Özündeki Sihriyle Bizim Dünya
Realitelerin boz-bulanık rengine rağmen, insafla bakanlarca bu dünya hâlâ önemli bir cazibe merkezi konumunda. Onu, yazı-kışı, güzü-baharı, gecesi-gündüzü, iklimi-tabiî örtüsü, insanları-kültür zenginliği ve maddî-mânevî atmosferi ile bütün cihanlara denk tutmak mübalâğa olmasa gerek.
Dünyanın hiçbir yerinde, geceler-gündüzler bu ülkede olduğu kadar büyülü, zaman burada hissedildiği kadar esrarengiz, mevsimler bu ölçüde ılık, tabiat da bu kadar canlı ve bu kadar yumuşak değildir. Cihanın en nâdide yerlerinde ve en müstesna coğrafyalarında gün gelmiş gündüzler matlaşıp sararmış, geceler karanlığa gömülüp ışıksız kalmış, günler birbirine karışıp bidüziye bir hâl almış; ama bu dünyada -tabiî görüp duyabilenler ve hayatını kalb ve ruh çizgisinde sürdürenler için- hiçbir şey eskimemiş, değişmemiş ve hele asla sihrini, cazibesini kaybetmemiştir. Aksine onda baharlar her zaman haşr u neşr nâraları atıp durmuş; yazlar rengârenk güzellikleriyle gelip gönül ufkumuza oturmuş; sonbaharlar monotonluğu yırtan nevhalarıyla dirilişe dayalı bir zevâli hatırlatmış; kışlar sinelerimizde aşk u hasret duygularını coşturarak ruhlarımıza yeni "ba'sü ba'de'l-mevt"ler fısıldamış ve bizi sürekli tabiatlarımızın emelleriyle buluşturmuşlardır.
Gönül adesesiyle bakıldığında bu ülkede gelmelerin-gitmelerin, değişmelerin-dönüşmelerin, farklılaşmaların-başkalaşmaların değişik mânâlar ifade ettiği görülür.. ve hayat her zaman in'itafları çok bir mecrada, olabildiğine yüksek bir debiyle özüne ulaşmak için tıpkı çağlayanlar gibi hep ebediyet endamlı mehip görüntüler sergiler durur. Sıkışıp daraldığında, gerilip debisini daha bir yükseltir ve aşar aşılmaz gibi görünen engelleri.. yürür köpüre köpüre havzında kendince.. kaynağından fışkırdığı gündeki safvetiyle; hatta daha bir arı-duru hâl alarak.. sonra çağlar ve hayat soluklar geçtiği her yerde.. yaşatır yaşamaya istidadı olanları ve koşar visâle sevgilisinden ayrı düşmüş bir âşık gibi.. derken erer vuslata, vuslatta ebedî huzura. Gönüllerimizde hayatın rengi, deseni, şivesi budur ama, anlamaz bunları anlamayanlar bizi; bizim mânâ köklerimizi, duyduklarımızı, düşündüklerimizi, mefkûre ve hedeflerimizi.
Aslında, bizim dünyamızda doğup büyümek, kökleri geçmişin derinliklerinde bulunan onun ruh ve mânâsını duymak bir imtiyaz ve bir bahtiyarlıktır. Böyle bir imtiyaz ve bahtiyarlığı tam sezebilmek, biraz bu dünyanın ruh ve mânâsı sayılan o zengin mirasımızın takdir edilmesine, biraz da ona, Mecnun'un Leylâ'ya baktığı gibi bakılmasına bağlıdır. Gönüllerdeki aşk u iştiyakı; güzellik, melâhat, endam ve tenasüp karşısında parlayıveren bir kor veya tutuşan bir çerağ diye yorumlarlar; bu yaklaşım doğru olsa da eksiktir; zira en büyük aşklar her zaman ruh inceliği, duyarlılık ve ihsas derinliğiyle mebsûten mütenasip inkişaf edegelmiştir. Kaba ve duyarsız ruhlar bazı şeylere karşı temayül izhar etseler de kat'iyen sevmesini bilemezler. İhsasları körelmiş kimseler her zaman aşk u iştiyak deyip dursalar da asla vefalı olamazlar. Herhangi bir şeyi sevmek onu doğru tanıyıp duymaya bağlıdır. İç hususiyetleriyle tam bilinmeyen güzellikler insanlar üzerinde muvakkat bir alâka uyarsa da ebedî irtibat vesilesi olamaz.. bu kabîl alâkalar gelip geçici heyecanlara sebebiyet verseler de birer aşk kıvılcımı hâline gelemezler.
