Milletimizin yeniden ihyası
Daha on-onbeş yaşımdayken, babam iki şeyin hayranlığını ruhuma işledi: Biri sahabe efendilerimiz; diğeri de Osmanlı. “Yıldırım, Yavuz...” dediği zaman babamın gözleri dolar, bakışları buğu buğu olurdu.
O günden bu güne, hiç hazmedemedim bu milleti ayaklar altına düşürenleri.. hiç hazmedemedim milletimizin büzüşüp, sıkışıp küçük, muhtaç, başkalarının eline bakan bir topluluk haline gelmesini. Koskocaman, cihanlara sığmayan bir millet nasıl oldu da, böyle iki gölün arasına sıkıştı kaldı? Nasıl bu halle övünüyor insanlar?.. Küçüklüğü nasıl öyle allı pullu gösteriyorlar? Hiç hazmedemedim...
Evet, insanımızın dilenci durumuna düşmesi ve başkasının kapısında el açması; malî, içtimaî ve ahlakî bir buhran yaşaması sinemde girdaplar meydana getiriyor. Ama ne yapabilirim ki, çaresizlikten dolayı iki büklüm, sabretmeye çalışıyorum. Fakat diğer taraftan da, gönüllerde üzüntü girdapları meydana getiren bütün hadiselerin milleti ihya etme istikametinde bizde metafizik gerilim hâsıl etmesi gerektiğine inanıyorum. Yeis, atalet, bezginlik ve sürekli şikâyet değil, ümit, sa’y ve Allah’ın inayetine sarılmak lazım geldiğine inanıyorum.
Üstad Hazretleri bir reçete veriyor: “Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-yı dinle olur şu milletin ihyâsı.” diyor. Demek ki bizim dirilişimiz dine bağlılık içinde gerçekleşebilir. Diriliş destanları yazmakla değil, doğrudan doğruya halkın içinde olmak, onun nabzını tutmak, tıpkı bir çocuğu hayata taşıma, götürme, yükseltme gibi elinden tutup onun ayaklarıyla yürümek, yolun her dönemecine ait âdab u erkânı öğretmek.. ve yine aktif bir sabırla büyümesini beklemekle gerçekleşebilir.
Nazarlarını ahirete çevirmiş, hizmet diyarı olan bu dünyadan terhisini alıp sevgililer diyarına gitmeyi bekleyen bir insan olarak bütün samimiyetimle söylüyorum ki; insanımızın dirilmesi ve milletimizin ihyası derken, bazılarının Müslümanlara yakıştırdığı “dine dayalı devlet kurma arzusu”, parti ve hizipçilik gibi milleti birbirine düşüren bütün unsurlardan uzak, maddî-manevi, dünyevî-uhrevî garazlardan sıyrılmış bir duyguyu ifade etmeye çalışıyor ve bu necip milletin layık olduğu konuma yükselmesini kastediyorum.. milletçe çöküntü ve çözülmelerimizin gerçek sebep ve sâikleri sayılan ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik gibi his ve duyguları atıp, manevi hayatın özü ve hakikati olan istiğna, cesaret, mahviyet, diğergamlık, rûhânîlik, rabbânilik ruhu ve hak duygusuyla bir kere daha fert fert fazilet âbideleri haline gelmemizi kastediyorum..
Millî ruh
Değişik vesilelerle ifade etmeye çalıştığım gibi, millet hayatına dair yaptığımız planlar, ne kadar yararlı da olsa, bu uğurda millî ruh katiyen fedâ edilmemeli; aksine, millet modernize edildikçe o daha da hassasiyetle korunmalıdır.. tâ beşikten başlayarak; anneler, yavrularına, millî rûhu terennüm eden ninniler söylemeli; nineler masallarını ve masal kahramanlarını şanlı geçmişimizin destanlarında aramalı; irfan yuvalarımız her vesileyle, şu muhteşem fakat talihsiz, şevketli fakat gadre uğramış milletimizin alabildiğine parlak ve fevvâreler gibi bulutlar arasında kendine yer aradığı dönemleri en heyecanlandırıcı üslûplarla dile getirmeli; edebiyatımız millî ruh ve millî düşünceyi işlemeli.. vaizler kürsülerde, hatipler minberlerde, konferansçılar geniş halk kitleleri karşısında bu millet gibi düşünmeli, bu millet gibi heyecanlanmalı, bu millet gibi konuşmalı, bu millet gibi sevinmeli ve bu millet gibi tasalanmalıdırlar.. Tasalanmalıdırlar ki, bir zamanlar tabiî bilimlerden dinî ilimlere, tasavvuftan mantığa, şehircilikten estetiğe hemen her sahada varlığı didik didik eden dehâlarla; fıkıh ve hukuk üstatlarıyla; hayatlarını vicdan endeksli yaşamış, insanî normları aşan istidatlarla; muhakeme ve fetânet kahramanlarıyla ve sanat dâhileriyle her zaman çağının çok çok önünde yürümüş bu dünya, geçici bir aradan sonra yeniden bütün aydınlık ruh ve dimağlarını harekete geçirerek, bir ikinci veya üçüncü Rönesansı gerçekleştirsin.
