Abdest
Allah (celle celâluhu), hayatımızı bütünüyle nefsimiz hesabına kullanmamızdan razı değildir; O (celle celâluhu), zamanın belli aralıklarında huzuruna varıp kemerbeste-i ubûdiyet içinde kulluğumuzu arz etmemizi emretmektedir. Bu emirlerin başında ise beş vakit namaz gelir. Dolayısıyla beş vakit namaz mü’minin en mühim meselesidir. Ancak namaza girmeden evvel, ona bir hazırlık olarak yapılan temizlik üzerinde durmak yerinde olacaktır.
Namaza girmeden evvel yerine getirilen temizlik, namazın anahtarı gibidir. Dolayısıyla bu temizliği yapamamış insan, namaza girememiş demektir. لَا تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا لَمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَنْ تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَنْ يَتَطَهَّرُوا وَاللهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ “... İlk günden takva üzerine kurulan mescitte (Kuba mescidi) namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven insanlar vardır. Allah da (maddî-mânevî) temizliğe önem verenleri sever.”[1] âyeti, namaza hazırlık babında temizliğe, dolayısıyla abdeste çok önem veren Kuba ehli hakkında nazil olmuştur.
Evet, iç nezafet ve temizliğin, abdest hâlinde dışa taşmasını sağlayan mü’min, netice itibarıyla Allah’ın sevdiği insandır. O, sadece Rabb’e inandığından ötürü kollarını sıvar, abdest alır. Rabb’in huzuruna giderken duyduğu mânâları hazmetmenin ifadesi olarak, dudaklarında acı bir tebessüm ve burukluk belirir; Hz. Ali (radıyâllahu anh) misali vücudunda bir titreme ve endişe hâsıl olur.
Yapılıp yerine getirilen temizlikle bir taraftan el-ayak, saç-sakal gibi uzuvlar kirden pastan temizlenirken diğer taraftan da dopdolu bulunduğu mânâ ile kalb, kötü ahlâka ait hususiyetlerden sıyrılıp yükseklere pervaz eder. Derken sır, Cenâb-ı Hak’tan gelen vâridât karşısında parlak bir ayine hâline gelir ve safiyetini muhafaza eder. İşte böyle bir temizlikle imanın yarısı elde edilmiş olur ki Allah Resûlü’nün, الطُّهُورُ شَطْرُ الْإِيمَانِ “Temizlik imanın yarısıdır.”[2] sözünün hakikati burada ortaya çıkar. Geriye kalan yarısı ise imanın gönülde yaratılması meselesidir ki o da tamamıyla Cenâb-ı Hakk’a aittir. Zannediyorum insan, Rabb’ine ibadet etme niyetiyle böyle bir temizlik içerisine girince, içindeki kir-pas silinecek ve imana hazır hâle gelen bu kalbde de Cenâb-ı Hak iman nurunu tutuşturuverecektir.
Namaz Yolunda İlk Tembih
İbadetlere mânen ve ruhen hazırlanmaya vesile olan ve onlardan azamî istifadeyi sağlayan abdest, özellikle namaz yolunda ilk tembih ve birinci hazırlıktır. Abdest, her amel ve ibadet için değil, başta namaz olmak üzere bazı ibadetler için farz kılınmıştır. Namaz kılmak, tilâvet secdesi yapmak veya Kur’ân-ı Kerim’i elle tutmak için abdestli olmak farzdır; Kâbe’yi tavaf etmek için alınan abdest vacip; ezan okumak, kâmet getirmek ve din ilimlerini okuyup okutmak gibi maksatlarla abdest almak ise menduptur; yani din kat’î olarak emretmese de yapıldığında sevap kazanılan bir ameldir. Ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi vesellem) her zaman abdestli olmaya özen gösterdiği ve abdest almadan hiçbir işini yapmadığı malumdur. Bu itibarla da bir Müslüman’ın sürekli abdestli bulunması sünnettir.
Abdest tabiri, su mânâsına gelen “âb” ile el demek olan “dest” kelimelerinden teşekkül etmiş Farsça bir isimdir. Bu kelimenin Arapçadaki karşılığı ise “vudû”dur. Güzellik ve temizlik mânâlarını ihtiva eden vudû kelimesi, ibadete niyetlenen insanın, kalbini mâsivâ düşüncesinden kurtarıp mânevî duygularla donatmasını ve el-ayak gibi azalarını yıkayıp iyice temizlemesini, böylece hem ruh hem de beden itibarıyla arınıp güzelleşerek dergâh-ı ilâhîye çıkmaya hazır hâle gelmesini ifade etmektedir.
Bilindiği gibi namazın şartlarından biri de “hadesten tahâret”tir. Hadesten tahâret, hükmî kirlilik sayılan abdestsizlik hâlindeki bir kimsenin abdest alması ve guslü gerektiren bir durumdaki insanın da gusül etmesi (boy abdesti alması) demektir. Abdest ve gusül, maddî kirleri giderme ve beden sağlığını koruma gibi pek çok zâhirî faydayı beraberinde bulundursa da esas itibarıyla “taabbüdî”dirler; yani sırf Allah emrettiği için yerine getirilen ve bilemeyeceğimiz başka hikmetlere de mebni olan dinî muhtevalı ve ibadet niyetine bağlı bir temizliktirler.
Allah Teâlâ, “Ey iman edenler! Namaza kalkmak istediğinizde, yüzlerinizi ve ellerinizden dirseklerinize kadar kollarınızı yıkayın. Başınızı meshedip, topuklarınızla birlikte ayaklarınızı da yıkayın.”[3] mealindeki âyetle abdesti teşrî kılmıştır. Kulluğun en önemli alâmeti sayılan namazdan önce abdest almanın farz olduğunu bildiren bu âyetin devamında Cenâb-ı Hak insana, şayet cünüp ise ilk fırsatta gusletmesini, yani tastamam yıkanıp boy abdesti almasını, su bulamadığı takdirde toprakla teyemmüm yapmasını emretmiş ve ancak ondan sonra namaza durabileceğini belirtmiştir.
Mülâhazalardaki Derinlik
Abdest, namaz yolunda ilk ikaz ve birinci hazırlıktır. Ne var ki onun istenilen semereyi verebilmesi, insanın mülâhazalarındaki derinliğe bağlıdır. Aslında insan, duygu ve düşüncelerindeki samimiyet ölçüsünde, yaptığı bütün işleri derinleştirebilir ve başından geçen her hâdiseye bambaşka bir mahiyet kazandırabilir. Mesela maruz kaldığınız bir belaya öyle ya da böyle katlanırsınız. Fakat o belayı, mecburen tahammül etmeniz gereken, sıradan bir musibet olarak görürseniz, o esnada çektiğiniz acıları ve yaşadığınız sıkıntıları o yanlış telakkinizin darlığına hapsetmiş olursunuz. Şayet o musibetin dış yüzüne takılır kalır ve arka plânına dair bazı meseleleri hiç düşünmezseniz, hem o hâdiseyi içinde bulunduğunuz zamana sıkıştırmış ve böylece hayatınızı daraltmış hem de bin bir ızdırabı boşu boşuna çekmiş sayılırsınız.