Allah'ı bilmeyenler O'nu hiçbir zaman sevemediler/ sevemiyorlar. Peygamberini gerektiği gibi tanıyamayanlar O'na karşı saygılı olamadılar/olamıyorlar. Bu ülkeyi sırf coğrafî bir çerçeveden ibaret görenler de vatan sevgisinin ne demek olduğunu bilemiyorlar; bilmeleri de mümkün değil. Herhangi bir toprak parçası yeraltı-yerüstü zenginlikleriyle kıymet kazandığı gibi; bir ülke de mânâ kökleriyle ve geçmişten tevârüs ettiği değerlerle yükselir; gelir gönüllere taht kurar. Onu bu ölçülere bağlı duyup sevenler "ülkem" der oturur-kalkar ve hummaya tutulmuş gibi hep "dâüssıla" ile titrer dururlar.
Gerçi, çöl bile olsa, hemen herkes doğup büyüdüğü, suyunu içip havasını teneffüs ettiği ve âşina olduğu yerleri sever; oralara karşı daha bir derin alâka duyar. Ama bizim kendi dünyamızla alâkalı aşk u iştiyakımız, sırf orada dünyaya gelip, orada neş'et etmemize bağlı değildir. Biz, içinde doğup büyüdüğümüz yerleri bize vilâdet mahalli olmasının çok çok ötesinde ve başka yerlere kâbil-i kıyas olmayacak şekilde ayrı bir derinlik ve ayrı bir büyüyle duyar; bağrında bulunduğumuz zaman, onu annelerimizin sineleri kadar sıcak hisseder; ayrı kaldığımız durumlarda da hep hasretle hatırlar, iç zenginliklerine, tadına, şivesine ve sihirli coğrafyasına derin bir özlem duyarız. Ona bizim ufkumuzdan bakmayanlar ve onu derinlikleriyle tanımayanlar, daha doğrusu bizimle aynı memeden süt emmeyenler, onun bu büyülü derinliklerini hiçbir zaman anlayamazlar; anlayamamışlardır da.
Kim onu nasıl duyup nasıl yorumlarsa yorumlasın, biz bu sihirli dünyada, cihanın en muhteşem coğrafyalarında bulamayacağımız güzellikleri bulur, kendi zenginliklerimizi duya duya yaşar, kendi şivemizin sihriyle büyülenir ve her günkü basit hayat içinde madde ötesi ne derinlikler ne derinlikler temâşâ ederiz! Aslında hemen hepimiz, hem bugünümüzü, hem gelecek adına beklentilerimizi, hem de kendi hayat felsefemizi ve geçmiş zenginliklerimizi, bunları çağrıştıran izler, işaretler ve emareler arasında daha bir derince duyar ve daha bir farklı şekilde hissederiz.
