Cumada Dikkat Edilecek Bazı Hususlar
Cuma namazının ehemmiyetine binaen onun için birtakım şartlar öngörülmüş, bu şartlar yerine getirilmeden Cuma namazının kabul olmayacağı bildirilmiştir. En başta, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, ferdin cuma namazını tek başına değil; bir cemaatle birlikte eda etmesi gerekmektedir. Cuma, cemaatle birlikte kılınır ve onda okunan hutbe, cemaat tarafından dinlenirse cuma olur.
Evet, cuma, cemaat namazıdır; dolayısıyla biz ona giderken en nezih elbiselerimizi giyecek, en güzel kokuları sürünecek ve bu hava içinde onu takdime çalışacağız. Cuma günü, âlemin yaratıldığı altı günün sonuncusudur. Büyük âlemde günler, devirler hâlinde kendisini gösterir. Bunlar, göklerin ve yerin yaratılmasından, küre-i arzın, hayatın devamına müsait hâle gelmesi ânına kadar geçen devirlerdir ki, Allah katında altı gün olarak isimlendirilir: إِنَّ رَبَّكُمُ اللهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ “Rabb’iniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah’tır.”[1]
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) rivayet ediyor: “Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün elimden tuttu ve şöyle dedi: ‘Allah, toprağı cumartesi günü yarattı. Dağları pazar günü yarattı; ağaçları pazartesi günü yarattı. Hayat için gerekli olan şeyleri salı günü yarattı. Nuru çarşamba günü yarattı ve hayvanları perşembe günü yaydı. Hz. Âdem’i (aleyhisselâm) cuma günü ikindi vaktinden sonra, ikindi ile gece arasındaki gündüz vaktinin en son saatinde en son mahlûk olarak yarattı.’”[2]
Yahudiler, bu meseleyi yanlış anlamış; “Cuma günü iş bitti, cumartesi de Allah istirahat etti.” demek suretiyle, Allah’a yorgunluk isnadında bulunmuşlardır. Müslümanlar ise Resûl-i Ekrem’in rehberliği sayesinde böyle bir vartaya düşmemişlerdir.
Cumanın vakti ise zeval vakti; yani beşerin rüşte erdiği vakittir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetine vesile olacak bu namazı, Allah’ın emriyle zeval vaktinde kılmayı tayin buyurmuştur. O vakitte Rabb’e teveccüh, O’nu görmeye vesiledir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir temsille bunu anlatır ve, “Öğle vaktinde açık seçik güneşi gördüğünüz gibi Rabb’inizi göreceksiniz.”[3] buyurur.
Diğer bir şart da, cuma için belli bir mekânın olması lazımdır. Hâlbuki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) diğer namazlar için, وَجُعِلَتْ لِي الأَرْضُ مَسْجِدًا وَطَهُورًا، فَأَيُّمَا رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِي أَدْرَكَتْهُ الصَّلاَةُ فَلْيُصَلِّ “Yer bana temiz, pâk ve mescid kılındı. Her kim namaz vaktine girerse, nerede olursa olsun namazını kılar.”[4] buyurmaktadır. Ama cuma öyle değildir; siz, dağ başında sopanızı sütre yapıp cuma namazını eda edemezsiniz. O, ancak şehirleşip medenileşmiş, mâşerî vicdanın ne demek olduğunu kavramış ve toplu hareket edebilecek hâle gelmiş yerlerde eda edilir.
