Peygamberlik Konusundaki Çarpık Anlayışlar

Aynı çarpık anlayış ve yorumlar, peygamberler hakkında da yapıla gelmiştir. Peygamberler; sıdk, ismet, emanet, tebliğ, fetanet ve bedenî arızalardan korunmuş olma gibi aslî sıfatlarla muttasıf bulundukları halde, onları, doğruluklarında sarsık, emanet mevzuunda hain, tebliğ mevzuunda muvazaacı, ismet mevzuunda gayr-i masum gösteren dünya kadar çarpık anlayışın serdedildiğini görmekte ve ürpermekteyiz.

Bu tür çarpık anlayışlar zaviyesinden baktığımızda, aynı kaynak Davud, asker arkadaşı Uriya'nın karısını çıplak halde görür ve -haşa!- dayanamayıp onunla zina eder. Daha sonra Uriya'dan kurtulmak için onu savaşın ön saflarına sürerek ölümüne sebep olur, sonra da karısıyla evlenir. Ve yine aynı anlayıştır ki, Hz. Davud (as)'a içki içirir, Süleyman (as)'ı bir sihirbaz gibi düşünür ve öyle takdim eder. Bu tür iddia ve anlayışlar, peygamberlik hakikatiyle telif edilmeleri bir yana, sıradan insanların bile işlemeyeceği türden öyle günahlardır ki, bu korkunç isnatlar karşısında insan ürpermeden edemez.

Efendimiz (sav) döneminde de bazı kimseler, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun o pâkize zevcelerine iftirada bulunabilmiştir. Gözünü açtığında karşısında erkek olarak Allah Rasûlü'nü bulan Hz. Aişe -ki iffetsizlik onun yanında Lût gölü kadar çukur kalır ve büyüklüğü başımızın üzerinde adeta gök kubbe gibi yükselir- işte bu kadın için -hâşâ- ... demişlerdir. Bu da, söz konusu çarpık düşüncelerin ne kadar dengesiz ve ölçüsüz olduğunu gözler önüne sermesi bakımından fevkalade manidardır. Maalesef bazı sapık mezhepler bunu, Hz. Ali karşısında Hz. Aişe'yi tenkis ve güya Hz. Ali'yi haklı çıkarma adına, tamamen mezhep kinine bağlı bir mülahaza ile kitaplarına sokmuş ve dînî bir öğreti gibi sonraki nesillere talim etmişlerdir; etmiş ve böyle yapmakla, İslâm'a, Peygamberlik hakikatine ve Allah Rasûlü'ne verdikleri zararı düşünememiş ve hainlik yapmışlardır.

Aynı zümre, bazı kimselerin Hz. Mesih, bazılarının da Hz. Üzeyir hakkında, -hâşâ- 'Allah'ın oğlu' demeleri gibi Hz. Ali'ye de, -hâşâ ve kellâ- 'Allah girdi (hulûl etti)' demiştir. Zaten daha önceki bazı dinî yorumlarda, biraz da enigmaya dönüştürülerek anlatılmak istenen, işte bu kapalı hulûl ve ittihad telakkisidir ki, din adına girmedik mabet bırakmamıştır. Bazıları, konuyu şöyle böyle eğip bükse de, işin üzerinde ciddi durulduğunda görülen odur ki, Allah -hâşâ- pasif bir ilahtır; insanları affedemeyecek, onlarla münasebeti olamayacak ölçüde pasif. O, ancak bir şahsa hülul ve biriyle ittihad ettikten sonra aktif hale gelebilir. Ve işte bu şekilde felsefî pasif ilah anlayışı aktif bir hal alır; sonunda da bir insan bedenine giren veya bir insan şeklinde tezahür eden bu ilah, kendisini feda etmek suretiyle insanların günahlarını temizlemiş olur. Evet, nihayet karşımıza, ne riyazî (matematikî) olarak kavrayabileceğimiz, ne de ulûhiyet hakikatıyla telif edebileceğimiz böyle bir inanç, bir doktrin çıkıverir.

İşte bu türden çarpık anlayış ve düşüncelerin geçmişine ve menşe'lerine bir göz atıverince, bugün Efendimiz (sav) ve sünneti hakkında söylenen uygunsuz sözlerin, öyle yeni ve bugüne ait olmadığı anlaşılacaktır. Öteden beri çarpık düşünce sahipleri, büyük insanları tam kavrayamadıklarından ve onları kendi çerçevelerinde ihata edemediklerinden dolayı, bazen herhangi bir insanı, bazen de böyle büyük kimseleri kendi seviye veya seviyesizliklerine çekmek istemişlerdir. Onlarda da, tıpkı kendilerindeki gibi kaprisler, şehvetler, kinler, nefretler bulunduğunu; keza onların da yer yer va'de vefa (verdikleri söz)den döndüklerini, ihanet ettiklerini/edebileceklerini, ismetlerini koruyamadıklarını, tebliğde muvazaaya girdiklerini iddia ede gelmişlerdir.