Oysa musibetle karşı karşıya geldiğiniz ilk andan itibaren onu bir arınma vesilesi ve sevap kazanma fırsatı olarak değerlendirmeniz de mümkündür. Şayet belanın ötesinde, onu vereni görebilir ve kainâtta meydana gelen hiçbir hâdisenin başıboş ve mânâsız olmadığını düşünürseniz, içinizde rıza yörüngeli bir sabır duygusu hâsıl olur. Hemen Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eder ve dergâh-ı ulûhiyetle irtibata geçersiniz. O’nun her şeyi gördüğü ve her işinde binlerce hikmet bulunduğu mülâhazasıyla,
“Hoştur bana Senden gelen,
Ya hıl’atü yahut kefen ;
Ya taze gül, yahut diken,
Lütfun da hoş, kahrın da hoş”
dersiniz.
Karşı karşıya kaldığınız o bela beyninize bir balyoz gibi inse ve belinizi bükse de, “Demek ki günah ve hatalarımdan arınmam ve ciddi bir metafizik gerilime ulaşmam için bu sıkıntıları çekmem lazımmış; zaten benim kusurlarıma da ancak böyle bir dert kefaret olurdu. Rabbim, Senden gelen bu musibete de razıyım; yeter ki beni affet!” der ve mecbur olduğunuz için değil Cenâb-ı Allah’tan geldiğine inandığınız için gönül hoşnutluğuyla sabredersiniz. Bu sayede, öyle bir musibeti bile çok iyi değerlendirmiş ve engin mülâhazalarınızla onu da derinleştirmiş olursunuz. Hatta bu hislerinizi açığa vurmasanız ve hiç dile getirmeseniz de gayet yumuşak bir tavır ortaya koymanız ve sabrınızı hâlinizle ifade etmeniz bile içinizde bir huzur esintisinin hâsıl olmasına zemin hazırlar ve o çirkin yüzlü hâdise bir musibet olmaktan daha ziyade bir mağfiret vesilesine dönüşür.
İşte namazı daha derince duyabilmek için de henüz abdeste teşebbüs ederken aynı gönülden mülâhazalarla dolu olmak gerekir. “Allahım, Senin huzuruna dünyevîliklerden arınmış bir insan olarak çıkmam için bana abdest kurnasını işaret ettin; bu işaret ve emrine binaen abdest alıyorum.” deyip abdesti, Cenâb-ı Hakk’ın emri olan bir vazife bilmek ve onu, Allah Teâlâ’nın tayin ve tespit ettiği bir nevi ibadet kostümü şeklinde değerlendirmek icap eder. Çünkü abdestin ne ifade ettiğini, nasıl bir temizliğe vesile olduğunu ve bizi misal âlemi itibarıyla hangi hüviyete büründürüp nasıl güzelleştirdiğini sadece O bilir ve O görür. Bir de O’nun izniyle Mele-i A’lâ’nın sakinleri ve hafaza melekleri görürler. Dolayısıyla Hazreti Rahman’ın, “İstediğim keyfiyet şudur…” deyip bize emir buyurduğu temizlenme tarzı ne ise ve O bizi nasıl görmek istiyorsa, onu o şekilde kabul edip uygulamak mü’min olmanın gereğidir. Abdestin vaat ettiklerine ulaşabilmenin ilk şartı da ona her şeyden önce sırf Allah emrettiği için değer vermek ve maddî-mânevî temizleyiciliğine inanıp onu dinin belirlediği esaslar çerçevesinde ele almaktır.
Abdestin, mânevî kir ve lekeleri de yuyup yıkayan bir temizleyici olduğunu vurgulayan Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Bir mü’min abdest alırken yüzünü yıkayınca, gözüyle işlediği bütün günahlar, yanaklarından damlayan o su ile –veya suyun son damlasıyla– dökülür gider; ellerini yıkayınca elleriyle yaptığı hataların vebali abdest suyuyla beraber düşer kaybolur; ayaklarını yıkayınca da harama yürümek suretiyle ayaklarının sebep olduğu bütün günahlar parmaklarının ucundan süzülen en son damlayla akıp tükenir. Böylece eksiksiz abdest alan bir kul, günahlarından bütün bütün arınmış ve temizlenmiş olur.”[4]
Demek ki sağdan-soldan üzerine bulaşan maddî kirleri temizleyen insan, abdest sayesinde mânevî lekelerden de arınmış, Allah’ın huzuruna en uygun ibadet kisvesine bürünmüş ve Hazreti Sultan’ın yüce dergâhına çıkmaya tam hazırlanmış olur.
Camiye gelen her mü’min, abdest alırken Rabb’in huzuruna çıkma havası içinde abdestini alır ve belki dış temizliğinden çok iç temizliğine önem verir. Zira o, dışın temiz olması nispetinde, içte bir karanlık kendini gösterir ve hissettirirse, iç ve dış bütünlüğü sağlanamadığından münafık olma endişesini taşır. Elini-yüzünü üçer defa yıkayıp onlardaki tozu-toprağı izale etmenin yanıbaşında, içinde mânevî bir kısım eracif ve çirkefle Rabb’in huzuruna çıkmayı O’na karşı bir saygısızlık sayar. Cenâb-ı Hak, cesetten ziyade kalbe bakar; dıştaki temizliğe karşı içte bir fersûdelik ve köhnelikle kendi huzuruna gelenleri huzurundan kovabilir. Bu yüzden dış temizliği, mü’min için aynı zamanda bir iç temizliği mahiyeti de taşır.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde: “Sizden hiçkimse, uykudan uyanınca, ellerini, üç defa yıkamadıkça su kabına daldırmasın. Çünkü o, ellerinin gece boyunca vücudunun nerelerinde dolaştığını bilemez.”[5] buyurur. Günümüzde, uzmanların haber verdiğine göre mikroplar vücudumuzun bilhassa nemli bölgelerinde yoğun bir şekilde bulunmaktadır. Ellerin gece boyunca bu yerlerde dolaşması ve burada bulunan mikropların da ellere bulaşması her zaman ihtimal dâhilindedir. İnsan, gece farkına varmadan elinin, koltuk altında ya da vücudunun başka herhangi bir yerinde dolaştığını bilemez. O hâlde, mesele ister hekimlik açısından ele alınsın, ister namaz için tahârete vesile sayılsın, isterse bunlar hiç düşünülmeden Resûl-i Ekrem’in fermanına inkiyat havası içinde, “O emrettiği için yapıyorum.” denilsin farketmez; zira bu bir temizlik meselesidir. Yanlış iş ve hatalardan ancak Allah’ın affetmesi hâlinde kurtulmak mümkündür. Kirli elin hatası ise onun güzelce yıkanmasıyla zail olur. Dolayısıyla günde beş defa abdest alan bir insan, ne iç duruluğunu bulandırmak suretiyle Rabb’ine karşı hata eder ne de herhangi bir şekilde vücuduna mikrop bulaştırma hatasına maruz kalır. Abdest, bütün bunlara kefaret olur ve aynı zamanda mü’minin derecesini yükseltir.