Evet geçmişin zevk ve telâkkilerine göre örülmüş bir mimarî doku karşısında; inanç, duygu, düşünce ve estetik anlayışımızı resmeden bir dekorla yüz yüze geldiğimizde; soylu bir tarihin ölümsüz işaretleri sayılan mâbetler, medreseler, zaviyeler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar ve bedestenlerin sırlı dünyasına açıldığımızda geçmişimize ait ruh ve mânânın sağanağına tutulmuş gibi olur ve olduğumuzdan daha fazla bir vüs'ate ereriz; ereriz de işte o zaman hislerimiz, gider heyecanlarının serhaddine ulaşır.. ruhî melekelerimiz, tahayyül gücümüz, zaman üstü mülâhazalara yükselir ve hemen hepimiz âdiyat türünden duyduğumuz şeylerin yanında olağanüstü sesleri, sözleri duyabileceğimiz bir ufka ulaşır ve düşünce dünyamız itibarıyla, dünün, bugünün, yarının halitasından, fakat bu zaman dilimlerinden hiçbirine uymayan, ama hepsinden bir kısım çizgiler taşıyan daha sihirli bir dünyanın göbeğinde buluruz kendimizi. Derken her şeyi ile bizim olan bu dünyada her nesne, her renk, her desen ve her şive değişerek âdeta bir başka hâl alır: Gurup etmiş gibi görünen güneş yeniden doğar.. mehtap, yıldızlar, arşı seyahate çıkmış gibi dolaşır başımızın üstünde ve bize gülücükler yollar.. her taraf üzerimize tebessümler yağdırmaya başlar.. ve yıllanmış karanlıkların büyüsü bir kez daha bozulur; bozulur ve aydınlık ordusu karşısında zulmetler üst üste bozgunlar yaşamaya durur.. bahar nâralar atar, bütün güzelliklerini ortaya döker.. kurumuş gibi görünen çeşmeler gürül gürül akmaya başlar.. bulutlar eğilir arzı kucaklar; otlarla, ağaçlarla konuşur.. yağmur solmaya yüz tutmuş her yeri şefkatle okşar geçer.. rüzgârlar bir toy-düğün havası içinde gelir hepimizi ve her nesneyi tatlı bir serinlikle kucaklar.. dağlar-taşlar, her yanda ötüşen kuşlar bize görüntü, ses ve nağmelerden ne armağanlar, ne armağanlar sunarlar; sunar ve yaşadığımız zaman dilimi içinde daha önce yaşanmış olan ve yarınki hayat adına da yaşanması düşlenen ışıktan günlerin kıvrımları arasında hiçbir zamana ait olmayan, ama bütün zamanların özü-usaresi sayılan ruhtan, mânâdan bestesiz ve güftesiz en enfes mûsıkîler dinletirler.
Ben ne zaman, iman ve ümitlerimin ışığında bu mübarek dünyayı düşünsem, kendi kendime, "İşte mânâ ve iç güzellikleri itibarıyla serhaddi olmayan, aşkın, büyülü ülke.." der, onun içinde bulunuyorsam talihime tebessümler yağdırırım; uzaklarda isem, derin bir iştiyak ve "dâüssıla" ile inler hayalimin menfezlerinden onu temâşâya koşarım; koşar ve hasretlerimden sıyrılmaya çalışırım. Bana göre o her zaman, en güzel ülkelerden daha güzeldir. Bütün dünyayı kirletebilen çirkinliklerin işgaline uğradığında dahi hiç değişmeden güzeller içinde her zaman bir tane olarak kalabilmiş ve müşârun bi'l-benân (parmakla gösterilen) bir ülkedir.
Evet, hiçbir şey onun mânevî ufkunu kirletmemiş ve hiçbir levsiyât iç safvetini bulandıramamıştır. Zaman gelmiş kinler, nefretler, gayzlar, hizip kavgaları her yanı sarmış, demokrasinin kolu kanadı kırılmış, hür düşünce öldürülmüş, iman, İslâm ve Kur'ân en vahşi saldırılara maruz kalmış; her yerde hazan yelleri esmiş; bağlar bahçeler bozulmuş, çiçekler renk atmış, güller yasa gömülüp kan ağlamış; en taze fidanlar kırılmış, en gür selviler devrilmiş; hazan vurmuş ve yapraklar savrulmuş; ama bu dünya, o derinlerden derin iç zenginliği, mânevî deseni, ruh ve mânâ gücüyle hep rengârenk olarak kalmış; kendi evlâtlarına gülücükler yağdırmış, onların ağlamalarını tebessüm fasıllarıyla tadil etmiş, realitelerin acı ve sert fırtınalarını özünün ümide açık büyüsüyle yumuşatmış ve en cehennemî hâllerde dahi sinesine sığınanları sırlı bir "berd ü selâm"la serinletmiştir.