Müslümanların Grek Felsefesiyle Tanışmaları

Bu türden çarpık anlayış ve düşüncelerin geçmişine ve menşe'lerine bir göz atıverince, bugün Efendimiz (sav) ve sünneti hakkında söylenen uygunsuz sözlerin, öyle yeni ve bugüne ait olmadığı anlaşılacaktır.

Efendimiz hakkındaki bu türden çarpık düşünceler, Müslümanların Neoplatonist düşünce ve Grek felsefesiyle tanıştıkları andan itibaren ortaya çıkar ve büyük ölçüde, Abbasîlerden Me'mun zamanında, kitaplarla İslâm'ın ilim ve kültür hayatı içine girer. Kur'an'ın mahlûk olup-olmaması konusu da bu düşünceyle gelip İslam ilâhiyatının içine giren meselelerdendir.

Selef-i Salihîn döneminde, Kur'an mahlûk mu değil mi gibi mülahazalar asla söz konusu değildi. Onlar, Kur'an'a: 'Allah onu bize nasıl gönderdi ve Peygamber Efendimiz nasıl ta'lim buyurduysa' öylece inanır; onu, iniş keyfiyeti, o andaki veya hal-i hazırdaki durumunun, Allah'ın Kelâm sıfatıyla münasebeti ve 'kelâm-ı nefsî mi, kelâm-ı lafzî mi' gibi konuların hiç münakaşasını yapmadan, 'Kelâmullah' deyip kabûl ederlerdi. Ne zaman ki birileri çıkıp, bu münakaşayı ortaya attı; işte o zaman, İmam Ebu Mansur el-Maturidî, Ebu'l-Hasani'l-Eş'arî gibi muhakkik zatlar, ihtimal temel prensipleri Hasan-ı Basrî Hazretleri, Sevrî ve Ebu Hanife'nin düşüncelerinden alarak, Kur'an'ın, kelâm-ı nefsî olması itibariyle Kelâm sıfatının bir yönünü teşkil ettiğini ve bu zaviyeden ona 'mahlûk' denemeyeceğini; ancak mahlûkata taallûku itibariyle yazılmış haline 'mahlûk' denebileceğini söyleyip, meseleyi kapamak istediler.

Kur'an'a ait bu gerçeği koruma uğrunda pek çok insan, işkenceye uğradı. Bunlar arasında, büyük hadisçi, 'Müsned' gibi dev bir eserin müellifi ve mezhep sahibi Ahmed bin Hanbel de vardı.. ve işte bu zatlar, hayatlarının büyük bölümünü böyle bir meseleden dolayı hep hapishanelerde geçirdiler.

Bu konuda, itizalî düşünceye meyilli Abbasî idaresinin işkencesine maruz kalan âlimlerden biri de İbn-i Maîn'di. O, değişik bir mülâhaza ile 'Kur'an mahlûktur' dedi ve bu mihnetten sıyrıldı. Ahmed bin Hanbel, bunu duyunca üzüldü ve İbn-i Maîn'in kendisine yazık ettiğini, çünkü, böyle davranmakla önemli bir fitne kapısını araladığını, bu yanlışın bir imamın referansıyla kendine mevzî bulup yayılabileceği endişesiyle sarsıldı. Ona göre, bu uğurda gerekirse can da verilebilirdi ve verilmeliydi... O dönemde bu türden çarpık anlayışlar, daha çok, felsefeyle uğraşan Mu'tezile taraftarlarınca İslam dünyasına sokuldu. Hatta Fars Şiîliğinin usûl-ü hamse'si (beş esası) da, aynı şekilde yine Mu'tezile'ye dayanır. Evet usul-ü hamse ve Kadı Abdülcebbar'ın Metin ve şerhine bakıldığında üzülerek hep aynı şeyleri görürüz. Bu tür kitapların gerçek yazarlarının kim olduğu çok da önemli değildir; önemli olan bunların hepsinin kaynağının felsefe ve din şeklindeki bir kısım düşünce sistemlerinin olduğudur. Minhacü's-Sünne'de İbn Teymiye'nin ifade ettiği gibi, İslamiyet'teki bu çarpık düşüncelerin arkasında Grek felsefesi ve muharref dinler vardır.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.