Evet, abdest, âdeta huzura çıkmak için giyilmesi gereken en uygun kostümdür. Âdâbına riayet edilerek tastamam alınan bir abdest o kostümü eksiksiz, arızasız ve en şık bir şekilde giyinmek, namaz isimli kabul salonuna girmek için hazır hâle gelmek demektir. Kim bilir, abdestin kare kare misal âlemine aksedişine şahit olsak, mülâhazaların enginliğine ya da sığlığına göre ötelere ne kadar farklı kılık kıyafetlerin yansıdığını görürüz. Belki bir yandan, onu ibadet neşvesi içinde ele alan insanın abdestinin ne güzel bir kaftana dönüştüğünü, diğer taraftan da abdesti, ibadet maksadıyla yapılsa da sıradan bir el-ayak yıkama gibi gören kimsenin elbisesinin yırtık-pırtık bir vaziyette olduğunu müşâhede ederiz.
Meşgalelerden Uzaklaşılmalı
Namaza duracak insanın önce abdest kostümünü giyinmesi gerektiği gibi, kalbini ibadetin ruhundan uzaklaştırabilecek bütün meşgalelerden de âzâde olması icap eder. Onun içindir ki insanın tuvalet ihtiyacına sıkıştığı bir durumda namaza durması çirkin görülmüştür. İnsan, evvela atması gerekli olan şeyleri atmalı, ibadet turnikesine sadece ibadet duygusuyla girmeli ve kendisini meşgul edebilecek bütün menfi tesirlerden kurtularak namaza öyle durmalıdır. Zaten fıkıh kitaplarında bu mesele ele alınırken hüküm, kalbin meşgul olup olmamasına bağlanmış ve şayet insan tuvalete gitme ihtiyacı içinde ise onun namaza durması mekruh sayılmıştır. Çünkü kalb ve zihin bir işle meşgulken insan diğer bir işe konsantre olamaz. Zihni bir ihtiyaca yoğunlaşan insanın ikinci bir meseleye himmetini yoğunlaştırması çok zor, hatta imkânsızdır. Dolayısıyla böyle bir ihtiyaçla meşgul olan kimsenin namazı şuurluca kılması, onun hakkını vermesi ve ibadetini derince duyması mümkün değildir.
Dahası öyle bir vaziyette namaza durmada, namaza hakaret de söz konusudur. Zira o, hemen geçiştiriliverecek kadar basit bir iş değildir. Namaz, hemen aradan çıkarılıverilsin diye değil, hem o ânı nurlandırsın hem de bütün hayatı aydınlatsın diye vardır. Bütün bu hususlardan dolayıdır ki kimi fıkıhçılar, abdeste niyetin, daha tuvalet ihtiyacını görmeye giderken yapılmasını uygun bulmuşlardır. Çünkü böyle bir niyet sayesinde, huzur-u kalble namaz kılmak için yapılan bütün ön hazırlıklar ibadet kategorisinde değerlendirilir; abdest öncesi hazırlıklardan başlayıp namaza durma ânına kadar geçen her merhale insana sevap kazandırır.
İbadet havasına bürünme ve namaza konsantre olma açısından da abdest çok önemlidir. Ne havanın soğukluğu ne de sıcaklığı, bir mü’minin tastamam abdest almasına mâni değildir. Şartlar nasıl olursa olsun, o bir yolunu bulur ve miraca yükselecek bir yolcu edasıyla maddî-mânevî temizliğe koyulur. Daha ellerini suyun altına götürürken, çoktan Rabb’in mehâfet ve mehâbeti altında bir ibadeti eda ediyor olma havasına girer ve dünyaya ait fuzulî sözleri terk eder. Sonra da her uzvunu yıkayışıyla biraz daha mesafe alır, farklı bir aydınlık idrak eder ve daha ayrı bir canlılığa erer. Abdest esnasında okunması tavsiye edilen duaları bilir ve zikrederse ya da onların ihtiva ettiği mânâları zihninden geçirip bir de o yüce duygularla Cenâb-ı Hakk’a yönelirse, işte o zaman bütün bütün ruhanîleşir ve bambaşka bir metafizik gerilim içine girer.
a. Abdestte Diş Temizliği
Mü’min, abdest almaya başlamadan önce ona hazırlık mahiyetinde dişlerini temizlemelidir. Bunu misvakla yapabileceği gibi diş fırçasıyla da yapabilir. Bu temizlikten maksat ister yemek artıklarını gidermek, isterse diş etlerindeki bakterileri izale edip onları korumak olsun farketmez. Biz, en başta Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir sünneti olması hasebiyle bunu yaparız. Bir diğer yandan insan, her ne kadar kendi işlerinde hür görünse de Allah’ın kulu olması itibarıyla O’nun izni dairesinde olmadan kendi nefsinde dahi bir kısım müdahalelerde bulunamaz. O, Allah’ın kuludur; kul ise ancak efendisinin izni dairesinde hareket eder.
Mesela siz, “Bu benim parmağımdır, istediğim tasarrufta bulunabilirim.” düşüncesiyle kendi parmağınızdan bir parça kesip atamazsınız. Bu size haramdır ve yaptığınız takdirde tevbe etmeniz gerekir. Yine insan, hataen bir kişinin ölümüne sebep olursa, onun kan bedelini vermesi gerekir. Bu diyet, Efendimiz tarafından bin koyun veya yüz deve olarak tespit edilmiştir ki, günümüzde bu çok büyük meblağlarla ifade edilmektedir. İbn Abbas’a göre ise haksız yere kasten adam öldüren kimsenin Cennet’e girmesi hiçbir şekilde mümkün olmaz.[6] İşte İslâm’da insanın ve onun canının, bedeninin bu denli kıymetli kabul edilmesinden hareketle, insanın ağzındaki dişlerin korunması ve şu ya da bu şekilde işe yaramaz hâle gelmesine fırsat verilmemesi de ciddiyetle üzerinde durulması gerekli olan bir husustur. Demek ki insan vücudundaki en küçük şeyler bile değersiz değildir; onların herbiri ayrı bir nimet ve ayrı bir değere sahiptir. Bu nimetlerin başta insana bahşedilmesi onun iradesine bağlı olmamasına rağmen; onların devamı ise kulun iradesine, bu hususta sarf edeceği gayrete bağlıdır. Peki, nedir bu gayret?
