Kâinatta Görülen Umûmî Hikmet
Kâinatta her şeyi kuşatan bir hikmet müşahede ediyoruz. her şeyde bir fayda, maslahat ve gaye gözetilmiştir. Materyalistler, ille-i gaiye denilen hikmeti inkâr ederek Cenâb-ı Hakk'ın icraatının makul olmadığını söylerler. Halbuki O, şundan dolayı şunu yapmak mecburiyetinden müstağnidir.
'O'na, bir kimse cebriyle bir iş işletemez asla.
Ne kim kendi murad eder, vücuda gelir billah.
Yani, meşieti neye taalluk ederse o olur.'
'Alemlerin Rabb'i Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz' (İnsan/30). Ve insan O'nun dilediğinden başkasını da dileyemez. Zira O, mutlak hâkimdir. Fakat yarattığı her şeyde bir de hikmet gözetmiştir.
İnsan bir an için nazar etse, kendisindeki birtakım hikmet ve maslahat mânâlarının tebessümkâr vaziyetinin hemen ortaya çıktığını görecektir. Onu bir bütün halinde taazzuv ettiren unsurlar teker teker ele alındığında, görülecektir ki, ona yerleşen bir atom dahi lüzumsuz ve abes değildir.
Büyük bir insan olan kâinat da, böyle hikmetlerle donatılmıştır. Öyle ki bütün bu mevcudatta sinek kanadı kadar dahi bir mânâsızlık bulunamaz. Bize faydasız gibi görünen, kıpırdamadan duran bir ağaç yaprağında bile bilemediğimiz nice faydalar gizlidir. Gerçi bunları böyle yaratmaya Cenâb-ı Hakk mecbur değildir, fakat O'nun Hakîm ismi bunu iktiza etmektedir.
Evet makro âlemden normo âleme, oradan da mikro âleme kadar bütün bir âlemi kuşatan hikmet ve maslahat müşahede edilmektedir. Bütün bu âlemler içinde en mükerrem varlık, en seçkin yaratık olma liyakatına sahip insan; bu dünyada sadece maddî ve cesede ait yönüyle binlerce hikmetle serfiraz olmuşken yalnız üç-beş günlük dünya için gelmiş ve bir daha dirilmemek üzere ölüme mahkum bir zavallı olamaz.
Maddî yönüyle dahi bu dünya onu tatmin edip cevap veremezken, hayal ve bekâ arzusu gibi kâinatı kuşatacak istidât ve kâbiliyetlerine cevap vermesi düşünülemez. İnsanda hiçbir duygunun boş ve abes yaratılmadığını başta kabul ettiğimize göre, bu bekâ, ebedî yaşama duygu ve arzularının bu dünyada karşılığını göremeyen insan elbette, kendisine bir hikmete mebni olarak verilen bu duygularının karşılığını başka bir âlemde görecektir.
'Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?
Hak pâdişah olan Allah, pek yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, (bütün kâinatı kuşatan, kâinatın hayat kaynağı olan) kerim Arş'ın sahibidir.' (Mü'minun/115,116)
Siz abes mi yaratıldığınızı zannediyorsunuz? Allah'a döndürülmeyeceğinizi mi düşünüyorsunuz? Müteâl ve mübârek olan Allah böyle bir fiilden çok münezzeh ve mukaddestir. Sizi buraya getirip serfiraz eden, maddî cesedinizin bütün arzularını veren, kâinatta cereyan eden hâdiselere göre en küçük varlığın en küçük arzusunu yerine getiren Allah (cc) elbette sizin en büyük arzunuz olan 'bekâ' arzusunu yerine getirecek ve sizin için ebedî bir âlem açacaktır.
Nebiler Nebisi saâdet meclisinde oturuyordu. Mescide bir esir grubu getirildi. O sırada Allah Rasûlü (sav) bir kadının yana yakıla bir şeyler aradığını gördü. Kadın yakaladığı her çocuğu sinesine basıyor, kokluyor sonra bırakıyordu. Sonra kendi yavrusunu buldu, bağrına bastı. Doyma bilmeden onu öpüyor, kokluyor, tekrar bağrına basıyordu. Allah Rasûlü (sav) bu manzara karşısında iyice doldu. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak parmağıyla yanındakilere bu kadını gösterdi ve: 'Şu kadını görüyor musunuz?' dedi. Sahâbî cevap verdi: 'Evet Ya Rasulallah!' Allah Rasûlü (sav) tekrar: 'Bu kadın şu kucağındaki çocuğunu cehenneme atar mı?' diye sordu. Sahâbî 'Hayır ya Rasulallah!' karşılığını verdi. Ve işte bunun üzerine İki Cihan Serveri şu hikmet dolu sözleri söyledi: 'Allah o kadından daha şefkatlidir, kullarını cehenneme atmaz.'
