"Ne Cennet Sevdası, Ne Cehennem Korkusu"
'Gözümde ne cennet sevdası, ne cehennem korkusu var...' sözü nasıl izah edilir?
Bu ve buna benzer sözleri şimdiye kadar pek çok Allah dostu söylemiş; söylemeseler bile bu hali fiilen yaşamışlardır. Meselâ Hz. Ebû Bekir'in (ra), Ya Rabbi! Vücudumu o kadar büyüt ki, cehennemi sadece ben doldurayım, oraya bir başkası girmesin.' dediği rivayet edilmektedir. Bu sözü, her ne kadar hadis kriterleri açısından sağlam bir zincire bağlamak mümkün değilse de, Hz. Ebû Bekir, ruh derinliği bakımından tek başına cehennemi doldurup, başkalarının girmesine yer vermemeyi düşünecek kadar hasbî, diğergam bir insandır. O, bunu bütün o nezihlerden nezih hayatıyla hem de tam 23 sene baş döndürücü bir sadâkat çerçevesinde, Efendimiz'in (sav) yanından ayrılmamasıyla, daha sonra da iki buçuk yıllık peygamberâne idaresiyle ispatlamıştır.
Ayrıca, ehlullahtan naz makamını temsil eden kimseler, bu tür ifadeleri, belli bir hâl, anlayış ve istiğrâkın tesiriyle söylemişlerdir ve bu sözlerden dolayı da onlar mazurdurlar ve muâheze edilmemelidirler. Bediüzzaman Hazretleri de, milletinin perişan hâli karşısında hafakanlara girmiş ve 'Ben cemiyetin iman ve selâmeti yolunda ahiretimi de fedâ ettim, dünyamı da. Gözümde ne cennet sevdası var, ne de cehennem korkusu. Milletimin imanı namına bir Said değil, bin Said fedâ olsun! Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü, vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.' diyerek istiğrak buudlu bir ızdırapla iki büklüm olup inlemiştir. Kanaat-ı âcizânemce, bu sözü söyleme veya böyle bir davranışa gönülden razı olma, biraz da Haliliyye meslek ve meşrebinden olmaya bağlıdır. Zira kendi milleti ve cemaati adına ateşe atılan Hz. İbrahim ile böyle bir ufka ulaşan kutlular arasında çok gizli ve sırlı bir münasebet vardır. Bu sebeple mesleği ve meşrebi Haliliyye olanların günümüzdeki temsilcileri içinde bile, öyle zannediyorum ki, din-i mübin-i İslâm'ın selâmeti ve ümmet-i Muhammed'in saadeti adına kendini cehennemin alevleri içine atmaya hazır pek çok insan çıkar.
O muzdarip insanın, o andaki hafakan ve ızdırabını anlamayanlar bu sözü tenkit edebilirler. Ancak, biraz düşünüldüğünde, bazı durumlarda hemen herkesin aynı şeyi yapabileceği veya söyleyebileceği görülecektir. Bir şefkatli baba düşünün ki, evladı mahsur kaldığı bir yangın içinde yanmaktadır. Şimdi böyle bir durumda evladından yükselen feryat o babanın ciğerini dağlarken, onun davranışları nasıl akıl ve mantık kriterlerini aşar; öyle de ümmet-i Muhammed'e karşı azamî ölçüde şefkatli bu büyük insanın, ümmetin düştüğü durum itibarıyla müstahak oldukları o korkunç neticeyi düşündükçe, yukarıdaki ifadeye benzer sözler sarfetmesi gayet normaldir. İşte bu türlü sözler değerlendirilirken böyle bir ölçü içinde değerlendirilmelidir. Yoksa umumî mânâda bu sözleri ölçü almak doğru değildir.
Evet bu söz, onun Hz. Ebû Bekir veya Hz. İbrahim meşrebinde (Haliliyye) olmasının tezahürüdür. Bu söz, milletinin dertleriyle hiç dertlenmemiş ve bu uğurda bir gececik olsun uykusunu terk edememiş sıradan insanların sözü olamaz. Bu söz, olsa olsa Hz. İbrahim, Hz. Ebû Bekir ve onlardan sonra bu anlayışı temsil eden İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî ve 'Sen hiç hayatında evlenmeyi düşünmedin mi?' diye sorduklarında 'Milletin dertlerini düşünmekten onu düşünmeye vakit bulamadım.' cevabını verecek kadar çilekeş ve hasbî bir sîneye sahip olan Hz. Pîr-i Mugân gibi kimselerin söyleyebileceği bir sözdür. Ve bu söz, biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, temâşâ edilen müthiş bir tablo karşısında irkilme, ürperme, sarsılma ve Rabb'in rahmetine, o anda, o sözlerin açıcı bir anahtar olduğu düşüncesiyle müracaat etme, hatta büyük bir fedai gibi kendisini milletine fedâ etmenin bir ifadesidir.
Benzer durum, Hallac-ı Mansur için de anlatılır: Hallac-ı Mansur, istiğrak halinde 'Ene'l-Hak' demiş, onu anlayamayanlar da, Hallac'ın ellerini-kollarını kesmiş, sonra da berdâr etmişler. Ne var ki o, uğruna başını verdiği dinin, kendi hakkında kesip biçtiği hükme o kadar razıdır ki, kanlar şakır şakır vücudundan akarken, o bir taraftan bu kanlarla âdeta yüzünü yıkamakta bir taraftan da dudaklarından şu cümleler dökülmektedir: 'Allah'ım! Bana bu ezâ ve cefâyı revâ görenleri affetmedikçe Sana ruhumu teslim etmek istemiyorum.' Bu söz, böyle büyük bir insana yaraşır sözdür. Asrın büyük çilekeşinin ufku da işte budur. O da Hallac-ı Mansur gibi kendisine ezâ ve cefâ edenlere, işkence yapanlara, memleket memleket sürgüne gönderenlere ve hatta insanca yaşama hakkından mahrum bırakanlara hakkını helâl etmiş ve 'Ben onlara beddua bile etmiyorum.' demiştir.
Hâsılı, normal şartlarda sabah-akşam اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ diyerek Allah'tan, cehennemden koruma ve cennete girme isteğinde bulunan birisinin temel öğretileri açısından bu sözü kabul etmek mümkün değildir. Evet bu söz, ümmetin dehşetengiz manzarası karşısında girilen bir şok hâlinin ve hususî bir ruh hâletinin (buna tasavvufî mânâda sekir hâli dememiz de mümkündür) tesiriyle söylenmiştir.
- tarihinde hazırlandı.