Bu gayret, günde en az birkaç defa dişlerin çok ciddi şekilde fırçalanıp temizlenmesidir. Rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Dişlerinizi fırçalayın. Çünkü dişlerin fırçalanması, ağız için temizlik sebebidir ve Allah’ın rızasına vesiledir. Cibrîl her gelişinde bana misvak kullanmamı tavsiye etti. Öyle ki bana ve ümmetime onun farz kılınacağından korktum. Ümmetime zorluk veririm diye endişe etmeseydim onlara bunu zorunlu kılardım. Ben öyle çok misvak kullanıyorum ki, zaman zaman öndeki dişlerimin (veya diş etlerimin) diplerinden kazınacağı endişesine kapılıyorum.”[7]
Hadis, kırk küsür sahabi tarafından rivayet edilmiş olmasına rağmen Müslümanlar bu meselenin üzerinde ciddi bir şekilde durmamış ve gereken önemi vermemişlerdir. Koruyucu hekimlik adına günümüzde bu konu üzerinde hassasiyetle durulduğu gibi gelecekte de hassasiyetle durulacaktır. Fakat biz bu meselenin önemini anlatan, Allah Resûlü’nün sözü seviyesinde başka bir söz bilmiyoruz.
Diğer bir hadis-i şeriflerinde ise Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), şöyle buyurmaktadır: إِنَّ أَفْوَاهَكُمْ طُرُقٌ لِلْقُرْآنِ، فَطَيِّبُوهَا بِالسِّوَاكِ “Muhakkak ki ağızlarınız Kur’ân’ın yollarıdır, onları misvakla temizleyin.”[8] Evet, Allah (celle celâluhu) güzeldir, güzel olanı sever; latiftir, latif olanı sever. O, çirkin şeyleri sevmez. Siz, ağzınızı temiz tutacaksınız ki Allah da sizden hoşnut olacak. Değilse O’na hesabını verirsiniz.
Burada son olarak bir şeye daha işaret etmek istiyorum: Biz her ne kadar “misvak” kelimesini belli bir ağacın dalından edinilen ve eskiden beri diş temizliğinde kullanılan eski tarz diş fırçası mânâsına kullanıyorsak da, hadislerde geçen “sivâk” kelimesinden kastedilen, mutlak mânâda dişlerin temizlenmesidir. Bu temizlik, o ağacın dalından yapılan fırçayla yapılabileceği gibi, günümüzde üretilen diş fırçalarıyla da, hatta elle ovularak, iple ya da herhangi başka bir şeyle de yapılabilir. Bir de bu temizlik Allah’ın rızası ve hoşnutluğu gözetilerek yapılıyorsa, dinin, insan hayatı ile alâkalı emirlerinin ciddiyeti daha iyi anlaşılmış olur.
b. Abdest Dualarının İfade Ettiği Mânâlar
Abdest dualarını okumak, bir kısım fukahaca abdestin âdâbından kabul edilmiştir. “Edeb” kelimesinin çoğulu olan âdâb, fıkıh ıstılahında; bir işin en güzel şekilde yapılmasını sağlayan, bu niyetle işlenmesine sevap terettüp edip dinen güzel kabul edilen ama terkine günah taalluk etmeyen amellere denir. Yani yapılması sevaptır ama yapılmaması günah değildir. Aslında abdest duaları, bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) rivayet edilen dualar değildir ama öz itibarıyla ya bazı âyetlere ya da Efendimiz’in mübarek sözlerine dayanmaktadır. Bunlar, selef-i salihînin, bazen ilavelerde bulunarak bazen de biraz kısaltarak, zaman zaman daha farklı ifadelerle seslendirdikleri dualardır. Fakat şu muhakkaktır ki Hak dostlarının dilinden dökülen ve onların engin mülâhazalarının seslendirilmesinden ibaret olan bu içli niyazlar, okuyan kimseleri çok farklı iklimlere çeker götürür, onların gönüllerini en samimi hislerle doldurur ve içlerini ibadet aşk u şevkiyle donatır.
Samimi bir kul, abdeste başlarken, dergâh-ı ilâhîden kovulmuş ve sonsuz rahmetten nasipsiz kalmış şeytandan Allah’a sığınır; her zaman olduğu gibi abdeste de engin rahmet sahibi ve yegâne merhametli Rahman ü Rahîm’in adıyla başlar. Sonra suya temas ederken, İslâm nimetinin büyüklüğünü düşünür, onu bir ışık kaynağı ve mânevî lekelerden kurtulma vesilesi kılan ve suyu da maddî kirlerden arınmak için bir vasıta yapan Allah’a şükreder.
Mazmaza (ağza su verme) ânında, اَللَّهُمَّ أَعِنِّي عَلَى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ “Allahım! Kur’ân-ı Kerim’i okuma, Seni her zaman gönülden anma, Sana layıkıyla hamd ü senâda bulunma ve en güzel şekilde kulluk yapma hususlarında yardımını dilerim.” اَللّٰهُمَّ اسْقِنِي مِنْ حَوْضِ نَبِيِّكَ كَأْسًا لَا أَظْمَأُ بَعْدَهَا أَبَدًا “Allahım! Bana, Resûl-i Ekrem’in havzından kana kana içmeyi nasip eyle; öyle içeyim ki bir daha ebediyyen susamayayım.” der, avuç avuç Kevser yudumlayacağı bir güne erişme ümidiyle dolar.
İstinşak (burna su verme) sırasında, daha dünyadayken ötelerin rayihasını duymayı diler, ahirette de Cennet’in kokusunu koklamak ve onun nimetlerinden rızıklanmak için dua eder.
Yüzünü yıkarken, اَللّٰهُمَّ بَيِّضْ وَجْهِي بِنُورِكَ يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌ “Allahım! Dostlarının yüzlerini ağartıp nurlandırdığın, hasımlarının çehrelerinin ise kapkara olduğu gün yüzümü ağart, beni de nurlandır.” diyerek bir kere daha nazarlarını Cennet yamaçlarına diker.
Ondan sonra yıkadığı ya da meshettiği her uzuvla beraber ayrı bir isteğini daha dile getirir: Hesap gününde muhasebesinin kolaylaştırılmasını, amel defterinin sağ taraftan verilmesini, saçının ve cildinin ateşten korunmasını, Cenâb-ı Hakk’ın arşının gölgesinden başka sığınılacak bir yer bulunmayan mahşer gününde Arş-ı A’lâ’nın himayesine alınmayı, hayatı boyunca sadece faydalı sözleri dinleyip en güzeline uyanlardan olmayı, Cehennem ateşinden âzâde kılınmayı, ayakların kaydığı o gün Sırat köprüsünde ayaklarının kaymamasını ve Cennet’e yürürken yolda kalmamayı talep eder. Abdesti tamamlarken, “Allahım! Sa’y ü gayretimi bol ihsanlarınla mükâfatlandır; günahlarımı affeyle, beni bağışla, amellerimi makbul kıl, bana kârlı bir ticaret lütuf buyur ve hiç zarar ettirme!” der, sürekli tevbe eden ve temizliği tabiatının bir yanı hâline getirip günahlarından arınan kullardan olmayı diler. Abdestin her safhasında bu mülâhazalara bağlı kalan bir insan adım adım tam bir konsantrasyona yürür.