Bu ülkede kendine yer arayan, düşmanlık, husumet, kavga ve nefret gibi yabancı ve kafirce düşünceler hiçbir zaman onda daimi ikamete muvaffak olamamış; ihtilâf ve iftiraklar da hedeflerine ulaşamamışlardır. Gayz, nefret, sevgi ve mülâyemete yenik düşmüş; haset ve ihtiras kendi kendini yiyip bitirmiş; varlık ve bekâsını bu türlü duygulara bağlayan talihsizler de asla payidar olamamışlardır. Kirler ve kirliler geldikleri gibi savulup gitmiş, sonunda orada sadece ve sadece hakikî insanlar ve insanî değerler baki kalmıştır.
Gerçi bazen, hemen hepimiz, beklenmedik bir kısım hâdiselerden rahatsızlık duyarak, güzel ülkemizde bu kabîl şeylerin olmamasını dilemiş ve "Nasıl oluyor da kalbe ve ruha açık bir dünyanın insanları, hem de o zengin tarihî miraslarına rağmen bu kadar kalbsiz ve hissiz olabiliyorlar?" diye hayıflanmışızdır. Ancak bu mülâhaza ve ona sebep olan durum uzun sürmemiş, vakt-i merhunu gelince, her şey yeniden olması gerekli şekli almış; kalb hareketlenmiş; ruh kendi şivesiyle konuşmaya başlamış; hissizlik yerini duyarlılığa bırakmış ve her şey bir kere daha özündeki edâya ulaşmıştır. Aslında bizler ara sıra onun ufkunu karartan sis-dumanı hesaba katmayacak olursak o, bütün zamanların lezzet, tat, şive ve güzelliklerini birden bize sunacak kadar büyülü bir zenginliğe sahiptir: Biz her zaman onun sabahlarında nevbaharları koklar; gündüzlerinde yazın rengârenk güzelliklerini temâşâ eder ve guruplarında da en tatlı hüzünlerle sonbaharları duyarız. Onda her zaman sihirli görünen gece ve gündüzler, bin bir nazla değişip duran mevsimler öyle taze, öyle ince ve öyle yumuşaktır ki, onları duya duya, koklaya koklaya âşinası olmuş gönüller, her sabah bir yeni güne uyanırken, en tatlı bir sesle "ba'sü ba'de'l-mevt"e çağrılıyormuşçasına yerlerinden fırlar, ezan ve temcit sesleri eşliğinde kendilerini cennetlere uzayan bir şehrahın ortasında bulurlar.
Bizim hislerimiz açısından bu dünyada her şey, çok defa tam sezemediğimiz bir büyüyle hep tül pembe görünür. Onun hiçbir zaman renk atmayan mânevî deseni; insanlarının gönül safveti; büyük çoğunluğun yerinde duruşu ve göz dolduran tavırları; çarşı-pazarının geçmişten tevarüs ettiği soylu çizgileri; cami ve minarelerinin, revak ve şadırvanlarının büyülü görüntüleri; mâbet harimlerinin hemen hiçbir zaman değişmeyen o sımsıcak atmosferleri; şadırvan başlarında "hû hû" deyip abdest alanların, damla damla revaklara boşalan kuş cıvıltılarıyla karışıp bir koro teşkil etmeleri; teşkil edip içimize akması gibi durumları ve daha değişik büyülü hususiyetleri kâmil mânâda ancak bu ülkede görmek mümkündür. Ne var ki bunun böyle olduğunu duyabilmek de çok defa herkese müyesser olmamaktadır. Böyle bir duygusuzluk onlara Allah'ın bir mekri olmasa da, haklarında bir mahrumiyet emâresi olduğunda şüphe yoktur. İhtimal bu bahtsızlar, ara sıra biraz serince esen rüzgârlara, sertçe esen hazana, mevsimsiz kara-buza, doluya-tipiye-borana tutulduklarından dolayı bu Cennet köşesini, muvakkat hâdiselerin ekşi yüzüyle yorumluyorlar..!