Bunlardan başka, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), cuma için gerekli bir takım hususlara da dikkat çekmiştir. Mesela bir defasında minberde hutbe irad ederken, insanlar, meşakkatli işler yapmaları ve sıcak bir günde yünlü elbiselerle camiye gelmeleri sebebiyle terlerler ve çıkan ter kokusu ortalığı sarar, herkesi rahatsız eder. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashaba camiye gelirken yıkanmalarını, bulabildikleri en güzel kokuyu sürmelerini ve cuma için ayrı bir elbiselerinin olmasını tavsiye eder. Bunu ifade eden hadis-i şerif şöyledir, الغُسْلُ يَوْمَ الجُمُعَةِ وَاجِبٌ عَلَى كُلِّ مُحْتَلِمٍ، وَأَنْ يَسْتَنَّ، وَأَنْ يَمَسَّ طِيبًا إِنْ وَجَدَ “Cuma guslü büluğa eren herkese vaciptir. Misvak kullanması ve bulduğu takdirde koku sürünmesi de öyle.”[5] Fukaha, bu meselenin geniş bir şekilde münakaşasını yapmış, kimisi Efendimiz’in “vacip” sözünü olduğu gibi kabul etmiş, cumaya gelirken gusletmenin vücubuna hükmetmiş; kimisi de bunun bir mükellefiyet ifade etmediğini belirterek sünnet olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Buhârî ve Müslim’de rivayet edilen bir hâdiseye göre, aynı tartışma Hz. Ömer’le ileri gelen bir sahabi arasında da yaşanmıştır. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), cuma günü minberde hutbe irad ederken, sahabi mescidin kapısından içeri girer. Hz. Ömer, birden hutbeyi yarıda bırakarak, ona doğru yönelir ve, “Bu vakte kadar nerdeydin? Cuma günü ezan okunduğu zaman hemen camiye gelmen gerekmez miydi?” der. O ise şu cevabı verir: “Ey Allah’ın peygamberinin halifesi! Ezan-ı Muhammedî’yi duyar duymaz hemen koştum. Abdest almanın dışında başka bir meşguliyetim de olmadı.” Hatayı kabullenmekle birlikte, mazeret meşrudur; ezanı duyduğu zaman hazırlanıp koşmuş ve ancak o kadar yetişebilmişti. Fakat Hz. Ömer, meseleyi burada kesmez ve devam eder: “Ezanı duyunca abdest alıp mescide koştun. Fakat abdestle yetinmen de bir eksiklik. Biliyorsun, Resûlullah bize yıkanmayı da emretmişti.”[6]
Sahabi, cuma günü gusletmenin ne farz ne de cumanın şartlarından biri olmadığını çok iyi biliyordu. O, Efendimiz’in bu sözünün bir gereklilik ifade etmediğini bildiği için de onu sadece bir fazilet olarak telakki ediyordu. Onun için de cumaya gelirken sadece abdest almış öyle gelmişti. Ne var ki ashab, en küçük âdab-ı şeriatta dahi kardeşini ikaz ediyor, hesaba çekiyordu. Zira onlar çok fıtrî idiler ve aynı zamanda birbirlerinden gelecek şeylere karşı tahammüle hazırdılar. Aralarında bir kırılma, gücenme yoktu. Bu yüzden de birbirlerinin kusurlarını rahatlıkla yüzlerine karşı söylüyor, ikaz edebiliyorlardı. Bu durum ise doğal olmayı, riyadan süm’adan uzak bulunmayı iktiza eder. Bu hâl, günümüz toplumunun kaldırabileceği bir şey değildir. Günümüzde âdeta hiç kimseye kusurunu söylemeniz mümkün değildir; çünkü herkes kendisini kusursuz görmektedir. Bu yüzden söylediğiniz şeyler hafif de olsa, hemen karşınızdaki şahsın temerrüdü ve size karşı bir reaksiyonuyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Belki kendimiz de aynı durum içindeyiz; çoğu defa nefsimiz adına gelecek kusurları kabullenmeye hazır olduğumuzu ifade etmemize rağmen, yine de bazen temerrüt ediyor, bir türlü onları kabule yanaşmıyoruz.
Asır, enaniyet ve gurur asrı. İnsanların kusurunu yüzlerine karşı söylemek âdeta imkânız. Bana öyle geliyor ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz minbere çıksa ve günümüz insanına bir şeyler anlatsa, yaralarımıza dokunan sözlerine karşı O’na bile rahatsızlıklar izhar edilecekti. Mesele çok zordur. O bakımdan keşke bütün kusurlarımızı hiç çekinmeden yüzümüze söyleme selahiyetini kendisine verdiğimiz arkadaşlar edinebilseydik.. edinsek de o bizim, biz de onun kusurlarını söyleyiversek ve böylece kendi kendimizi kontrol etseydik, heyhat!.. Hâlbuki sahabe, topyekün kendi kendini kontrol ediyordu; bazen halife, bir sahabiye, “Abdest aldım, camiye geldim diyorsun, nerede bunun guslü?” diyor, soru soruyor; bazen de bir sahabi kalkıp halifeye, “Sen sırtındaki gömleği nereden adın? Bana düşen kumaştan bir gömlek çıkaramadım!” diyor hesap soruyordu fakat hiç kimse hesap sorulmasından rahatsız olmuyordu. Belki halife, gömleği nereden aldığını makul bir şekilde anlatıyor, mü’minin kalbindeki tereddüt ve şüpheyi izale ediyor; sahabi de hatasını kabulle birlikte meşru sebepler gösteriyor ve nedenini açıklıyordu.
[1] A’râf sûresi, 7/54.
[2] Müslim, sıfâtu’l-münâfikîn 27; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/327.
[3] Buhârî, ezân 129, rikâk 52, tevhîd 24; Müslim, zühd 16.
[4] Buhârî, teyemmüm 1, salât 56; Müslim, mesâcid 3, 4, 5.
[5] Buhârî, cuma 2-5, 12, 26; Müslim, cuma 1-12.
[6] Buhârî, cuma 2; Müslim, cuma 3-4.
- tarihinde hazırlandı.