Râbıta

Râbıta nedir? Râbıtada hangi esaslara dikkat edilmelidir?

Râbıta; bağ ve irtibatlandıran mânâlarına gelir. Sofiler onu, dervişin mürşidine özel teveccühü yerinde kullanırlar ki, bunu şu şekilde açabiliriz: Sâlikin, doğrudan doğruya envâr-ı tecelliyâttan tam istifâze edemediği sürede -bu kendini liyâkatsiz görmeden de kaynaklanabilir- mürşidinin atmosferinde fâni olarak, onun teveccühünün gölgesinde ilâhî tecellileri duymaya çalışmasıdır ki, gölgeden çıkıp vesâyetten sıyrılınca Hakk'la muamelesini bizzat da sürdürebilir. Bidayette mürşid böyle bir istifadeye vesile olduğundan, bir üstad ve rehber olarak ona saygıda da kusur edilmez. Aslında belli bir çerçevede, Kur'ân da, diğer kitaplar da, enbiyâ-ı izâm da -asliyet-zılliyet, metbûiyet-tâbiiyet hususları mahfuz- birer vesiledirler. Ve vesileliğin vüs'ati ölçüsünde, "İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmemiş demektir." fehvâsınca onların şahsında Allah'a teşekkürde bulunmuş oluruz.

Diğer bir yaklaşımla râbıta, maddî-mânevî, muhtemel ya da muhakkak saldırı ve ızrarlara karşı, din ve dince mukaddes sayılan şeylerin muhafazasına kendini adama demektir. Daha geniş bir çerçevede ise, bölünmez, parçalanmaz, kopmaz bir bütünün bünyân-ı mersûs hâline gelip sonra da bu yek vücut heyetin, İslâm'ın harîm-i ismetine uzanacak ellere karşı fevkalâde bir hassasiyet ve titizlikle mukabelede bulunması da diyebiliriz. Bunun değişik konulardaki tezahürü farklı farklıdır; meselâ askerlerin, hudut toprağımıza göz diken kimselere karşı, nöbet tutmaları bir râbıtadır. İşte böyle bir râbıtanın, -bu esasları bize anlatan Sâhib-i Şeriatin beyanlarına göre- bir saati bir sene ibadet yapmaya eş değerdir.

Bir ülke insanının, sahip olduğu değerleri, mübarek ve mukaddes düşüncelerini koruma altına almak için beraberlikler tesis etmeleri, dinî, millî kimliklerini koruma mücadelesi vermeleri veya iç ve dış tehditlere karşı kitleleri uyarmaya çalışmaları irşat platformunda bir râbıtadır.

Sofilerin üzerinde durduğu râbıta -yeri Kalbin Zümrüt Tepeleri- dar, ferdî ve özel bir râbıtadır. Bu şekildeki râbıtayı kabul etmede bir beis yoktur. Nasslara göre izahı kabil ve vesilelik mânâsındaki râbıtayı inkâr ise bir bağnazlık ve bir taassuptur. Tabiî onu, sadece şeyhi, mürşidi veya Allah Resûlü'nü tezekkür ve tahattur etme şekline irca etmek de râbıtanın engin mânâsını daraltma demektir.

Tarikatlar râbıtayı şu şekilde uygular: Mürid, mürşit bildiği zatı kendi iki kaşının ortasında, kendisini de onun iki kaşı ortasında gibi mülâhaza eder. Onun şemâilini, hayat tarzını, sîretini, iç âlemini tezekkür ve tahattur ederek, onun gibi olmaya çalışır ve kendini öyle olmaya zorlar.