Oysaki bu kabîl şeyler hep gelip geçicidir; muvakkaten ufkumuzu karartsalar da geldikleri gibi gider ve yerlerini bu dünyanın özündeki o pırıl pırıl tılsımlı güzelliklere bırakırlar; bırakırlar da her taraf yeniden kendi tabiatının sihirli endamıyla tüllenmeye başlar.. ve bir anda bütün gönüllere huzur ve inşirah veren bir sihir kaplar her yanı. Derken ufkumuzdaki bütün sis ve duman silinir gider.. gökyüzü bir baştan bir başa bembeyaz bahar bulutlarıyla dolar.. yağmur yağmasa da çiy olur ve yapraklar üzerine çöken tozun-toprağın yerini gelir şebnemler alır. Şafakları şafaklar takip eder ve ufukta gönüllerimizin diline aşina beyaz çehreli günlerin yüzü görünür; görünür de ovalar-obalar, şehirler-köyler, sokaklar-çarşılar bütünüyle mânevîleşir.. ve mânevîleşen bu dünya ötelerin koridoru hâline gelir. Duyuşlar, sezişler daha bir koyulaşır ve böyle bir duygu tufanının içimize boşalttığı incelik, şefkat ve şiirin seviyesi idraklerimizi aşar; arzu ve hülyalarımızla realiteler arasındaki uçurumlar bir bir kapanır ve bazı rüyalarda olduğu gibi artık hayatı istediklerimize göre duyar ve yaşarız. Düşünce ufuklarımız Cennet yamaçları gibi renklenir.. somurtkanlaşan duygularımız, kuruyup çatlayan gönüllerimiz, kuraklıktan renk atan çiçekler gibi yıkılmak üzere olan ruhlarımız sûr sesi almışçasına derlenir-toparlanır ve kendi ufkuna doğru yürür.. her şey ve herkes farklı bir duruşa geçer ve diriliş nâraları atmaya başlar...
Kendi vatanında vatansızların hasret ve hicran yaşadığı dönemlerde, ben hep gönlümün pencerelerinden içime akan bu dünyanın bu tür büyülü güzellikleriyle meşgul oldum ve onun çehresinde hep farklı şeyler okudum. Ümitlerin kapkara düşüncelere yenik düştüğü şu günlerde dahi, içimden kopup gelen, bana his ve inanç dünyamın esrarını söyleyen enfes bir mûsıkî dinliyor gibiyim. Her zaman ümit ve imanıma bağlı tutmaya çalıştığım gönül dünyamda tatlı birer hatıraya inkılâp etmiş bütün o muhteşem mâzimi ve bir gün mutlaka geri geleceğinden hiç şüphe etmediğim şanlı geleceğimi gönül gözlerimle temâşâ ediyor ve zamanın bu iki kanadıyla alâkalı en enfes görüntüleri, en bayıltıcı renkleri, en göz kamaştıran ışıkları birden duymaya çalışıyor ve hâlihazırdaki durumun onca darlığına rağmen, kalbî ve ruhî hayatım itibarıyla en geniş meydanlardan daha geniş alanlarda tenezzühe çıkmış gibi bir rahatlık hissediyorum. Günümüzdeki bütün sevimsizlikleri zamanın yorumlarına ve gelecek adına vesile-i ümit sayılan aydınlık nesillerin takdirlerine havale ederek, inanç, ümit ve hüsnüzannımın ışık, gölge ve meltemleri arasında gelip gidiyor, Allah'a itimat ve yakînimin araladığı menfezlerden -kapı aralığından diyebiliriz- tam net ve vâzıh görünmese de, müstakbel bir saadetin duygularımı okşadığını hissediyor ve bir zamanlar insafsızlığımıza kurban giden ruhumuzun ölüm döşeğinde, şimdilerde tarihin yüzünü karartan bir kaba ve karanlık düşüncenin can çekiştiğini müşahede ediyor ve ona yakılan ağıtları ruhumun derinliklerinde tarihin diriliş neşideleri gibi dinliyorum.
Sızıntı, Temmuz 2001, Cilt 23, Sayı 270
- tarihinde hazırlandı.