Kur'ân'ın delil getirmedeki harika üslûbu

Kur'ân-ı Kerim, ispat sadedinde ele aldığı konuları delillerle ortaya koyar; bunu yaparken de felsefenin başvurageldiği mugalâtalar nevinden sun'î ve sığ iğfal oyunlarına girmez ve ele aldığı meseleyi sadece bir sınıfın mevzuu hâline getirmez. Ondaki derinlik, dupduru bir suyun derinliği gibidir. Baksanız, onca derinliğine rağmen dibini görüyor gibi olursunuz. İçine girince de, başınızdan çok aşkın olduğunu müşâhede edersiniz.

Dupduru suyun derinliği neyse, Kur'ân'ın derinliği ve besâteti de odur. Kur'ân felsefî oyunlarla, diyalektikle, mantık cerbezeleri ile insanların zihinlerini ve kalblerini iğfal etmez. Onda her şey apaçıktır ve yine mantık oyunları yoktur. Doğrudan doğruya hakikatin ifadesi nümâyândır. Öyle ki, bu üslûbu Kur'ân'ın hemen her yerinde görmek mümkündür.

Evet, o, yok yere, insanların âşinâ bulunduğu meseleleri, onların ürkeceği ve vahşet duyacağı, yabancı bulacağı meseleler hâline getirmez. Her şeyi onların ruhuna, anlayışına göre tatlı bir üslûpla arz eder.

Oysa felsefe, en açık meseleleri dahi arz ederken, insanın ruhunu sıkar. Her şeyi âdeta karanlıklaştırır. Akıl ve zihinleri alt üst ederek fikir karmaşasına ve düşünce kargaşasına sebebiyet verir. Onun üslûbunda ruh ve canlılık yoktur. Derin mânâ ve mahiyetten uzak ve beşerin pratik hayatından, mâşerî vicdanın hüsnükabulünden de kopuktur. Hayattan kopuk olduğu için de, hayata girmeye yeltenince fıtrat-ı selimede tepkiler meydana getirir.

Hâlbuki Kur'ân, beşer hayatıyla iç içedir. Verdiği misaller, daima hüsnükabul görür. Çünkü o fıtrata hitap eder, yaratılışa seslenir. İnsanın ruhunda mündemiç bulunan his ve duyguları görmezlikten gelmez ve kendine yönelen hiçbir teveccühü ihmal ve göz ardı etmez.

Şimdi meseleyi bazı misallerle biraz daha açmaya çalışalım:

Öteden beri akıl yolu ile bu kâinatın hâdis (sonradan yaratılmış) olduğu anlatılmaya çalışılır. Felsefecilerin akılcı yaklaşımlarına karşı kelâmcılar da bir nevi Aristo mantığından yola çıkıp bu mantığın kıstaslarını kullanarak, hayır istikametinde bildikleri o büyük davayı ispat için bir kısım deliller ortaya koymuşlardır. Nitekim kelâmcılar, kâinatın sonradan yaratıldığını, değişip durduğunu ve değişip durmadan münezzeh ve mukaddes olan Allah'ın kâinatı yarattığını anlatırken derler ki: "Âlem mütegayyirdir. Yani bu kâinat, her şeyiyle tahavvül etmekte ve durmadan değişmektedir. Zerreler, sistemler hareket hâlindedir. Yaz, kış, bahar birbirini takip etmekte ve her gelen yeni bir şeyle gelmektedir. Binaenaleyh kâinatta her zaman ciddî bir değişme, tegayyür ve tebeddül göze çarpmaktadır. Öyle ise bu tegayyür ve tebeddül, hâdis ve sonradan meydana gelmiş olmanın ifadesidir. Her tebeddül ve tegayyür eden, inhilale uğramakta, çözülmekte ve adım adım gidip bir sona dayanmaktadır. Evet, her şey değişmektedir, değişken olan ise hâdistir; her hâdis bir muhdise muhtaçtır. O muhdis ise Allah'tır."

Kelâmcılar mantıkî böyle bir yol takip ederek gidip bu neticeye ulaşırlar. Ulaşırlar ama avam halk bundan bir şey anlamaz. Zira onun tasavvuru ve aklı bunları kavramaktan âcizdir. Topyekün koca bir baharı göz önüne getiremeyen, elektronların dönüşünü hissedemeyen, çekirdek, nötron ve protonu bilemeyen kimse kâinattaki akışı da bilemez ve kavrayamaz. Hele umumî hareketi ve bu hareketin neticesini asla idrak edemez. Dolayısıyla da hareketlerden, tagayyür ve tebeddüllerden Allah'ın varlığına istidlallerde bulunamaz.

Kur'ân'a gelince o, bütün sadeliği ve besâteti ile bunları anlatırken, avam-ı nâsın dahi müdrikesinde bir şeyler şekillendirecek bir üslûpla anlatır.

Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'dan akılcı bir filozof tam istifade ettiği gibi, sıradan bir insan da ondan tam yararlanır. Meselâ Kur'ân, Hz. İbrahim'in Nemrut karşısında müdafaasını verir ve şöyle dediğini nakleder: "Benim Rabbim O'dur ki, yaşatır ve öldürür." (Bakara sûresi, 2/258) Evet, ihyâ ve imâte eden O'dur. Yani hayatı da ölümü de yaratan O'dur. Aslında hayat da bir muammadır, ölüm de Yani hayat bir kısım uzvî fonksiyonların icrasından ibaret olmadığı gibi, ölüm de bu mekanizmanın ta'til-i eşgâl etmesi demek değildir. Hayat, bir sırr-ı ilâhîdir. Hayatın esas cevheri ruh, Allah'ın bir nefhası ve cansızlar âleminde rahmet tecellîsidir.

Ölüm ise Allah'ın Mümît ismiyle tecellîsinden ibarettir. Yoksa ölüm, Allah'ın "Hayy" ismiyle tecellî etmemesinin neticesi, yani bir çözülme ya da inhilal değildir. Allah ile mahlukat arasındaki irtibat daimîdir. O bir an bile mahluklarından inayetini eksik etmez. Burada Kur'ân'ın hükmü çok açıktır. Onun için Nemrut bunu çok iyi kavramıştır. Fakat inat ve küfürde ısrar edip diyecektir ki, "Ben de diriltir ve öldürürüm." (Bakara sûresi, 2/258)

Dikkat edilmezse burada bir kısım avam kimseler aldanabilirler. Yani Nemrut ufak tefek gözbağcılığı ile öldürme ve diriltmeyi taklit etmeye yeltenerek, halkı kandırabilir. Hz. İbrahim bunu sezerek müteakiben taklidi imkânsız olan bir hususa dikkat çeker. Öyle ki, Allah'tan başkasının bunda herhangi bir müdahalesi kat'iyen söz konusu olamaz.

"İbrahim: 'Allah, güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir!' deyiverdi." (Bakara sûresi, 2/258)

İhyâ ve imâte cüz'î bir dairede tecellî ettiğinden dikkatle tetkik etmeyen, hayat ve memâtın hakikatini tam mânâsıyla anlayamayabilir. Onun içindir ki burada cüz'î bir daireden küllî dairedeki bir tecellîye geçilmiştir. Bunu, en müdakkik, mütefekkir ve mütefennin biri anlayabileceği gibi, en âmi çoban dahi rahatlıkla anlayabilir. Güneşin doğup batması, esasen yeryüzünde bir hayatın var olması ve yok olması demektir. Bu çarkın ve zembereğin hareketi, güneşin doğup batmasıyla çok ilgilidir. Keza insanın ömrü de

Biraz daha öteye gidersek, sistemimizin ömrünün de güneşin hareketleriyle alâkalı olduğu görülür. Günlerin ve mevsimlerin birbirini takip etmesiyle, yerde milyonlarca ve milyarlarca hayat ve ölüm hâdisesi söz konusudur. Allah'ın iradesi hep bu şekilde tecellî eder durur yeryüzünde. Öyle ki günlerin, ayların, mevsimlerin deveranı ile Allah birdenbire koca bir baharı bütün ihtişamıyla insanın önüne serer. Yazı bütün letafetiyle, hazan mevsimini de hüznüyle ortaya koyar. Ardından upuzun bir kış mevsimiyle de binlerce, milyonlarca ölüm sahneleri sergiler. Bunların hepsi güneşin doğup-batmasıyla yakından alâkalıdır. Bütün hayata gelişler ve veda edişler; ihyâ ve imâteler böylesine bir tecellî temadisi neticesindedir.

İşte böyle bir üslûpla Hz. İbrahim, küllî bir dairede cereyan eden delille kâfirin sesini soluğunu kesiverir. Kur'ân, kâfir Nemrut'un bu delil karşısındaki şaşkın tavrını beyan ederken; "Kâfir yutkundu ve sesini kesiverdi." (Bakara sûresi, 2/258) der. Avamca tabiriyle kâfir "gık" bile diyemedi ve apışıp kaldı. Ortaya atılan delil çok açıktı. Hiç kimse "Acaba ne demek istedi?" şeklinde sormadı; soramazdı da.

İşte Kur'ân bu kadar açık alıyor, besâtet içinde işliyor her meseleyi. Mütefennin bir insan müdakkik nazarıyla baktığı zaman, güneşin doğuşu ve batışıyla, baharda neler olur, kışta neler meydana gelir, bunu detaylarıyla anlar. Aynı âyetlerden sıradan bir insan, hatta âmi bir çoban dahi bir şeyler çıkarır; çıkarır ve kamet-i kıymetince belli değerlendirmelerde bulunur. Ne seviyede düşünürse düşünsün hayattan ve memâttan bir mânâ çıkarabilir. İhyâ ve imâteyi o dar düşüncesi içinde kendine göre değerlendirebilir.

