Beni Anlayamadılar
'Üstadımız yaptıklarıyla büyük olduğu gibi yapma kudretinde olduğu halde yapmadıklarıyla da büyüktür' buyuruluyor. Bu nasıl izah edilebilir?
Üstad Bediüzzaman'ı, yaptığı insanüstü hizmetlerle anlamak zor olduğu gibi, bilkuvve yapabileceği şeyleri idrak etmek de oldukça zordur. O, Dost'a vuslat ânının yaklaştığı o son demlerinde, yanındaki en sadık talebelerine: Beni anlayamadılar.' der, inler. Bence, bu mesele üzerinde durulmaya değer. Acaba Üstad'ı anlamayanlar, yaşadığı dönemin cebbar hafiyeleri miydi, yoksa kendi vefalarıyla onun çevresinde dönüp durdukları ve onu kabul ettikleri halde, o misyon insanının esas vazifesini tamamıyla kavrayamayanlar mıydı? Şunu özellikle vurgulamakta yarar görüyorum ki, eğer bu serzeniş talebe ve dostlarına idiyse, bu sözden bizim almamız gereken hisse ötekilerden çok daha fazladır.
Üstad, insanlığa hizmet adına yaptığı faaliyetler ve miras olarak bıraktığı nadide eserleriyle meydandadır. Onu görmezlikten gelenleri, dün Kur'ân'ı ve Efendimiz (s.a.s.)'i görmezlikten gelenlere mukayese ederek anlayabiliriz. Evet bazıları, İnsanlığın İftihar Tablosu'na karşı gözlerini yummuş ve O'na bakma lüzumunu bile duymamışlardı. Şahsen ben, Bediüzzaman'ın da yakın-uzak, vefalılar-vefasızlar açısından aynı kaderi paylaştığına inanıyorum.
Üstad, bütün dünyaya yeniden dirilişin mesajını sunan ama buna rağmen kendi iç fethini de gerçekleştirebilmiş nadide insanlardan biridir. Mesela o, bir yerde içine 'dine hizmet ettim' duygusu gelince hemen, 'Sen kendini racül-i fâcir bilmelisin.' diyerek, kendisini hesaba çeker ve kendini âdeta fâsık bir adam kabul edip nefsini yerden yere vurur. Bir başka yerde, 'Sen Allah'ın nimetlerine mazhar değil, memersin' mülâhazasına sarılarak en yüksek bir tevazu ve mahviyet örneği sergiler.
Şu sözler O'na aittir: 'Nasıl ki murassa ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, 'Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.' Eğer sen tevazukârâne desen, 'Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?' O vakit küfrân-ı nimet olur ve o hulleyi sana giydiren mâhir sanatkâra karşı hürmetsizlik olur.
Eğer mütfehirâne desen, 'Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz.' bu da mağrurâne bir fahirdir.
İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: 'Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.'
İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur'ân-ı Kerim'in hakâikinden telemmu' etmiş şualardır.
'Ve mâ medahtü Muhemmeden bimekâletî
Velâkin medahtü mekâletî bi Muhammedin,
Ben sözlerimle Hz. Muhammed'i methetmedim. Fakat O sözlerime mevzu teşkil ettiğinden dolayı ben O'nu sözlerimin içine soktum, sözlerim O'nunla güzelleşti' düsturuyla derim ki:
'Ve mâ medahtü'l-Kur'âne bikelimâtî
Velâkin medahtü kelimâtî bi'l-Kur'âni,
Kur'ân'ın hakâik-i i'cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur'ân'ın güzel hakikatleri benim tabirâtlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.'
Evet bu büyük insan, temsil ettiği misyonu itibarıyla hep büyümüş ama büyüdükçe daha bir mütevazı hale gelmiştir. Fakat o, kendi mahviyet ve tevazuunu anlattıkça çevresindekilerden bazıları; -haşa- İmam Rabbani Hazretleri'nin böyle bir tevazu ve şahsî muhasebe adına 'Nefsim itibarıyla ben kendimi ...k bile görmüyorum' sözüne karşılık 'Acaba bunda gerçekten bir ...k mi var? vs. demek gibi, 'Acaba Bediüzzaman gerçekten kendi kametini mi anlatıyor?' zannına kapılmalar ve onu kendi bayağılıklarıyla mukayese etmeler olabilir. Hâlbuki Üstad, bu sözleri nefsiyle Allah arasındaki münasebeti açısından söylemiştir. İhtimal bazıları onu hiç anlamamışlar ve kendi zaviyelerinden bakarak bu sözleri yanlış değerlendirmişlerdir. Oysa bana göre, umumî bir dirilişin dellâlıdır bu ciddi insan. Kendisine en küçük bir paye vermeyen bu yüce kâmet, -kendi ifadesiyle- ihsân-ı İlâhî tarafından omuzuna konulan ulvî vazifeyi îfâ etmek için, '13. asrın minaresinin başında durmuş, sûreten medeni, sîreten çok geri olan' asrın bedevi insanlarını Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)'nın imametini eda ettiği, küre-i arz mescidindeki namaza davet etmiştir. Ama onun bu daveti, atom bombasının patlamasındaki farklı tesirler gibi insanlar üzerinde farklı şekillerde etki göstermiştir. Örneğin, Türkiye'de yaşayan bir kısım kimseler O'nun iman adına telkin ettiği yüce hakikatlerden ve o mükemmel şahsiyetin temsil gücünden doğrudan doğruya istifade etmişlerdir. Bu insanlar, ayın on dördünün güneşe mukabil gelip de, güneşin şualarını absorbe etmesi gibi, sinelerini O'nun neşrettiği Kur'ânî hakikatlere açarak, onları pratiğe dönüştürmüşlerdir. Evet, artık dört bir yanda onun düsturları yaşanmakta, onun gördüğü rüyalar tabir edilmekte ve onun hülyaları yorumlanmaktadır.
