Vicdan Yalan Söylemez
İktisatçılar kitaplarında bir memleketin iktisadi hayatı adına yeni formüller oluştururlar. Mesela, bir vergi kanununa dair, mükellefi sımsıkı bağlayan, vergi vermeden kurtulmanın mümkün olmayacağı şekilde yeni maddeler koyarlar. Bunun ardından da şeytani bir fikirle bu vergiyi vermekten kurtulma yolları ortaya konulur. Binaenaleyh birbirini takip eden çözüm teklifleri ve aynı zamanda bunlardan kurtulma yollarının gösterilmesi, içinden çıkılmaz bir fasit daire oluşturur. Bu fasit dairede ne devlet umduğunu bulabilir, ne de mükelleften beklenen şey elde edilir. Hâlbuki evvela ma'şerî vicdanın tamir edilmesi lazım ve elzemdir. Onun için İslam başta bunu nazara verir. Millet, Allah'a inanmalı. Zira Allah'a inanmayanda her türlü gayr-i meşru hareket ahval-i adiyedendir. Allah'a inanma sayesindedir ki, fert, bir meziyet ve fazilet abidesi haline gelebilir. Bu itibarla, yapılacak birinci ve öncelikli iş, saf ve dupduru vicdanlı fertlerin yetiştirilmesi olmalıdır.
Vicdanın her şeyi çözmede birinci anahtar olduğunu gösteren, asr-ı saadete ait bir hâdiseyi arz etmek istiyorum: Bir gayr-i menkulün ihtilaflı durumu, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)'e hakemlik yapması için getirilir. Efendimiz henüz şikâyet bildirilip dertler anlatılmadan, "Ben de sizin gibi bir insanım. Siz davalarınızın halli için bana geliyorsunuz. Bazınız diğer bazınızdan hüccet yönüyle daha kuvvetli veya üslup yönüyle ikna edici olabilir; böylece benim, işittiğime dayanarak onun lehine hükmetmem mümkündür. Kimin lehine, kardeşinin hakkından bir şey hükmetmişsem (bilsin ki), onun için cehennemden bir ateş parçası kesmiş oluyorum." diyerek bir hakikati dile getirir. -Bundan dolayı mahkemede hâkimin her şeyden önce bir muhasebe dersi vermesi sünnettir.- Bunu duyan iki sahabi de kendi haklarından vazgeçiverirler. Ama mesele Efendimiz'e getirilmiştir bir kere ve Allah Resûlü onlara iki tarafı da memnun edecek bir çözüm sunmuştur: "Gidin, o malı eşit olarak taksim edin. Ve sonra kura çekin. Kime ne düşerse ona sahip olsun. Sonra da birbirinize hakkınızı helal edin. Allah'ın huzuruna hesabını veremeyeceğiniz bir şeyle gitmeyin."
Görüldüğü gibi vicdanlar dupduru ve inançla ma'mur olunca çözüm kolaylaşıyor. Evet, her fert, kendi içyapısıyla ictimaî bünye içinde yaşamaya ehil hale gelmişse, böyle fertlerin teşkil ettiği ictimaîde huzursuzluk ve ahenksizlik tasavvur edilemez. Bu itibarla da her şeyden evvela, vicdanın tamir edilmesi lazımdır. İnsanlar Allah huzurunda hesap vermeye inanmalılar ki, bilerek yanlışlık yapmasınlar. Bir arpadan dahi Allah'a hesap vereceğini hesaba katan mümin bundan sonra zekâtını vermezlik edemez ve faize girme gibi meselelerden fersah fersah uzak kalmaya bakar. Binaenaleyh bu konuda şart-ı evvel vicdanların saf, dupduru ve temiz olmasıdır.
