Dünyada Diriliş Solukları
Son gelişmeler ışığında ahlâk ve mânevî değerler doğrultusunda yaşanan diriliş hamlelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Meselenin bir bize bakan yanı var, bir de bizi aşan yanı. Bize bakan yönü itibarıyla, bu iş, sırf emr-i ilâhî olduğu için yapılır. Uykumuzu kaçıran, rahatımızı delen, bizi yemeden-içmeden alıkoyan, zihnen ve bedenen yoran bütün bu işler, eğer Allah rızası ve O'nun dinini i'lâ etmek için yapılmıyorsa, beyhude kürek çekiyoruz demektir. Evet, hâlis niyet, bizim yaptığımız, yapacağımız işlerin ruhudur. Bu ruh olmazsa, yaptıklarımız da yapacaklarımız da müsbet hiçbir değer ifade etmez.
Kur'ân'da, "Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeye çağırdığı zaman Allah'a ve Resûl'e icabet edin!" (Enfâl sûresi, 8/24) buyrulmaktadır. Evet bu, bir ihyâ, yani dirilme ve diriltme meselesidir. Bu diriliş de, âyette açıkça beyan buyrulduğu üzere, din ile ve dinin hayata hayat yapılması ile mümkün görülmektedir.
Allah rızası için, yani en büyük mertebe olan "mertebe-i rıza"yı kazanmak için yaptığımız işlere, kendi düşünce ve arzularımız kat'iyen girmemelidir. Meselâ, dinsiz bir insanın Cehennem'e girmesi gerçeği, bazı hassas ruhlarda bir kısım burukluklar hâsıl edebilir; dolayısıyla da dengenin korunamamasına yol açabilir. Aynı şekilde, nefret ettiğimiz fuhşu kaldıralım diye, meşru sınırları zorlayabilir; hatta bazı meşru münasebetlere bile sınırlama düşünebiliriz ki, bütün bunlar da dengeyi bozabilir. Dolayısıyla biz, sadece emredileni emredildiği şekilde ve emredildiği çerçevede yerine getirmekle mükellefiz.
Bu işin bizi aşan yanı ise şudur: Mesajımızı insanlara kabul ettirme, bizim takat ve gücümüzün üstünde bir meseledir ve ayrıca bu husus bizim işimiz de değildir. Kabul ettirecek Allah olduğu gibi, kabul ettirmeme de O'na aittir. Evet, işin bu yanının, hiç mi hiç düşünülmemesinin yanında, sözlerimiz kabul gördüğünde de, bunu hiçbir zaman zekâmızdan, bilgimizden, kabiliyetimizden, kısaca kendimizden bilmemeli ve her şeyi tamamen Allah'ın lütfu saymalıyız. Aksine, hüsnükabul görmediğimizde de, kendimizi sigaya çekmeli, duygularımızı, niyetlerimizi, ibadetlerimizi yoklamalı; sürekli muhasebe ve murâkabede bulunmalı; tabiî asla ye'se de düşmemeliyiz. Nice dev kametler ve mantık-muhâkeme insanları gelmiştir ki, birkaç insandan başka takip edenleri olmamıştır. Yine, nice ilham ve vâridât insanları gelip geçmiştir ki, arkalarından bir iki kişi ya gitmiş ya da gitmemiştir; zira iman, kulun kalbinde Allah'ın yaktığı bir ışıktır ve bunu yakmak da sadece ve sadece O'na aittir.. evet, onu ancak O yakar.
Ayrıca mebde itibarıyla bu hizmet, tamamen Allah Resûlü'ne aittir. Mânâ açısından ele alınınca da, 20. asırda Efendimiz'in izdüşümü olarak, kuvve-i kudsiye sahibi bir zat zuhur etmiş ve bu misyonu o yüklenmiştir. "Kitap", "Sünnet" diyen ve "hikmet"e râm olan bu zat, Hakikat-i Ahmediye'yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) temsil yolunda hayatını aslına göre düzenlemiş, sonra da Allah'ın inayetiyle o yolda yürümüş ve neticede hiçbir şeyi de kendinden bilmemiştir. Hatta, nefsini sürekli ırgalamış, "Allah, bu dini bir abd-i fâcirle de aziz eder; sen kendini işte bu fâcir kul bilmelisin!" şeklinde nefsine hitap etmiş.. ve "Sen mazhar da değil, ancak memerr olabilirsin!" diyerek, sürekli muhasebe ve murâkabe içinde yaşamıştır.
Daha sonraki nesiller ise, kendilerini bu güzel hizmetlerin içinde buldular ve "Acaba Cenâb-ı Allah bize de bir şey yaptırır mı?" diye intizara geçtiler. Derken bir kere daha Cenâb-ı Hak, kendi işi için kendi malzemesini kullandı ve O'nun inayetiyle bugün ulaşılan noktaya gelindi. Gelinen bu noktada, her zaman kutubların sa'yini, mukarrabînin cehdini, ebrârın mesaisini aşabilecek bir semerâtın var olduğu söylenebilir.
Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder;
Halk eder esbâbını bir lahzada ihsan eder.
Yer yer sıkıldığımız, kaçıp gidelim dediğimiz, sonra yine yolları perişan görüp geriye döndüğümüz şu iman yolunda bulunan ve bazıları birer mizaç hastası insanlarla bu işin yürümeyeceği bir gerçektir. Yapılan işlerden bir topluluğun ihlâs ve gayretine büyük şerefler ve pâyeler düşebilse de, her şeyi Allah'ın yaptığı bellidir. Kimse, başka türlü düşüncelerle, vehimlerle ve ileriye dönük beklentilerle bu işi bulandırmamalı ve su-i ihtiyariyle bunca neticeyi berbat etmemelidir. Olanlar bulandırılmaz ve berbat edilmezse, şu ana kadar sağanak sağanak üzerimize yağan lütuflar, onun uhrevî halâsı adına yeterli olabilir. Ne var ki, bizden sonraki nesillerin bile mânevî ve uhrevî ihtiyaçlarını karşılayabilecek bu yümün, bereket ve hayır kaynağı, şimdilerde bizim onu bulandırmamızla ne bugün ne de yarın kullanılamayacak hâle de gelebilir.
Bu noktada oturup murâkabe ve muhasebe yapmalı, kendimizi mutlaka kontrol etmeliyiz.. etmeliyiz ve sağanak sağanak üzerimize yağan lütuflar bizde daha fazla ubûdiyet şuuru uyarmalı, ibadetlerimiz daha bir derinleşmeli, secdeler başlarımızı kaldırmayacağımız birer vuslat kapısına dönüşmeli ve her nimet şükürle mezîde ulaşmalı. Aksine, namazlarımızı verip veriştiriyor, şehevânî hislerimizin azgınlıklarıyla sürüklenip gidiyor, yiyip içme ve zevklenme de, avam ifadesiyle hep tıkırında ise, biz her zaman –hafizanallah– bu işi bulandırıyoruz demektir.
1994 yılı Haziran ayında yapılan bir sohbetten derlenmiştir.
- tarihinde hazırlandı.