Yaratıcı ve yaratılış meselesi, tarih boyunca bütün mütefennin, mütefekkir ve müdakkik akılları meşgul edegelmiştir. O kadar ki, bu mevzuda binlerce eser ortaya konmuştur. Kelâmcıların "burhan-ı temânu" dedikleri bir delil ve istidlâl çeşidi vardır ki, bu, kâinatta iki elin aynı anda tasarrufunu reddeden, ona imkân vermeyen, diğer yandan mevcudattaki vahdet ve nizamın menşûruyla müşâhede edilen bir delil-i kadim u kavîdir.

Diğer bir yaklaşımla, kâinatta bir "redd-i müdahale" (gayrin müdahalesini reddetme) kanunu mevcuttur. Bediüzzaman'ın ifadeleri içinde de sık sık tekerrür eden izah tarzıyla, "Bir yerde iki amir, bir köyde iki muhtar, bir kazada iki kaymakam, bir vilayette iki vali olmaz; olsa karışıklık çıkar." ve nizam zîr ü zeber olur.[1]

Bu misaller, mevcut kanunu en âmi akıllara dahi anlatacak keyfiyette irad edilmiş örneklerdir. Biz bu redd-i müdahale kanununu devlet mekanizmasının işleyişinde her zaman müşâhede edebiliriz. Nasıl ki devlet idaresine, idari mekanizmanın dışında başkalarının karışması ile sık sık hercümerçler meydana gelir. Öyle de, kâinatın sevk ve idaresine ikinci bir elin karışması, orada öyle hercümerçler meydana getirir. Oysaki kâinat, o muhteşem nizam ve intizamı ile tıpkı denizlerde rahatlıkla yüzebilen bir gemi gibi varacağı sahile doğru âhenkle yol almaktadır. Bu da bize, kâinatın idaresine karışan ikinci bir elin olmadığını gösterir. İşte kelâmcılar bunu "bürhan-ı temânü" dedikleri bir delile dayanarak ispatlamaya çalışırlar ki, erbabınca bu önemli bir istidlal yoludur.

Gerek Müslüman filozofları ve gerekse kelâmcıları asırlarca meşgul eden bu mesele, Kur'ân-ı Kerim'de öyle bir sadelik içinde ele alınıp anlatılmıştır ki, âdeta her şey iki-üç kelimenin büyülü ifadesine emanettir. Evet, Kur'ân, bütün kelâmcıların ve filozofların söyleyeceği/söyleyebileceği şeyleri işte böyle bir yarım âyetle söyleyivermiştir. Bu itibarla denebilir ki, eğer insan aklı, Kur'ân'ın anlatmış olduğu bu yüce hakikate ulaşmışsa, sadece ve sadece Kur'ân'ın dediği şeyi, ama farklı ve değişik bir ifade ile tekrarlayıp duracak; ulaşamamışsa, ömür boyu hayret içinde kalacaktır.

Evet, ezelden ebede kadar hepimizin müstenedi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'daki şu âyettir: لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ إِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, (yer ve gök) ikisi de bozulup gitmişti."[2]

Evet, eğer göklerde ve yerde Mâbud-u Mutlak ve Maksud-u bi'l-İstihkak'tan başka tasarruf ve müdahale edici biri olsaydı, yer gök fesada giderdi. Bu açıdan şu nizam ve intizam, bu âhenk ve binlerce hikmet dolu kitap gösteriyor ki, kâinat sayfalarına müdahale eden ikinci bir varlık yoktur.

Âyetin bizzat kendi mantığı içinde derinleşecek olursak, onun hakikatine biraz daha yaklaşmış oluruz. Şimdi diyelim ki, –farzımuhal– göklerin ve yerin yaratılmasında iki el tasarruf etmiştir. O takdirde bu iki el, aynı eser üzerinde ya eşit kudrete sahip bulunacak veya biri daha güçlü olacaktır. Biri o eseri yapmaya kadirse, diğerinin bulunması abes, eğer kadir değilse, o zaman o da âciz sayılır. Acz ise, hilkate müdahale edemez; zira hilkat nâmütenâhî kudret ister. Müsavî iseler ve birincinin yaptığını diğeri yapmıyorsa "içtima-i zıddeyn" olacak, biri ihyâ ederken öbürü imâte edecektir. Buna göre de her halükârda bir kısım düzensizlik ve noksanlıklar ortaya çıkacaktır. Âciz olan ise Allah sayılmaz. Zira Allah (celle celâluhu) zaaftan, iktidarsızlıktan, aczden müberrâ ve münezzehtir.

[5] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.743 (Otuz Üçüncü Söz, Otuzuncu Pencere), Şualar s.14 (İkinci Şua, İkinci Makam).
[6] Enbiyâ sûresi, 21/22.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.