Zahmetine Rağmen Abdesti Tastamam Almak
Resûl-i Ekrem (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), ashab-ı kirama: “Allah’ın, hatalarınızı silip temizlemeye ve sizi derece derece yükseltmeye vesile kıldığı şeyleri söyleyeyim mi?” dedikten sonra şunları saymıştır: “(Şartların alabildiğine ağırlaştığı ve) abdestin zorlaştığı durumlarda, zahmetine rağmen eksiksiz abdest almak, arası çok olsa da mescitle ev arasında gidip gelmek ve bir namazın ardından bir sonraki namazı beklemeye koyulmak.” Peygamber Efendimiz, sonra da şu ilavede bulunmuştur: “İşte sınır boylarında nöbet tutma seviyesinde kendini Hak’la irtibatlandırma (ribat) budur.”[9]
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hadis-i şerifte abdest almayı “isbâğ” kelimesiyle ifade etmiştir ki bu kelime, abdestin gereklerini eksiksiz yerine getirmek, ağza ve burna dolu dolu su vermek, elleri, kolları, yüzü ve ayakları iyice yıkamak demektir. Hadiste kullanılan diğer bir ifade de “ale’l-mekârih” sözüdür. Bu da, bütün zorluklarına rağmen, soğuk-sıcak demeden suyun başına koşup tastamam abdest alma mânâsını ihtiva etmektedir.
Şartlar ne olursa olsun abdest alma meselesi ve arz ettiğim bu nebevî söz bana hep Erzurum’un kışında, her yanı donmuş şadırvanın başında, buz tutmuş kurnalardan akan buz gibi suyla abdest alan insanları hatırlatır. O namaz yolcularının, insanın içine işleyen uhrevî hâlleri bugünkü gibi gözümün önüne gelir. Her tavır ve davranışlarından Cenâb-ı Hakk’a tam inanmışlık dökülen bu samimi kulların iç çekişlerinin su çağıltılarına karışıp Allah’a yükselişi hatıralarımda hâlâ canlıdır. Onlar başka uhrevî bir edayla kollarını sıvayıp, paçalarını katlar ve muslukların başına geçerler. O esnada hava o kadar soğuktur ki parmaklarına değen su dirseklerine gelene kadar neredeyse buz kesilir. Dışarının soğuğu suyun sertliğiyle birleşince, daha ellerini yıkarken bütün hücreleri tir tir titrer. Hele o titremeye bir de iç titreme inzimam edince semaya doğru bir ses yükselir: اَلَّلهُمَّ أَعْطِنِي كِتَابِي بِيَمِينِي وَحَاسِبْنِي حِسَابًا يَسِيرًا “Allahım! Hayatımın hesabını soracağın gün muhasebemi kolaylaştır ve amel defterimi, salih kullarına yapacağın gibi sağ tarafımdan ver!”
Evet, mü’minler her şeyle imtihan oldukları gibi böyle zorluklarla da imtihan olduklarının farkındadırlar. Kulluk karnelerindeki bir kısım boşlukları o konsantrasyon cehdiyle ve tamamıyla O’na yönelme gayretiyle dolduracaklarına inançları tamdır. İşte bu iman ve inançla abdeste de bambaşka bir kıymet verir ve onu yedi hatta yetmiş veren bir tohum gibi değerlendirirler. Amel defterlerine bir abdest yazdırırlar ama kat kat fazlasıyla mükâfat görecekleri ümidini taşırlar. Neden olmasın ki, ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ “Bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine ihsan eder.”[10]
Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَنْ تَوَضَّأَ فَأَحْسَنَ الْوُضُوءَ، ثُمَّ رَفَعَ نَظَرَهُ إِلَى السَّمَاءِ، فَقَالَ: أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ، فُتِحَتْ لَهُ ثَمَانِيَةُ أَبْوَابِ الْجَنَّةِ، يَدْخُلُ مِنْ أَيِّهَا شَاءَ “Âdâb ve erkânına uymak suretiyle abdest alıp semaya el açıp, ‘Şehadet ederim ki Allah’tan başka Maksud-u bi’l-Hak, Maksud-u bi’l-İstihkak yoktur, O tektir, eşi-ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Hz. Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm O’nun kulu ve peygamberidir.’ diyen bir kul için Cennet’in sekiz kapısı birden açılır da dilediğinden içeri girer.”[11] buyurmuştur. Belki böyle büyük bir mükâfatı, abdest alan herkesin elde etmesi pratik itibarıyla söz konusu değildir. Çünkü her mü’minin, namaz yolunda aynı derin mülâhazalarla dolması ve abdesti kendi enginliğiyle duyması mümkün olmayabilir. Fakat abdest sayesinde böyle bir mükâfata nail olmak potansiyel olarak hemen herkes için mevzubahistir ve kendilerine Cennet’in bütün kapıları açılacak olan bu tali’lilerin abdestin hakkını veren kimseler arasından seçileceği muhakkaktır.
Baştan bu yana arz etmeye çalıştığım hususlardan dolayıdır ki Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), her vakit namaz için ayrı ayrı abdest almıştır. Hatta Mekke fethine kadar neredeyse bir abdestle iki vakit namaz kılmamıştır. Sahabe efendilerimiz de kıyamet gününde ak alınlı, aydın bakışlı, eli-yüzü tertemiz ve vicdanı göktekilerin iç âlemleri kadar nezih olmanın yolunun namaz ve namaz öncesi amellerden geçtiğine inanmış ve hep bu inanç üzere yaşamışlardır. Mesela Ebû Hüreyre (radıyâllahu anh), abdest alırken ellerini neredeyse omuzlarına kadar, ayaklarını da dizlerine kadar yıkamayı alışkanlık hâline getirmişti. Kendisine bunun sebebi sorulunca da, “Ben Rasûlullah’ın, إِنَّ أُمَّتِي يُدْعَوْنَ يَوْمَ القِيَامَةِ غُرًّا مُحَجَّلِينَ مِنْ آثَارِ الوُضُوءِ ‘Ümmetim kıyamet günü çağrıldıkları vakit, âzâlarındaki abdest izinden dolayı nur gibi parlar hâlde gelirler.’ dediğini duydum. Öyleyse kimin imkânı varsa nurunu artırsın.”[12] cevabını vermiştir. Diğer bir rivayette ise Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: تَبْلُغُ الْحِلْيَةُ مِنَ الْمُؤْمِنِ، حَيْثُ يَبْلُغُ الْوَضُوءُ “Mü’minin zineti, abdest suyunun ulaştığı yere kadar ulaşır.”[13]
Secde ve abdest uzuvlarındaki emarelerle öndekilerden de önde olma ve ötede Peygamber Efendimiz tarafından tanınma meselesi bir başka hadis-i şerifte şöyle bir müjdeyle anlatılmaktadır:
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün, Bakî’ kabristanına gidip orada medfun bulunan kutlu insanları ziyaret etmiş ve, “Selâm size ey mü’minler diyarının sakinleri! İnşâallah bir gün biz de size katılacağız.” buyurmuştu. Daha sonra da “Kardeşlerimi görmeyi çok arzu ederdim.” demişti. Bunun üzerine ashab-ı kiram, “Ya Rasûlallah, bizler Senin kardeşlerin değil miyiz?” diye sorunca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Siz benim ashabımsınız; kardeşlerim henüz gelmediler; onlar sonra gelecekler.” cevabını vermişti. Bunun üzerine sahabe efendilerimiz “Ümmetinden henüz gelmeyenleri ötede nasıl tanıyacaksın ya Resûlallah?” dediklerinde, o Şefkat Peygamberi şunları söylemişti: “Düşünsenize, bir adamın alnı ak ve ayağı sekili atları olsa ve onlar yağız ve doru atların arasında bulunsa, o adam kendi atlarını tanıyamaz mı? İşte benim kardeşlerim abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben havzımın başında onları bekleyeceğim...”[14] buyurmuştu.