Burada bir bakıma Allah (cc) ile kul arasına başka birisi konmuş gibi oluyor. Ancak bunun öyle olmadığı da açıktır. Bize göre bu anlamda râbıta, emekleyen bir insanın, tavus kuşu gibi göklerde pervaz eden birinin arkasına takılması ve hedefine ulaşmak için hızını artırması demektir. Bu meseleyi biraz açacak olursak; kişi ister vadinin dibinde, ister dağın zirvesinde olsun, her zaman ellerini Allah'a kaldırıp O'na maksatlarını açar, içini şerheder, rahatlıkla "Senin abd-i kemterin olan bu fakirin Senden istedikleri şunlardır." diyebilir. Fakat meseleyi murâkabe platformu içinde ele aldığı, günahlarını hatırladığı, Rab karşısında acz ve fakrını mütalâa ettiğinde, zaman zaman ümitleri kırılabilir, inkisara düşebilir ve "Ben kim, şu büyük şeyleri isteme kim..?" -bu mülâhaza yanlış olabilir- diyebilir. İşte bu noktada kul murâkabeden râbıtaya çekilip "Allah'ım! Benim dilbeste olduğum mürşid-i kâmil şudur, onun el kaldırmalarının gölgesinde ellerimi Sana kaldırıyorum. Onun teveccühünün arkasında Sana teveccüh ediyorum. Onun bülbül gibi söyleyen dilinin arkasında ben de âcizâne bu hissiyatımı ifade etmeye çalışıyorum. Beni bu duruma iten, aczim, fakrım ve onun hakkında hüsn-ü zannım, benim makbul olmayışım onun da makbuliyetidir. Onun yüzü suyu hürmetine dualarımı kabul eyle.." diyebilir ki işte râbıtanın gerçek mânâsı da budur.

Görüldüğü gibi burada mürşit veya mürşidin mürşidi, Allah ile kul arasına girmiyor, belki kul acz ve fakrını itiraf içinde, haddince bir duruma giriyor ki, bu mânâdaki râbıta, seyr u sülûkun bir zatın gölgesi veya vesâyeti altında tamamlanmasının, acz ve fakrı idrakle o zata bağlılık ve merbûtiyet içinde yapılan ibadet ü taatın unvanı oluyor. Böyle olunca da Allah'la (cc) kulları arasına kimse girmiş olmuyor. Allah'a kulluk için böyle bir vesile şart değildir ve onun, Allah'la kul arasında vesâteti esas kabul eden sapık mesleklere benzetilmesi de doğru değildir -ki ben böyle râbıta yapan hiçbir tasavvuf ehli veya ekolu tanımıyorum.- Değil herhangi bir şeyhi, Hz. Mesih'i bile Allah ile kendi aralarına koyma anlamında bir râbıta hatadır, hatta -neûzü billah- şirktir.

Râbıta kavramı bu temeller üzerine oturtulduktan sonra, ona konu olan zatın kimliği çok önemli değildir. Meselâ benim hayatımda kullukları ile çok ciddî izler bırakmış derin, engin insanlar vardır. Bunlardan birinin -ki sizin çok değer atfetmeyeceğiniz bir insandı ama benim nazarımda çok büyüktü- dua ederken yüzüne bakardım. O duasında boynunu bir tarafa büker, bazen dudaklarını kıpırdatamaz, bir müddet sonra elleri de dudakları da titremeye başlardı. Şahsen ben o zat hayatta iken, onunla beraber namaz kıldığım her anda, onun duasını, dudaklarındaki o kıpırdanışı, yüzündeki o ciddî teessür ve tahassürü, yakalamaya çalışırdım. O zatın vefâtından sonra da çok defa ellerimi kaldırdığımda, onu, o titreyen elleriyle, kıpırdayan dudaklarıyla, buruk boynuyla tezekkür ettim ve ondan ders almaya çalıştım. Eğer bu râbıtaysa böyle bir râbıtada hiçbir mahzur yoktur ve bu kat'iyen Tevhide gölge düşürmemektedir.

Evet, katı, bağnaz bir kısım kimselerin düşündüğü gibi meseleyi ele alarak, Ebû Yezid el-Bistâmî, Cüneyd el-Bağdâdî ve İmam Şiblî'lerden başlayıp günümüze kadar gelen selef-i sâlihîn'i, hususiyle Hz. Şâh-ı Nakşibend gibi, âlem-i İslâm'ın önemli bir güneşi olan bir zatı ve onun açtığı çığırda bu işi yapanları hatalı ve kusurlu görme büyük bir günahtır. Hata edenler, işi çığırından çıkaranlar varsa, elimizde Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin düsturları vardır, biz her şeyi onlara tevfikan -Allah'ın inayetiyle- doğruyu bulabiliriz.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.