herkes, her sahada, hususiyle İslâmî meselelerde bilir-bilmez konuşmaktadır. Oysa İslâmî meseleler, en fazla ihtisası gerektiren meselelerdir. Siz bir sahada lise diploması seviyesinde bir eğitim görmüşseniz, o sahada seviyenize göre söz söyleyebilirsiniz. Hekimlik ya da mühendislik sahasında ihtisasınız yoksa size bir tek kelime dahi konuşma imkânı tanımazlar. Fakat saha İslâmî saha olunca, her önüne gelen her şeyi söyler. Evet, eğer ortada İslâmî bir mesele tartışılıyorsa, bir de bakarsınız hemen cahil biri kalkar ve lügat parçalamaya ve ahkâm kesmeye durur.
İşte Kur'ân, "İnsanlar içinde öyleleri var ki, ne ilmi ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah (ve iman) hakkında tartışır (durur)."[14] buyurarak bu tipi kınamakta ve ona itap etmektedir.
Bu da, Kur'ân'ın o ulaşılması imkânsız beyan ve üslûbu içinde arz ettiği ve değişik hareketleriyle tutup gözler önüne serdiği ayrı bir karakterdir ki, bu ölçülere bakarak, karşımıza çıkan karakterleri çok rahat diğerlerinden ayırabilir ve böyleleri hakkındaki kanaatlerimizi ortaya koyabiliriz. Kur'ân, bu konuda da o eşsiz üslûbuyla kendisine kulak verenlere, beşer kelâmı olmayıp Allah kelâmı olduğunu apaçık ortaya koymaktadır.
Evet, Kur'ân'da, İslâm'a gönül vermiş, iman ve Kur'ân davasını dava edinmiş tipler nazara verilirken, bunların, İslâm'ın yeniden ihyâ edilmesi ve her yanda iman ve sevgi ruhunun şehbâl açması için tasavvurlar üstü bir gayret gösterdikleri nazara verilir. Nitekim bidayet-i İslâm'da manzara tamamen bu şekilde idi. İslâm davası, aşk ve heyecanla her yanda yaşanırken onlar da bu aşk ve heyecanı iliklerine kadar duyabiliyorlardı. Dolayısıyla cihad duygusu da mal-mülk infak edilerek devamlı canlı tutulabiliyordu.
Böyle bir yarışta, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibileri bütün mallarını getirip ortaya dökebiliyor.. ve kendisine, "Ailene ne bıraktın?" diye sorulunca da, "Onları Allah'a ve Resûlü'ne bıraktım." cevabını veriyordu.[15] Buna yakın bir civanmertliği de Hz. Ömer (radıyallâhu anh) sergiliyordu. –Allah'ın rıza ve rıdvanı serâdan süreyyaya kadar üzerlerine olsun.– Kaldı ki onlar, sadece mallarıyla değil; mallarıyla birlikte canlarını da ortaya koyuyorlardı. Bir de onların bu yarışlarına iştirak edemeyip de dışardan temâşâ edenler vardı. Onlar da her şeyleriyle bu yarışa katılmak istiyorlardı ama, evlerine gitseler ele avuca gelecek bir şey bulamayacaklardı. Bunun için de derin bir telehhüf ve tahassürle gözyaşlarını ceyhûn ederek bir şey veremeden geriye dönüyorlardı.
Kur'ân, işte bu manzaraya tercüman olarak onların heyecan, helecan ve ızdıraplarını şu âyetleriyle dillendirmektedir: "Kendilerine (binek sağlayıp) bindirmen için sana geldikleri zaman, sen: 'Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum' deyince harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak dönen kimselerin aleyhinde de sana (yol yoktur, onlar da kınanmazlar)."[16]
Evet, âyette sanki Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Habibim! Senin bilmediğin bir cemaat var. Onlar senin yanına girememiş ve bir şeyler verememişlerdi. Bunlar dışarıdan bakıyor, bakıyor ve içerde olanları müşâhede ediyorlardı. Sonra da, dolu dolu gözyaşlarıyla evlerine dönüp bir şey infak edemediklerinden dolayı nasıl üzüldüklerini bir görmeliydin!" buyruluyordu ve onların bu hâllerini tebcil ve takdirlerle yâd ediyordu Kur'ân.