Benim bu misalde esas anlatmak istediğim husus ise şudur: Kulunu cehenneme atmayan ve bu kadar şefkatli olan Allah, buradaki adalet, rahmâniyet, rahîmiyet, şefkat ve re'fetine zıt olarak bir kulunu bir daha dirilmemek üzere yokluğa atar mı? Evet, ebedî cehennem dahi, yok olmaya kıyasla insanın ruhunda cennet kadar kıymetlidir. Yokluk, cehenneme dahi rahmet okutacak ve insanın ebediyet isteyen ruhunu feryat ettirecek, tarifi mümkün olmayan müthiş bir azaptır.
Dünyadaki her kıymete onu tartabilecek bir mizan ve ölçü vaz' edilmiştir. Ancak akıl, ruh, his, kafa ve bunların neticeleri için herhangi bir ölçü konmamıştır. Aklın semeresini tartabilecek bir ölçüye malik değiliz. Halbuki yediğimiz, içtiğimiz gıdaları tartabilecek mizanlar vardır. Bunlar memleket içinde veya dış ülkelerde para kuruna göre bir kıymet ifade ederler. İthalat, ihracat bu değerlere göre yapılır. Bunun gibi bir toprak parçasını dahi tartıp değerlendirebiliriz.
Fakat büyük bir fetânet, kıyâset ve dirâyeti tartıp değerlendirebileceğimiz bir mizan ve ölçü yoktur. Mesela bir Shakespeare ve Hugo gibi müthiş dimağlar, burada kafalarının semeresini görememişlerdir. Bu, meselenin sathî tarafı. Bir de meseleyi ciddi plânda ele alıp bir Nebi'nin fetânetini düşünelim. Mesela, Efendimiz'in aklının, nâmütenahi kalp ve hislerinin semerelerini tefekkür edelim. Ayrıca bütün nebilerin bu kalbî duygularını bir araya getirelim, bunlar için bir mizan ve terazi vaz' edilmediğini nazara alalım. Bu düşünce ve tefekkür bizi şu neticeye götürecektir. Bu duyguların tartılacağı bir mizan ve terazi vaz' edilecektir. Bu, bu dünyada olmuyorsa muhakkak başka bir âlemde olacaktır.
'Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. (İnsanın yaptığı iş), bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz.' (Enbiyâ/47)
Âyette de görüldüğü gibi bu dünyada, insan ledünniyatını tartabilecek bir mizan yoktur. İçe doğru her derinleşmede inkişaf eden bir duygunun semeresini tartamıyoruz. İnsanın, sır, hafî gibi duyguları aynı zamanda insana, dünya ve mâfihayı elinin tersiyle ittiren ve onu Cenâb-ı Bâri'den başka kimseye ve hiçbir şeye razı olmaz hale getiren; bunca ulvî duyguları ölçebilecek bir terazi bilmiyoruz. Hatta birçok defalar bu duygularla meşbû bulunan insanlar dahi bunların mahiyetini bilememektedirler. Öyle ise bütün bu ulvî duyguları dahi tartacak bir mizanın kurulacağı âhiret denen gün olacaktır. Ve bu duygular orada kılı kırk yarar şekilde tartılacaktır. Zira insanın dış uzvîyatı için bir ölçü vaz' edilmiştir. Halbuki onun dışından daha parlak ve çok daha ulvî olan ledünniyatı için herhangi bir mizan, ölçü konulmamıştır. Bu ölçü içinde yaşadığını dünyada görülmediğine göre âhirette vaz'edilecektir.
'Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, (çünkü) Biz ona şah damarından daha yakınız.' (Kâf/16)
İnsanı Biz yarattık, içinde ne denli vesveselerin oynaşıp kaynaştığını biliyoruz. Ve meseleyi mefhum-u muhalifiyle ele alalım: 'İnsanı Biz yarattık ve içinde ne denli ulvî duyguların oynaşıp kaynaştığını da biliyoruz.'
İçinden kötü şeyler geçip sığlaşan, yozlaşan ve bodurlaşan; semere vermez hale gelip kalpsiz yaşayan bir insanı Allah, orada kupkuru bir odun gibi haşredecek. Yine, eski elbiselerin içinde, zahiren çok sönük gözüken, fakat katresinde ummanların mevcelendiği çok büyük insanlar vardır ki, onların içine de Allah (cc) muttali ve nigehbandır. Onu da hesaba çekecek ve derinliğine göre mizan vaz' edecek, ve ona göre mükâfat verecektir.
Haşir için hiçbir sebep olmazsa bile, ahsen-i takvim sırrına mazhar insanın, öbür alemde amellerinin tartılabilmesi ve gerçek değerini bulabilmesi için bir mahşere ve bir mahkeme-i kübrâya mutlaka lüzum vardır. Esasen hiçbir lüzum ve vücub Cenâb-ı Hakk'ı bağlamaz. Fakat O'nun Hakîm isminden yola çıkarak buradaki lütuflarından istidlâl ile gidiyor ve neticede mahşerin kurulacağı hakikatına varıyoruz.
