Vefa ve şefkat abidesi: Anne
Anne kendi dünyasında bir kutup varlıktır. Kâbe, topyekûn kâinat hakikatinin; Mekke, umum beldelerin, dimağ bütün bir bünyenin ruhu, manası, özü ve atlası olduğu gibi, anne de ailenin temeli, direği, esası ve Yaratıcı Kudret’in de en önemli bir malzemesidir. Yuvada her şey onun etrafında döner, ona dolanır ve ona dönüşür. O ise kutup yıldızı gibi hep kendi çevresinde döner ve ucu gökler ötesi bir yörüngede yol alır.
Onlar, bizi, her bağırlarına basışlarında karşılık beklemeyen birer vefa kahramanı misillü büyülü bir hal alır; biz de onlarla her şeyi aşabileceğimiz hissiyle bir güven ve emniyet içinde gerilir, etrafı süzer; hatta herkese meydan okuyor gibi bir tavra girer ve onlara sımsıkı sarılırdık.
Anne, gökler kadar derin.. ve içinde göklerin yıldızları kadar duygu ve düşüncelerin kaynaşıp köpürdüğü, köpürüp lav ırmakları veya yer altı çayları gibi şuraya-buraya aktığı sırlı bir his yumağıdır. Evet o, acı-tatlı kaderiyle uyumlu.. sevinçlerle, kederlerle barışık.. beklentileri olmayan, beklentilere takılıp yavrularına gönül koymayan.. tabiatı İlahi ahlâkla kristalize öyle bir vefa ve şefkat abidesidir ki; ne çektiği mihnetlerin mahşerdeki ter lüccesine denk gelip gırtlağına dayanması; ne de evlat vefasızlığının bir poyraz gibi esip ruhunu sarması; sarıp ona gurbetlerin en acısını yaşatması onu dize getiremez ve ona “pes” dedirtemez...
Anam!.. Kuzum!..
Çocuğunun parçalayıcı neşterleri altında, ciğeri delik-deşik edilirken, bıçağı eline kaçırıp da “Anam!” diye inleyen bir kanlı katilin koluna “kuzum!” çığlıklarıyla sarıldığı hikâye edilen bir anne ciğeri hikâyesini, çocukluğumdan beri ne zaman anmışsam hep ürpermiş ve bu mini damlada anne şefkatinin enginliğini duymaya çalışmışımdır. Hele, ebediyet ve ahirete inanan, dolayısıyla da bedenî ve cismanî olduğu kadar uhrevî ve ruhanî yanları da olan anneler!. Bunlar madde ve mananın, cisim ve ruhun yerleşik âleminde, gönülleri evlatlarına karşı, tasavvurlar üstü öyle güçlü rabıtalara sahiptir ki; dünya ehlince çok köklü ve güçlü kabul edilen alakalar bile ona nispeten zayıf bir gölgeden ibaret kalır. Ne var ki, imanı, imandaki sonsuzluk zevkini duymayanlara bunu anlatmak çok da kolay olmayacaktır.
Evet, onlardaki samimiyetin hep böyle derin kalmasını, ihlâsın kesintisiz devam etmesini ve onların kalplerinin her zaman sevgiyle coşmasını, bakışlarının alaka ve güven va’diyle içimize akmasını fena ve zeval vadilerinde yetiştikleri halde bu kadar ebedî ve maveraî hislerle dolup-taşmalarını anlatmak oldukça zor olsa gerek...
Bir düşünün; bizim için onlar, ne uzun hazırlıklar dönemi geçirmiş! Ne aşılmaz zorluklara toslamış ve neleri aşmış? Ne çetin hadiselerle pençeleşmiş, ne kadar hayal ve melal ile oturup kalkmış? Ne hülya ve rüyalarla dolup boşalmış, ne kadar yeis ve inkisarlarla burkulmuş? Ne zorluk ve sıkıntıları göğüslemiş ve kaç türlü çileyle preslenmiş? Ne sancılar çekmiş ve ne kadar inlemiş? Kaç defa çığlık çığlığa ağlamış ve ne kadar ağlama dindirmiş? Kaç defa merhametle coşmuş ve kaç defa merhamete ihtiyaç hissetmiş? Hasılı bizim için ne değerli şeyler harcamış ve ne emekler sarf etmiş.. sarf etmiş de sonra da herhangi bir beklentiye girmemişlerdir...
Evet, bizi, varlığa ermenin hemen her safhasında kucaklayan, koklayan, öpüp öpüp okşayan, teessür ve infiallerimizi yatıştırıp sıkıntılarımızı paylaşan; yemeyip yediren, giymeyip giydiren, açlığını-tokluğunu, açlığımız-tokluğumuz içinde hissedip yaşayan, mutluluk ve saadetimiz adına insanüstü bir gayretle akla-hayale gelmedik zorluklara katlanan.. bize, vücudumuzun gelişmesi, irademizin kuvvetlenmesi, zekâmızın incelip keskinleşmesi, ufkumuzun uhrevîleşmesi yollarını gösteren.. bütün bunları yaparken de açık-kapalı herhangi bir beklentiye girmeyen bir varlık varsa, işte o da anadır.
Biz, korumanın-kollamanın neş’esini-heyecanını, gösterişini-hesabını, sistemini-yolunu onlarda görmüş, onlarda tanımış, onlarda duymuş ve onlarda tatmışızdır. Hele, ihtiyaç ve zaaflarımız; güçsüzlük, yetersizlik ve hayatın bir kısım aksilikleriyle birleşerek üzerimize çullanışında hep onlara sığınmış ve karşımıza çıkan handikapları hep onlarla aşmaya çalışmışızdır. Biz onlara sığınırken onlar da gönüllerinin bütün sıcaklığıyla bizi sinelerine basmış ve hafakan dolu gönüllerimize emniyet ve itmi’nan üflemişlerdir...