Bir milletin ruhunun heykeli ikame edilirken dikkat edilmesi gereken en önemli husus, o milletin özü, tabiatı ve millî karakterinin gözetilmesi ve korunmasıdır. O diğer bütün milletlerden farklı olabilir; fakat bu farklılığı, onun herkesle uyum içinde olmasına mani değildir. Bir ferdin herkesle iyi geçinmesi, onun kendi olarak kaldığı zaman bir kıymet ifade eder. Eğer o, kendine ait değerler açısından asimile olmuş, başkalarına karışıp tamamen onlara benzemişse, o zaman o şahsın iyiliği ve kötülüğünden, hoşgörü ve başkasını kabulünden bahsedilemez. Neyi hoş görecek, neyi olduğu gibi kabul edecek ki? O zaten diğerlerine iltihak etmiş, erimiştir onlar arasında. İnsan ancak kendisi olarak kalır, kendine ait hususiyetlerin hiç birinden taviz vermez ve fakat herkese de sadrını sinesini açabildiği kadar açarsa, yeryüzünde diyaloğa geçemeyeceği hiç bir fert kalmayacak kadar insanlığa açık yaşarsa, işte o zaman hoşgörüden ve başkasını kendi konumunda kabulden bahsedilebilir. Fert için geçerli olan bu husus millet için de geçerlidir. İşte gerçek ihya da budur. Ve Üstad, onu bir cümleyle ifade etmiştir: “Milletin ihyası ancak dinin ihyası ile olur.”
İyiliği emret kötülükten men et
“Emri bi’l-maruf, nehyi ani’l-münker” vazifesi varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur. Zira Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kâinat kendisi için yaratılan İki Cihan Serveri’dir. O’nun gönderiliş gayesi ise tebliğdir.
Tebliğin özü de, “emri bi’l-maruf, nehyi ani’l-münker”dir. Demek ki, bir manada varlık, bu iş için yaratılmıştır. Şüphesiz varlığın yaratılış gayesi olan bu iş, işlerin en önemlisidir ve her Müslümanın yapması gerekli olan bir vazifedir.
Bu büyük vazife pek çok ayet ve hadisle te’yid edilmiştir. Mesela; “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmran, 3/104) “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder kötülükten men edersiniz ve Allah’a imanınız tamdır.” (Âl-i İmran, 3/110) ayetleriyle, “Ya marufu emredip münkerden nehyedersiniz ya da Allah sizin başınıza en şerlilerinizi musallat eder; sonra da ne büyüklerinize saygı gösterilir, ne de küçüklerinize merhamet edilir. O zaman en hayırlılarınız dua eder de kabul edilmez; istiğfar edersiniz, mağfiret olunmazsınız; yardım istersiniz de yardım gelmez.” ve “Ademoğlunun bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir; ancak marufu emir, münkeri nehiy ve Allah’ı zikir müstesna..” hadisleri bunlardan sadece birkaçıdır.
Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’in her ayeti vecizdir; fakat İbni Mesud Hazretleri’nin “Hayrı ve şerri bundan daha câmî (bir arada zikreden) bir ayet yoktur.” diyerek işaret ettiği, Nahl Sûresi’nin 90. ayeti, maruf ve münkeri hülasa eden, tek başına mücelletlere sığmayacak bir muhtevayı hâizdir. Bu ayeti kerimenin meali şöyledir: “Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder; hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl, 16/90)
Haftanın duası
Ey Rahman ü Rahîm Rabb’imiz! Sen’den başka dertlerimize derman olabilecek, keder ve tasalarımızı izale buyurup kalplerimizi imar edebilecek bir güç ve kuvvet yoktur. İstirham ediyor, el açıp dileniyoruz; içimizi Sen’in hoşnutluğuna zıt bütün şâibelerden ve ağyar düşüncesinden temizle.. ne kalbimizde ne de dilimizde, küçük ya da büyük, iddia kokan hiçbir duygu ve düşünce bırakma.. Amin..
Sözün özü
Çekilen sıkıntılar ve başa gelen musibetler, varılmak istenen hedefe bakıldığında çok küçük kalır. Üstad’ımızın ifadeleriyle, bin sene mesûdâne dünya hayatı onun bir saatine mukabil gelmeyen bir cennete talibiz. Onun da ötesinde Cenâbı Hakk’ın Cemâl’ini müşahede arzusundayız. İşte bu hedefe ulaşmak adına her şeye tahammül etmek, her sıkıntıya göğüs germek, her musibete katlanmak gerekir.
- tarihinde hazırlandı.