Zekât Verilecek Adam Yoktu
Bu şart yerine getirildikten sonra İslam'ın hal-i hazırdaki problemlere çaresi, faizin yasaklanması ve zekâtın bir farzı eda etme şuuruyla yerine getirilmesidir. Ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, "Allah faizin bereketini keser ve eksiltir. Zekât ve sadakaları ise nemalandırır, geliştirir. Asıl geliştirme keyfiyeti zekât ve sadakalardadır." (Bakara, 2/276) ve "Faiz yiyenler mahkeme-i kübrada, Allah'ın huzurunda tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin uykudan kalkışı gibi kalkarlar." (Bakara, 2/275) buyurmakta ve değişik vesilelerle bu işin vahametini bildirmektedir. Kur'an-ı Kerim bu prensiplerle menfinin önünü kestikten sonra, "Namazı dosdoğru, tastamam kılın, zekâtı verin." (Bakara, 2/43) diye müspeti yerleştiriyor. İnsan günde beş defa Allah'a olan ahd-ü peymânını yenileyince sair vazifelerini yapması da ona zor gelmeyecektir. Kur'an-ı Kerim'de namazdan sonra zekâtın anlatıldığı pek çok ayet vardır. Ve bunun etrafında o ciddi tahşidat yapmaktadır. Kim ne derse desin biz çok defa İslam tarihinde beşerin hiçbir dönemde yaşamadığı/yaşayamayacağı harikalarla karşılaşıyoruz. Mesela, Ömer Bin Abdülaziz devrinde beşerin refah ve saadetinin arttığını ve iki uçtaki sınıfların erimesi ve bir orta sınıfın meydana gelmesi mevzuunda doruk noktaya ulaşıldığını müşahede ediyoruz. O gün öyle müreffeh bir dönem yaşanıyordu ki, insanlar zekâtlarını verebilmek için sokak sokak, kapı kapı dolaşmalarına rağmen çok defa zekâtları ellerinde kalıyordu. Evet, o devirde bu mesele rahatlıkla halledilmişti. Çünkü veren her fert, Kur'an'ın, "Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi sürgün verip her birinde yüz dâne bulunan bir başağın haline benzer. Allah dilediğine kat kat fazlasını da verir. Allah'ın lütfu geniştir ve ilmi her şeyi kaplar." (Bakara, 2/261) ayetine inanarak veriyordu. Böyle bir karşılığı düşünen her fert, seve seve bu cömertliği yapıyor, devletin ve milletin imdadına koşuyordu. Dolayısıyla da uç sınıflar teşekkül etmiyordu.
Herkes yanında çalıştırdığından memnun, o da kendisi için çalıştığı kimseden memnundu. Azatlı kölesi Yerfe' Hz. Ömer'den, Nâfî İbn Ömer'den, Sâlim de Hüzeyfe'den ayrılmıyordu. Misaller sadece bunlarla sınırlı değil; hürriyetine kavuşturuldukları halde efendisinden ayrılmayan insanların sayısı pek çoktu. Onlar bulundukları evde bir köle ve hizmetçiden ziyade bir evlat gibi bulunuyorlardı ve katiyen istismar yoktu. Ebu Zerr'in elbisesinin yarısı yeni, yarısı da eskiydi. Zira kumaşın yarısını kölesine elbise yaptırmıştı. Bu hizmetçinin, böyle bir efendiye karşı asi ve rahatsız olması mümkün değildir. Muhbir-i Sâdık insanlara yanlarında çalışanların kardeşleri olduğunu; yediklerinden yedirmelerini, giydiklerinden giydirmelerini emretmişti. Onlara güçlerinin üzerinde iş vermemeyi, şayet böyle bir iş söz konusu olursa onlara yardım edilmesini de söylemişti. İşte böyle bir toplumda asla karışıklık ve problem olmaz ve olamaz. Günümüzde ortaya çıkan ve çıkması muhtemel problemlerin izale edilebilmesi için İslam'ın getirdiği esasların dikkate alınması elzemdir. Özetleyecek olursak, evvela, ma'şerî vicdanın selameti, ikinci olarak, ribanın yasaklanması, üçüncü olarak ise zekâtın bir vacip olarak hayata taşınmasını sayabiliriz ve günümüzün problemlerinin aşılmasında bunlar çok önemli.. Ve aynı zamanda bunlar, hâlihazırdaki sıkıntılar ve kıyamete kadar zuhuru muhtemel bütün beşeri problemleri bertaraf edebilecek güçtedir.
Özetle
- Fert fert insanların maşeri vicdanları düzelmeden toplum çapında problemlerin çözülmesinin imkanı yoktur.
- Efendimiz öncelikle insanların vicdanlarını belli bir kıvama getirmişti. Daha sonra ortaya çıkan sorunları çözmek ise son derece kolay olmuştu.
- Faiz, toplumu içten içe kemiren bir kurt iken, zekât ise toplumu baştan aşağıya dirilten bir iksir gibidir. Toplumu bu kurttan kurtarmak ve bu iksirle tekrar canlandırmak gerekir.
Hangi Günah En Büyüktür?