Anne eli her şeyin üzerindedir
Şu gökkubbe altında ne varsa onun eli hepsinin üstündedir.. ve cennete giden yol onun ayaklarının altından geçer. Allah, kitabında ona öyle bir ululuk ve sultanlık vermiştir ki, yeryüzü sultanları ona nisbeten, liyakatsiz başlarda kuru birer taçtan ibaret kalırlar. Zaten, onun ayağının altında yerini bulamamış başlardaki taçların da kalıcı hiçbir değeri olduğu söylenemez.
Ey ruhlar gibi ince, melekler kadar masum ve gökler kadar da derin, yüce ve değerli varlık! Biz hepimiz senin kölelerin, sen ise şefkat, vefa ve samimiyet ağıyla bizleri avlayıp esir eden taçsız bir sultansın! Eğer şu varlık âleminde her şeyin kendine göre bir ruhu, bir hayat cevheri varsa, bizim hayat cevherimiz de sen olmalısın!
Allah, kıyamet sabahında seni Zât’ının ışıklarıyla aydınlatsın! Geleceğin, cennetin cuma yamaçları gibi neşeli ve vuslatın da kutlu olsun.
Peygamberler ve anne şefkati
Peygamberlerin hayatlarına bakıldığında onların pek çoğunun babalarının, annelerinden önce öldükleri, bu sebeple annelerinin himayesinde büyüdükleri görülür: Meselâ, Hz. Musa’nın babası, annesinden önce vefat etmiştir ve O, annesinin himayesinde büyümüş bir yetimdir. Hz. Mesih’in babası zaten hiç yoktur. Çünkü O, bir mucize olarak babasız dünyaya gelmiştir. O yüce annesi ona hem annelik hem de babalık yapmıştır. Efendimiz’in de (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha dünyayı teşrif etmeden babası vefat etmiş ve O’nu yetim bırakmıştır.
Burada, bu ulü’l-azm peygamberlerin hemen hepsinin anne himayesi, anne idaresi, anne terbiyesi ve anne gözetimi altında büyümelerinin önemi ortaya çıkmaktadır ki, böyle bir konunun üzerinde durulması gerekir diye düşünüyorum.
Her şeyden önce anne, bir şefkat kahramanıdır. Vazifesi şefkate dayalı bir nebinin, bir şefkat kahramanına emanet edilmesi şuuraltı müktesebatı açısından çok önemlidir. Evet, anne, babadan daha şefkatlidir. Baba, iradesiyle şefkatini baskı altına alır ve çoğu zaman onu hissettirmez. Çünkü babanın iradesi anneye nazaran daha güçlüdür. Annenin, şefkat adına iradesini, baba kadar zapturapt altına almaması çocuğun yetişmesi bakımından fevkalâde ehemmiyetlidir ve onun böyle görünmesi, çocuk için bir güven kaynağıdır. Ayrıca baba, maîşet yükünü çektiği için hep dışarıdadır. Anne ise çoğunlukla evdedir. Şayet baba, çocuğa anneden daha yakın görünürse çocuk kendisine uzak birinin vesâyetinde büyüyor gibi olur. Aksine günün büyük bir bölümünde annenin sinesinde onun şefkat dolu soluklarını hissederek büyüyen yavru şefkat görür, şefkat duyar ve şefkate açık gelişir. Diğer yandan baba, anneden önce ölünce anne, aynı zamanda babanın yokluğundan hâsıl olan boşluğu da kapamaya çalışır. Böylece annenin çocuğuna yudumlattığı şefkati ikiye katlanır.
Ayrıca baba güçlüdür. Hayatın her türlü zorluğunu göğüsleyebilecek, icabında ailesi adına kavga verip onları savunabilecek kapasitededir ve savunur. Kendilerini bu ölçüde himaye edecek birini başlarında bulamayan bu mübarek yetimler onun boşluğunu Allah’ın himayesiyle doldurmaya çalışırlar. Bu açıdan da sanki Allah, onların maddeten kuvvet kaynağı olarak güvenip dayanacakları insanları ellerinden çekip almak suretiyle, cebr-i lütfî onların tamamen Kendisine teveccüh etmelerini sağlamaktadır.
Evet, peygamberlerin hayatlarına dikkatlice im’ân-ı nazar edilse onların o sırlı dünyalarında kim bilir daha ne büyüler, ne esrarlı hakikatler görülür.
Haftanın duası
Ey sevdiği kullarını hiç yalnız bırakmayan Mevlâ’mız! Sen bizim için lütufkâr namına lâyık yegâne Zatsın. Biz muhtaç kullarını riayet ve inayetinle, insî ve cinnî şeytanların asla ulaşamayacağı sıyanet kalene al… Etrafımızı muhafaza surlarınla kuşat… Düşmanlıkla oturup kalkan kötü niyetli kimselerin şerlerinden bizi muhafaza buyur. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, aile fertlerine ve bütün ashabına salât u selam ederek bunları Senden dileniyoruz. Âmin.
Sözün özü
Allah, bütün esmâsıyla tecellî buyurup kâinatı, daha sonra da insanı yaratmıştır. O, Allah’ın başına koyduğu insanlık tacıyla tam bir halifedir ve O’nun aziz kılmasıyla da azizlerden azizdir. Tabiî, Allah isterse onu zelil kılıp tepe üstü de getirebilir. Öyleyse insan, kendisine hilâfeti lütfeden Zat’a ciddî bir teveccühle sımsıkı sarılmalı ve ‘kemer beste-i ubûdiyet’ içinde O’na karşı kulluğunda bir lâhza bile kusur etmemeye çalışmalıdır.
- tarihinde hazırlandı.