İşte abdest hem bu dünya hem de öteler hesabına çok büyük mükâfatlar vaat etmektedir. Fakat onun vaat ettiklerine ulaşmak için aşılması gerekli olan bir sarp yokuş vardır. O yokuşun geçilmesi ise insanın iradesine bağlanmıştır. Demek ki bu mevzuda kullara düşen vazife, ibadet konsantrasyonunu yakalama adına iradî bir cehd ve gayret göstermektir. Başlangıç itibarıyla zor ve ağır gelmesine ve bazen şartların çok elverişsiz bir hâl almasına rağmen dişinizi sıkıp sabretmeniz sayesinde zamanla abdestten öyle bir lezzet alırsınız ki artık onu gözünüzün nuru sayar ve hiçbir şeye değişmezsiniz. “Bismillah” deyip yola çıktıktan ve sabırla o sarp yokuşu aştıktan sonra onun öyle bir tadı, öyle bir lezzeti ve öyle bir şivesi ile karşı karşıya gelirsiniz ki abdest ve namaz arası bu mekik dokumalarınızın hiç bitmemesini dilersiniz.
İbadetlerde İfrat ve Tefrit
Kulluk anlayışımızdaki dengesizlik bazen iç temizliği iddiasıyla, bazen dünyevî bir kısım meşgaleleri mazeret görerek, bazen de başka bahaneler ardına sığınarak ibadet ü taati aksatma veya tamamen terk etme şeklinde tezahür edebilmektedir. Mesela dinî mevzularda gayr-i ciddi bir kısım insanlar, kalb temizliğinin esas olduğunu iddia ederek ibadet yapmaya gerek olmadığını söylerler. Bu yanlış anlayışın karşısında bir de ibadetlere ifrat derecesinde hassasiyet gösteren insanlar vardır. Bu mânâda mesela bazı kimseler abdest alacağım diye suyu aşırı israf etmekte veya istibra yapacağım düşüncesiyle sevimsiz hâllere girmektedirler ki bütün bunlar ne Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne selef-i salihin ne de fukaha-i izamda görülmeyen davranışlardır.
Ebu Saîd el-Hudrî (radıyâllahu anh) anlatıyor: “Biz Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile birlikte Ramazan’ın ikinci on gününde itikâfa girdik; yirminci günün sabahı eşyalarımızı (evlerimize) taşıdık. Resûlullah (bir hutbe irad etti ve) sonra şunları söyledi: “İtikâfa girmiş olanlar, itikâf mahallerine dönsünler. Zira bu gece bana Kadir gecesinin hangi gece olduğu gösterilmişti, sonra unutturuldu. Siz, son on günde ve tek gecelerde onu arayın. Ayrıca bu gece kendimi su ve çamur içinde secde eder gördüm.” Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) itikâf mahalline dönünce o günün sonuna doğru hava bozdu, yağmur yağdı. Mescit o sıralarda (üzeri dallarla örtülmüş) çardak şeklindeydi (zemini de topraktı). Allah Resûlü’nün burnuna, alnına (toprak üzerinde secde etmesi sebebiyle) hafif çamur bulaştığını gördüm.”[15]
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), yanında namaz için bir hasır taşımıyordu, zira yeryüzü kendisi için mescit kılınmıştı. Yine fukahadan bazılarına göre, abdest aldıktan sonra kurulanmak bile mekruhtur. Demek onlar, işin dışından ziyade içiyle meşgullerdi; temiz ve duru bir gönülle Rabb’e müteveccih olduklarından, O’ndan aldıkları feyiz de o nispette duru ve ayan-beyandı.
Evet, işin dışıyla fuzulî meşgul olan kimseler –kuvvetle muhtemeldir ki– içiyle o kadar meşgul değildirler ve kalblerinin zamanla pas bağladığından haberleri yoktur. Şu kat’iyen bilinmelidir ki insan, diyelim ki istibrâ yapacağım diye ne kadar hoş olmayan durumlara girerse girsin; ayağım kuru kaldı, yüzümün her tarafına su ulaşmadı diye ne kadar ovalarsa ovalasın, şayet iç âleminden ve yaptığı şeylerin muhtevasından habersiz olarak yaşıyorsa, yaptığı şeylerin hiçbir değeri olmayacak ve bu gayretleri öbür tarafta yüzüne çarpılacaktır.
Dinimiz kolaylık dinidir; onu zorlaştıranlar, onu hakiki mânâda anlamayanlardır. Allah Resûlü, aşırılıklara kaçmak suretiyle dini zorlaştıranları, “Bu din kolaylık dinidir. Kimse aşırılıklara girmek suretiyle dini geçmeye çalışmasın, (başa çıkamaz, yine de eksik bıraktığı şeylerle birlikte) galibiyet dinde kalır”[16] şeklinde uyarır.
Evet, din yaşanabilir bir şeydir; o, hem ‘kalbim temiz’ diye ibadet ü taati terk etme gibi tefrit anlayışından hem de seccadesiz yere secde etmeme gibi ifrat anlayışından çok uzaktır. Haddizatında bir insanın Rabb’ine karşı kulluğu, içinde taşıdığı heyecanı kadardır. O, bu heyecanın üzerinde yapmacık bir takım hareketlere kesinlikle girmemelidir. Aksi hâlde dengeyi bozmuş olur. İnsan, işin dış yüzüyle ne kadar uğraşırsa uğraşsın eğer iç-dış bütünlüğüne sahip değilse başı açık, yalın ayak bu vadide dolaşır fakat eli boş geri döner. O hâlde, peygamberlerin bile başlarını yere koyup gururlarını ayaklar altına aldığı yerde, şeytanî bir hava ve eda içinde başını yere koymama gibi bir gurur ve kibir içine kesinlikle girilmemelidir. Umumi bir muvazene içinde, sen de başını yere koy ve secde et.. et ki, alnındaki toz-toprakla birlikte Rabb’inin huzuruna gel.