Cenâb-ı Hakk'ın gayeye matuf ve maksada uygun muhteşem bir saltanatı vardır. Bu saltanat atomlar âleminden başlar ve en büyük sistemlere kadar sürer gider. Böyle bir saltanata delil, bütün bu âlemlerde O'nun sikke ve mührünün görülmesidir. Mikro, normo ve makro âlemde hep onun sikkesi müşahede edilmektedir. Bu saltanat öyle muhteşemdir ki, en küçüğünden en büyüğüne kadar hiçbir dairede gayrın müdahalesini kabul etmez. O, bir mizan vaz' etmiştir. Varlığını bildiğimiz fakat hakikatini anlayamadığımız kanunla icraatını devam ettirmektedir. Esasen bizim isimlendirdiğimiz kanunlar, meydana gelen vak'aları izaha yeterli sebep değildir. Meselâ cisimler arasındaki dengeyi, câzibe-dâfia denilen itme ve çekme kuvvetleriyle izah etmek; vâki olan hadiseyi haddizatında izah için kâfi değildir. Ancak bizim meselenin daha ötesine ıttılaımız olmadığından bu kadarıyla iktifa etmeye kendimizi mecbur sayıyoruz. Bu mevzuda bizi aldatan husus o prensibin her yerde doğru olması hususudur. Halbuki, bu prensibin doğruluğu, sadece o prensibi vaz'edenin güç ve kuvvetini izah eder. Yoksa meseleyi izah etmez. İlim bize vak'aları anlatır. Niçin ve nedenini izah etmez. Fakat meselenin neden ve niçinini izah edemesek de, her şeyde bir hikmetin varlığı apaşikârdır. Buna binaen olan ve olacak her şey bir gaye ve hikmete uygun olarak vücuda gelmektedir.
Ebede uzanmış emeller taşıyan; ebedden ve ebedî Zat'tan başka hiçbir şeyle tatmin olmayan; 'Ebed! Ebed!' diye feryat eden ve cennet ve Cemâlullah'ı arzulayıp duran insanın yaratılışında da bir gaye ve hikmet vardır. Aydın ruhlar işte bu gaye ve hikmeti vicdanlarının en derin noktalarında bile hissedebilirler.
Hz. Ebu Bekir'in (ra) İslâm'a girişini anlatan çeşitli rivayetler vardır. Bunların içinde sıhhati en kuvvetli olan rivayetlerden birisi de şudur:
Allah Rasûlü'ne (sav), örtüsünden sıyrılıp halkı inzâr etmesi emri gelince İki Cihan Serveri kendi kendine düşündü: 'Ben bu hakikati ilk defa kime anlatayım?' hemen aklına gelen ilk isim Hz. Ebu Bekir (ra) oldu.
Allah Rasûlü (sav) bu düşünceler içinde bulunurken, Hz. Ebu Bekir'de (ra) evde şöyle düşünüyordu. Beni ve bu kâinatı yaratan birisinin varlığını biliyorum. Fakat O'na bir isim veremiyorum. Bu mevzuyu gidip Muhammed'e (sav) açmalıyım. Zira O, bu gibi meseleleri herkesten daha iyi bilir.
Allah Rasulü (sav) ve Hz. Ebu Bekir (ra) birbirlerinden habersiz, birisi Hakkı talim, diğeri ise Rabbi taallüm düşüncesiyle yekdiğerinin evine gitmek üzere evlerinden çıkarlar. Her ikisi de bir sokakta karşı karşıya gelirler. Bu vakitsiz karşılaşış her ikisini de hayrette bırakır. Birbirlerine çıkış sebeplerini sorarlar; her ikisi de duygu ve düşüncesini dile getirir. Ve Allah Rasulü (sav) büyük bir sevinçle Hz. Ebu Bekir'i (ra) hak dine davet eder. O da derhal İslâm'a girip, Müslüman olur.
Büyük basar ve basiretler, eşya ve hadiselere nüfuz etmek suretiyle, Cenâb-ı Hakk'ı bulma mevzuunda bir hükme varabilirler. Ve işte Hz. Ebu Bekir (ra) küçük bir eksiklikle doğruyu bulmuş, o eksikliğini de Allah Rasulü (sav) tamamlayarak onu hakikata erdirmiştir.
Eşya ve hadiseleri tetkik eden herkes bütün bunların üstünde Cenâb-ı Hakk'ın mührünü görecek, âfâkî ve enfüsî tefekkür neticesinde şu hükme varacaktır: 'Beni burada başıboş bırakmayan, elbette kabre girdikten sonra da başıboş bırakmayacak ve bahar mevsiminde nebatatı haşrettiği gibi, çekirdek haline gelmiş zerrelerimi de ikinci bir hayatta yeniden diriltecek ve bir mahkeme-i kübra açacaktır.'
- tarihinde hazırlandı.