Sahih hadislerde büyük günahlar (kebâir) beş, yedi, dokuz, hatta yetmiş olarak zikredilmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: Allah'a şirk koşmak, adam öldürmek, anne-babaya isyan etmek, zina iftirasında bulunmak, muharebe anında cepheyi bırakıp kaçmak, yalan söylemek ve zina etmek.
Burada bir hadis-i şerife dayanarak günah mevzuunda bilmemiz gereken bir prensibe dikkatlerinizi çekmek istiyorum: "Israrla işlenen küçük günah küçük olarak kalmaz. İstiğfarla da büyük günah yerinde durmaz." Bir insan büyük bir günah işler de ardından Hz. Âdem gibi "Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ - Ey bizim Rabbimiz, kendimize yazık ettik" (A'râf, 7/23) derse öyle büyük bir günah eriyip gider. Titreyen bir kalbe ve ürperen bir dimağa sahip olup, her günah arkasından içinde fırtınalar kopan bir insanın -inşallah- büyük günahı olmaz/olamaz. Devamlı küçük günah işleyen, mesela sokaklarda fuzuli gezen ve bunu ehemmiyetsiz zanneden bir insan, bu vaziyette o kadar günah işler ki, ihtimal hakiki manada haramlara girse bu kadar günah olmaz. Aslında en büyük tehlike, tehlike olduğu bilinmeyen tehlikedir. En büyük günah, günah olduğu bilinmeden yapılan, bilinmeden yapılıp da arkasından nedamet hissi ve vicdan ızdırabı duyulmayan günahtır. En küçük günah ise hemen onun arkasından ciddi bir nedamet hissiyle Mevla'nın huzuruna gidilerek ciddi nedamet duyulan günahtır.
Hz. Âdem "Velâ tekrabâ hâzihi'ş-şecerate - Şu ağaca yaklaşmayın" (Bakara, 2/35) sınırını aşarak memnu meyveye el uzatmıştı. Bu haddizatında bir zelleydi. Şeytan da "Üscudû = Secde edin" emrine itaat etmeyerek secde etmemişti. Vâkıa bu da büyük bir günahtı. Bununla beraber şeytanın günahı şeytanın küfrünü netice vermiş, Hz. Âdem'in günahı ise peygamberlik payesine dahi halel getirmemişti. Çünkü Hz. Âdem, cürmünü itiraf ederek huzur-u Rabbi'l-âlemine yönelmiş ve tam bir teveccühte bulunmuştu; şeytan ise, "Çamurdan yarattığın kimseye secde mi ederim! Benden üstün kıldığın adam bu mu?" diyerek tekebbür ve gurura kapılmıştı. (Bkz. İsrâ, 17/61)
Hâsılı, en büyük günah, günah olduğu bilinmeden yapılan günah, günah işlerken ızdırap duyulmayan günah ve onu nedamet ve pişmanlıkla eritemediğimiz günahtır. En küçük günah ise, istiğfar ve tevbe potasında eriyip yok olan günahtır.
Cenab-ı Hak günah işlettirmesin. Şayet sürçer ve düşersek o zaman da tevbeye irşad ve hidayet buyursun.
Haftanın Duası
Ey bütün hamd ü senâların biricik mercii Yüce Rabbimiz! Hazinelerinden bizlere lutfettiğin bütün nimetler, kalblerimizi donattığın tüm zînetler ve ruhlarımıza sevdirdiğin topyekün güzellikler için biz de Sana hamd ve şükranlarımızı arz ediyoruz. Bahtına düştük, halimize merhamet eyle ve lütfen bu kadar ikram ve ihsanda bulunduktan sonra bunları geri almak suretiyle bizi ikab etme.. hoşnutluğundan mahrum bırakmak suretiyle cezalandırma!..
Sözün Özü
İnsan, Allah'ın bahşettiği nimetler ölçüsünde O'nunla münasebete geçmemişse, dünya sultanlığının üstünde tutacak kadar Müslümanlığın kadr ü kıymetini bilmiyor demektir. Böyle biri, önüne serilen hizmet imkânlarını değerlendirmek suretiyle rıza ve rıdvana ulaşma gayretinde değilse, o, ilahî ihsanlara karşı gözlerini kapatmış bir zavallıdır. Gırtlağına kadar nankörlük içine gömülmüş böyle biri için başka günah aramak manasızdır.
- tarihinde hazırlandı.