Bugün sadece duygu ve düşünce itibarıyla tâ o zaman onun, çerçevesini belirlediği dairede olanlar değil; o dairenin dışında olanlar da, bu ışık kaynağından istifade etmektedirler. Mesela, -makamları cennet olsun- Türkiye'de Necip Fazıl ve Nureddin Topçu'yu, Mısır'da Hasan el-Benna, Pakistan'da Mevdudi'yi dış dünyadan istifade eden insanlar olarak görebiliriz. Demek ki, Üstad'ın engin düşünceleri ile insanlığa sunmuş olduğu mesaj, Türkiye'de 'evvelen ve bizzat' dışarıda ise 'saniyen ve bi'l-araz' İslâmî dirilişte rol oynamıştır.
Meselenin bir başka yönü ise, bugün onun temsil ettiği düşüncelerin dünyanın dört bir yanına götürülmesidir. Yani yukarıdaki tesbit içinde onun İslâmî yorumları, hizmet metodları bunlara sahip çıkan insanlar tarafından evvelen ve bizzat Türkiye'de, saniyen ve bi'l-araz da dış dünyada temsil edilmektedir. Bütün bunları -Allah'ın inayet ve keremiyle- Kur'ân ve Hz. Sahibü'l-Kur'ân (s.a.s.) namına, onun temsil ve tebliğ ettiği gerçeklerle yeniden dirilişin ilk hamleleri olarak görebiliriz.
Şimdi tekrar başa dönecek olursak; bütün bu gelişmelere rağmen nasıl Efendimiz (s.a.s.) ve O'nun âlemşümûl nübüvveti, çokları tarafından kabullenilemedi ise, Hz. Bediüzzaman için de aynı şeyler geçerli olabilir. İhtimal, bu gerçeği kendi döneminde gören ve geleceğin dünyası itibarıyla de o engin feraset ve basiretiyle sezen Üstad, 'Beni anlayamadılar...' serzenişinde bulunmuştu. İster onun fikir, düşünce ve kalb hayatı, ister delice Allah'la irtibatı, mekânüstü-zamanüstü bir yerde enbiya-i izamla sık sık görüşmeye açık mübarek hayatı, dava-yı nübüvvetin vârisi olma keyfiyeti ve isterse Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Harrânî ve İmam-ı Rabbânî gibi kuvve-i kudsiyesinin bugünlere kadar uzaması, onun nasıl bir şahsiyete sahip ve nasıl bir vazifeli olduğunu ifade ettiği halde, hâlâ ona, kalb ve gönül dünyası itibarıyla kapalı kalanlara 'Allah insaf versin.' demekten başka elimizden bir şey gelmez.
Biz, bir nurlu yoldayız. İnsan ya bütün şartlara rağmen bu yolda yürür ve maksuduna erişir ya da gerisin geriye dönerek daha yolda iken dökülür. Bu her iki durum da hepimiz için mukadderdir. Zira Allah hakkımızda ne takdir buyurmuş bilemeyiz. Evet biz, her köşe başında ayrı bir imtihan olan çetin bir yoldayız. 'Bu yol uzundur, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var.' Biz ise aciziz, hiçbir garantimiz yok, ancak matluba ulaşmada bir karınca misali yolda olma, gücümüz yettiğince bu yola baş koyma ve ayağımızı öbür âlemin koridorundan içeriye atma, el ve his yordamıyla kapının arkasında durup içeride olup biten şeyleri sezmeye çalışma gibi vesileler var. Bütün bunları küçümseyemeyiz. Ne var ki, bütün bunlar, yolda olmayı da değiştirmeye yetmez. Kudsilerle ayrı bir mânâ kazanan bu yol, dünya kadar cehd ve bir o kadar da sancı ister. Zira her sancı bir kutlu doğumla neticelenir. İşte içinde bulunduğumuz şu günler ve şu köhne dünya da birbiri ardına doğacak sürprizlere gebedir ve vakt-i merhunu geldiğinde -Allah'ın inayetiyle- bu sürprizler peş peşe zuhur edecektir.
- tarihinde hazırlandı.