Eğer biz de, biraz daha meselenin içine girebilsek, herhâlde, inci tanesi gibi gözlerinden süzülen ve gözyaşlarıyla serinlemeye çalışan bu cemaatin, nasıl kolu-kanadı kırık bir hâlde evlerine döndükleri gözlerimizin önünde temessül edecektir. Evet, bizler de tasavvur ve tahayyüllerimizle, Kur'ân'ın ifadeleri içine girebilsek, onun alkışladığı bu önemli tipleri, duygu ve düşünceleriyle karşımızda bulacak; hem her şeyiyle öylesine sıcak, öylesine terütaze olarak duyacağız ki, dahası olamaz...
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın resmettiği ülü'l-azmâne tiplerden biri de, yığın yığın belâ ve musibetler karşısında hep mukavemet edip, hâdiselerin önünde eğilmeyen, küfür ve zulüm karşısında daima yüce dağlar gibi dimdik durabilen irade insanlarıdır ki, haklarında Kur'ân, "Onlar ki, halk kendilerine: '(Düşmanınız olan) insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!' denince, (bu söz) onların imanını artırdı. Ve: 'Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir' deyiverdiler."[17] buyurarak, âdeta onları semavîlerle eşdeğerde gösterir.
Evet, onlara, "İnsanlar sizin aleyhinize ittifak ettiler ve her gün değişik bir tuzakla karşınıza çıkacaklar, yeni yeni kanunlar vaz'edip sizi baskı altına alacaklar; mahkeme mahkeme gezdirip, istintak ve işkencelerle akı-karayı seçtirecekler; size aklınıza, hayalinize gelmedik şeyler yapacak ve âdeta başınızda değirmen taşları döndürecekler." dendiğinde, bütün bunları gülerek karşılayacaklardır. Evet, müfsit ve fitneci bir güruh, her zaman Hakk'a hizmet eden kimselerin karşısına çıkıp hep böyle demişlerdir. Saadet Asrı'nda ve asrımızda böyle dendiği gibi, daha sonraki asırlarda da yine böyle denecektir.
Evet, bu müfsit ve fitneciler her zaman inanan insanları korkutmaya ve onları gittikleri yoldan vazgeçirmeye çalışmışlardır ve çalışacaklardır. Buna karşılık İslâm davasına gönül vermiş insanlar da, hep azm ü ikdam içinde olmuşlardır ve olacaklardır. Zira onlar zaten bu davayı omuzlarken, bütün bâtıl temsilcilerinin harekete geçeceğini bilmektedirler. Çünkü nerede nur varsa, karşısında daima zulmet ve nerede Cennet yolunu açma davası varsa, mutlaka karşısında Cehennem'e itici bir güç hep olagelmiştir. Bundan dolayı da zulüm ve işkenceler, mahkeme ve istintaklar sadece bu inananların imanlarının artmasına vesile olmuştur ve olacaktır.
Bazı kimseler, onların aleyhine ittifaklar kurup kanunlar, fermanlar çıkarabilirler; hizmet ruhu henüz neş'et ederken onu boğmak isteyebilirler; buna karşılık mü'minler de, gürül gürül ve hep bir ağızdan "Allah bize kâfî ve vâfîdir, Mevlâ-i Müteâl bize yeter!" diyeceklerdir.
İşte bu mülâhazalar ile biz de nâr-ı Nemrut'a atılan Hz. İbrahim'den (aleyhisselâm) asırlarca sonra, başına taş-toprak saçılıp ve yüzüne tükürük atılan Nebiler Serveri'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ızdırap ve çilesini ruhumuzda duyarken, Kur'ân'ın konuyu ifade eden o enfes üslûbu karşısında, onun başka değil ancak Allah kelâmı olabileceğini hisseder ve bir kere daha tasdik ve takdir hislerimizle coşarız.
3. Mütefekkir Tipler
Kur'ân'ın övgüye lâyık gördüğü tipler arasında 'mütefekkir' tiplerin ayrı bir yeri vardır. Bunlar, hayatlarının her dakikasını, en engin duygu ve düşüncelerle âdeta bir kanaviçe gibi işlerler. Üzerlerinden geçen ve itibarî bir hattan ibaret olan zamanın hiçbir parçasının boş geçmesine müsaade etmez ve onu dolu dolu yaşarlar.
"Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. 'Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateş azabından koru!'"[18]
Evet, hayatlarını tefekkürle süsleyen bu insanlar; yatarken, kalkarken, yerken, içerken mütemadiyen düşünür; sebep-netice, eser-müessir, Hâlık-mahluk arasındaki münasebetleri derinlemesine inceler ve mârifet-i Sâni adına her zaman sonsuza yelken açar; göklerin ve yerin yaratılışına, onlardaki o şiirimsi âhenge, mükemmel nizama hep ibretle bakar ve bu tefekkür sayesinde hiçbir şeyin sahipsiz ve gayesiz olamayacağı neticesine ulaşırlar.
Değişik semavî sistem ve galaksilerin baş döndürücü keyfiyetlerinden arzdaki her şeyin hikmet, maslahat ve faydalarına kadar harikulâdeliklerle dolu varlık karşısında hayretten hayrete girer ve: "Ey Rabbimiz! Bütün bunları Sen boşuna yaratmadın;" her şeyde Hakk'a götüren bir yol ve her şeyde Hak isminin bir tecellîsi var, derler. Sonra da, "Allahım, Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederiz. Bizi Cehennem azabından muhafaza eyle!"[19] niyazıyla hep O'na yönelirler.
Kur'ân bunları anlatırken, üzerimizden geçen zamanın her parçasına Mevlâ'nın adını yazan bir tip canlanır onların gözlerinde. Hiçbir anını boş geçirmeyen, yaşadığı her ana kendi şuurundan bir ruh katan ve böylece her zaman canlı ve hareketli geçen bir hayata sahip olan bu tip, tam bir mütefekkir tipidir. Einstein, zamanı 'itibarî bir hat' olarak tarif eder ve zamanın, zatında vücudu olmadığını ve mekânın sırlı bir buudu olduğunu söyler. Ne var ki, cansız ve vücutsuz zaman şeridi, her parçasına Allah'a ait mânâları işleyebilen mü'minler sayesinde, hayat kazanır ve onun imanı ve ameli sayesinde de, âlem-i bekâya ait ebedî-sermedî birer manzaraya dönüşür.
Kur'ân'ın bu tipi nazara verip o tatlı beyan ve üslûbuyla resmedişi fevkalâde büyüleyicidir. Bu öyle bir resmediş ki, mü'min bir gönül bu tasvir ve üslûp karşısında kendinden geçer. Bu seviyeyi yakalamış böyle birinin kalbinde, his ve heyecanında, tefekkür ve tezekküründe ciddî bir iştiyak hâsıl olur.. derken bu iştiyakla Kur'ân'ı âyet âyet tefekküre dalar ve kendi diliyle onun Allah Kelâmı oluşunu duymaya çalışır. Hatta onun ötelerden getirdiği cennetlerin kokusunu iliklerine kadar hissetmeye başlar.
[1] Yûnus sûresi, 10/12.
[2] İsrâ sûresi, 17/83.
[3] Kasas sûresi, 28/78.
[4] İsrâ sûresi, 17/83.
[5] Münâfikûn sûresi, 63/4.
[6] Âl-i İmrân sûresi, 3/188.
[7] Âl-i İmrân sûresi, 3/146-147.
[8] et-Taberî, Câmiu'l-beyân 11/94; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 44/403.
[9] Âl-i İmrân sûresi, 3/193.
[10] Haşir sûresi, 59/10.
[11] Bakara sûresi, 2/8.
[12] Nisâ sûresi, 4/143.
[13] Âl-i İmrân sûresi, 3/66.
[14] Lokman sûresi, 31/20.
[15] Ahmed İbn Hanbel, Fezâilü's-sahâbe 1/360; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 2/536.
[16] Tevbe sûresi, 9/92.
[17] Âl-i İmrân sûresi, 3/173.
[18] Âl-i İmrân sûresi, 3/191.
[19] Âl-i İmrân sûresi, 3/191.
- tarihinde hazırlandı.