İşte o zaman Allah (celle celâluhu) senin yardımcın olacaktır. Peygamberler, her şeyde olduğu gibi ibadetler hususunda da toplum hayatına belli bir muvazene getirmişlerdir. Bizler, onlara uyup talim ettikleri şekliyle ibadetlerimizi yaptığımız müddetçe istikametimizi muhafaza etmiş oluruz.
c. Abdestle Tamamlanan Nimetler
Cenâb-ı Hak, insan vücudu adına yarattığı mekanizmada başdöndürücü gayeler takip etmiştir. İmam Gazzâlî Hazretleri, insan vücudundan daha garip bir şey olmadığını söyler. İnsan vücuduna öyle hassas dengeler yerleştirilmiş ve bunlar o kadar yerindedir ki, onlardan birini değiştirmeye kalksanız, isabetsizlik etmiş ve bütün bir bedenin fesadına sebebiyet vermiş olursunuz. Mesela, vücutta, yerinde emme-basma tulumbası gibi görev yapan kalb ve damar sistemleri vardır. Bu sistem her an nabzımızı tutmakta ve vücudumuzun en ücra yerlerine kadar kan pompalamaktadır. Hayatımıza canlılık kazandıran bu sistem, biz hiç farkına varmadan, hayat boyu “Allah” deyip atar. Dervişler, “La ilâhe illallah, La ilâhe illallah...” ritminin, kalb atışlarına denk geldiğini söylerler. İnsan, “La ilâhe illallah” demeye başladıktan sonra kalb de o ritme uyar, “La ilâhe illallah, La ilâhe illallah...” demeye başlar ve vücudu ayakta tutan kanı, bedenin en ücra yerlerine kadar pompalar. Kanın buralara taşınmasında kılcal damarlar vazife görür. Bu damarlar tıpkı su boruları gibidir; su boruları zamanla kireçlenip kapandıkları gibi damarlar da, oluşan yağ tabakalarıyla zamanla sertleşir ve görevini yapamaz hâle gelirler. Bu durumdan en çok etkilenecek olan uzuvlar ise el ve ayak parmaklarının uç kısımları, beynin son noktası gibi kalbe en uzak olan uzuvlardır. Bu uzuvların sağlıklı olabilmesi için vücutta kan dolaşımının sıhhatli bir şekilde işlemesi gerekmektedir. İşte abdest suyu, buna yardımcı olur ve kalbe en uzak noktadaki kılcal damarları harekete geçirir. Bu ise biyolojik olarak kirlenen kanın kalbe geri dönüp akciğerlerde temizlenmesi ve yeniden süzülerek o uzuvlara ulaşıp onların canlılığını koruması açısından çok önemlidir. Bütün bunlar Allah’ın birer nimetidir. Allah (celle celâluhu), yukarıda zikrettiğimiz, abdesti emreden âyetinin sonunda, مَا يُرِيدُ اللهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلَكِنْ يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ “Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor; sizi tertemiz kılmak ve size verdiği nimetini tamamlamak istiyor, umulur ki şükredersiniz.” buyurmaktadır.[17]
“Peki, bu tamamlanmak istenen nimet nedir?” denecek olursa; Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği her şey bir nimettir. Fakat bu nimetlerin tamamlanması, bir açıdan kulun kendi iradesine bırakılmıştır. Zira ilk yaratılış cebridir; Allah (celle celâluhu) yaratır ve sevk eder; kimseye sormaz. Ama bu nimetlerin devam ve temadisi kulun kendi iradesine bağlıdır. Mesela bugün, hekimlerin de ifade ettiği üzere, damar sistemlerinin elastikiyetinin korunmasında önemli amillerden biri, onların bazen sıcak, bazen de soğuk su ile yıkanmasıdır. Sıcak su, damarların açılmasına yardım eder; soğuk su ise onları büzer. Dolayısıyla insan, abdest aldığı sürece, onların sürekli büzülüp tekrar açılarak görev yapmalarını kendi iradesiyle temin etmiş olur.
Yine abdest ve gusül, vücudun kan dolaşım mekanizmasına katkıda bulunduğu gibi lenf sisteminin uyarılıp harekete geçirilmesine de yardımcı olurlar. Bu sistemin çalışması, yaraların tedavisinde ve mikroplara karşı vücudun korunmasında önemli bir faktördür. İslâm’ın emirleriyle tıp ilmini telif etme adına yazılmış kitapların çoğunda, bu lenf sisteminin uyarılmasının ancak burun ve boyun etrafına verilen su ile mümkün olduğu ifade edilir. İşte Cenâb-ı Hak abdeste bu vazifeyi gördürmektedir.
İnsan vücudunun bütününde olmak üzere statik bir elektrik dengesi vardır. Bu elektrik dengesinin sürekliliği vücut sağlığı açısından çok önemlidir. Bu açıdan vücuttaki bu dengenin korunması gerekir. Bilhassa günümüzde psiko-somatik rahatsızlıklar dediğimiz ruhsal hastalıklar, büyük oranda bedeni de baskı altına almakta ve ona etki etmektedir. Mesela mide ülseri gibi rahatsızlıklar, bu tür etkileşimin bir neticesidir.
Günümüzde insanın ruh yapısını etkileyecek ve ondaki elektrik dengesini bozacak olumsuzluklar bir hayli fazladır. Kirletilen hava, giysilerde ve kaplarda kullanılan insan sağlığına zararlı maddeler, kimyasallar vs. bütün bunlar vücuttaki elektrik dengesini bozacak ve insanı dengesizliğe itecek birer faktördür. Bütün bu dengesizlikleri izale edip vücut elektriğini ayarlayacak şeylerin başında ise su ve toprak gelir. İnsanın günde beş defa abdest alması, su bulamadığı takdirde de –âyetin ifadesiyle– temiz toprakla teyemmüm etmesi, vücuttaki elektriği regüle edip ayarlar, fazlasını dışarı atar. İşte Kur’ân, bu hususa da dikkat çekiyor; namaza kalktığımız zaman abdest almamızı, cünüp isek gusletmemizi ve su bulamadığımız durumlarda da teyemmüm etmemizi emrediyor. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın, kulları üzerindeki nimetlerini tamamlaması içindir.
Aynı şekilde hayat da bir nimettir. Bu nimetin devam ve temadisi, başka bir ifadeyle ebediyet kazanması, onun ebediyet yolunda harcanmasına bağlıdır. Allah (celle celâluhu), bu imkânı vermiş; fani bir hayatı, ebedî bir güneş hâline getirme imkânını kulun kendi iradesine sunmuştur. Bu çerçevede –tedrici dahi olsa– insan sağlığını tehdit eden maddeleri haram kılmıştır.
Evet, İslâm kolaylık dinidir. Allah (celle celâluhu), hiçbir zaman kulunu zora sokmak istemez. Bir âyet-i kerimede ifade ettiği gibi, يُرِيدُ اللهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ “O sizin için kolaylık murad buyurur, zorluk istemez.”[18] Bu yüzden “Niçin zor şartlarda da olsa abdest almamız isteniyor?” denemez. Çünkü O, üzerimizdeki nimetlerini tamamlamak istemektedir ve abdest de o nimetlerin devamında önemli bir faktördür.
d. Namazda Temizlik Mertebeleri
Namaz, dört mertebe temizliği içeren muhteşem bir ibadettir:
Birinci mertebe: Namaza hazırlık adına yaptığımız necasetten ve hadesten tahâretle, en başta, elbisemize bulaşmış pisliklerden, azalarımızı kirleten şeylerden temizlenmiş oluruz.
İkinci mertebe: Abdest almak suretiyle maddî kirlerden temizlenen göz, harama bakmaz; ağız, kötü söz söylemez; el, fena iş yapmaz; ayak, kötülük istikametinde adım atmaz ve bütün azalar bu şekilde günahlardan uzaklaşmış olur.
Üçüncü mertebe: Temizliğin bu mertebesinde kalb, kötü duygu ve düşüncelerden uzaklaşır. Ötesinde ise Rabb’in rızasına kilitlenir.
Evet, Cenâb-ı Hak, emir buyurduğu şeylerle insanlara nazar ve teveccühte bulunuyor ve onların kendisine teveccühünü, bu teveccühe vesile kılıyor; “Siz Bana teveccüh edin, Bana yönelin ki Ben de size yöneleyim.” diyor. Başka bir ifadeyle bir insan namazla Allah karşısında iki büklüm ise Allah da ona bakar, teveccüh eder. O, namaz vesilesiyle karşısında bükülmeyen bellere, secde etmeyen başlara, kirli alınlara hiçbir zaman nazar atfetmez.
Râbiatü’l-Adeviyye bu nazar ve teveccühü, “Allah bana teveccüh etmese, ben abdest alıp namaz kılamaz, oruç tutamaz, bu gece Miraç’tır deyip kalkıp onu ihya edemezdim. O’nun teveccühüdür ki beni bu hâle getirdi.” şeklinde ifade eder.
Bunu şöyle bir kıyasla açmak mümkündür: Ayçiçekleri, güneşi, güneş onlara baktığı için mi yoksa sebepsiz yere kendiliklerinden mi takip ederler? Elbette onlar güneş olmasa yüzlerini ona çeviremezlerdi. O hâlde esas olan, onlara müteveccih olan güneşin varlığıdır. Aynen öyle de, kul için Şems-i Ezel ve Ebed’in nazar ve teveccühü esastır. O bakmasa insan, yüzüne bakılmayacak bir hâle gelir ve caminin yolunu bilemez, seccadesini bulamaz, mihrabını tanıyamaz ve takılır yollarda kalır. Oysa Allah (celle celâluhu), yaşlısı ve genci ile herkese hidayet etmiş, bize camiye giden yolları göstermiştir. Demek biz O’na bakacağız, O da bize bakacak; O bize bakacak, biz de O’na bakacağız. Teveccüh, teveccühü netice verir. Zaten فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ “Beni anın ki Ben de sizi anayım.”[19] âyeti de bunu ifade etmektedir. Yani siz geniş ânınızda Beni anın ki sıkıntılı anlarınızda sizi anayım; dünyada Beni anın ki kabirde, mahşerde, sıratta, Cehennem kıvılcımları üzerinize geldiği zaman Ben de sizi anayım.
Evet, kul, –pervane misal– döne döne O’nu aramalıdır ki bir gün bulsun. İşte namaz, bu teveccühü temin ediyor. Namaza hazırlık yapan bir mü’min, ister istemez abdestle kendisini yenileyip ter ü taze bir hâl alacak, sonra da O’nun huzuruna koşarak O’na yönelecektir. Cenâb-ı Hak da bu yönelişe bigâne kalmayacak ve bütün kapıları ardına kadar açacaktır.
Dördüncü mertebe: Bir de tahâretin, temizliğin son mertebesi olan nebilerin tahâreti vardır ki, o da kalbin mâsivâullahtan tecerrüdü (Allah’tan başka her şeyden sıyrılması), dünyaya ait meşru şeylerin dahi kalbden çıkarılıp atılması ve kalbde Allah’ın mütecelli olmasıdır.
İşte Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve diğer nebilerden istenen temizlik ve onların temizlikte ulaştıkları nihai nokta budur. Bu mertebeye ulaşabilmek için, baştan başlayıp sırayı sonuna kadar takip etmek gerekir. Mesela kalb temizliğinden geçip kötü ahlâktan tecerrüde mazhar olmadan, mâsivâullahtan temizlenme mümkün olmaz. Zira kalb, kötü ahlâktan sıyrılıp dünyayla alâkalı şeylerden kopmadıktan sonra Allah’la münasebet kuramaz. Yine uzuvlar günahtan tecerrüd etmeden, kalbde bir ışık yakılamaz. Başka bir ifadeyle, ancak iç ve dış uzuvların günahtan uzaklaşması sayesinde, insanın kalbinde iman lem’ası parlayacaktır.
Demek oluyor ki sırasıyla bu mertebelerden biri geçilmeden öbürüne ulaşmak mümkün değildir. Tıpkı merdivenin basamakları gibi, kademe kademe yükselip istenilen noktaya ulaşılacak ve neticede rıza-i ilâhî elde edilecektir. Peygamberler, bu muvazeneye dikkat ederek o makama yükselmişlerdir. Mesela Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem abdestte hem de namazda alabildiğine titiz davranmış, kalb temizliği adına günde yüz defa istiğfar etmiş ve bunu ifade sadedinde, إِنِّي لَأَسْتَغْفِرُ اللهَ فِي الْيَوْمِ مِائَةَ مَرَّةٍ “Ben Allah’a günde yüz sefer istiğfar eder (affımı dilerim).”[20] buyurmuştur. Yine O’nun sabah-akşam birkaç defa, يَا مُقَلِّبَ القُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl!”[21] şeklinde dua ettiği bildirilir.
[1] Tevbe sûresi, 9/108.
[2] Müslim, tahâret 1; Tirmizî, daavât 86.
[3] Mâide sûresi, 5/6.
[4] Müslim, tahâret 32; Tirmizî, tahâret 2; Ebû Dâvûd, tahâret 51.
[5] Buhârî, vudû 25; Müslim, tahâret 87-88.
[6] Bkz.: Tirmizî, tefsîr 5; Nesâî, tahrîm 2, kasâme 48.
[7] İbn Mâce, tahâret 7.
[8] İbn Mâce, tahâret 7.
[9] Müslim, tahâret 41; Tirmizî, tahâret 39.
[10] Hadîd sûresi, 57/21.
[11] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/19, 4/150.
[12] Buhârî, vudû’ 3; Müslim, tahâret 34-37.
[13] Buhârî, libâs 90; Müslim, tahâret 40.
[14] Müslim, tahâret 39; Nesâî, tahâret 110; İbn Mâce, zühd 36.
[15] Buhârî, fazlu leyleti’l-kadr 2; Müslim, sıyâm 213.
[16] Buhârî, îmân 29; Nesâî, îmân 28.
[17] Mâide sûresi, 5/6.
[18] Bakara sûresi, 2/185.
[19] Bakara sûresi, 2/152.
[20] Müslim, zikr 41; Tirmizî, tefsîru sûre (47) 1; İbn Mâce, edeb 57.
[21] Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn mâce, duâ 2.
- tarihinde hazırlandı.