Sulh çizgisi veya meşrepçilik

Sulh çizgisi veya meşrepçilik

Soru: “هُوَ الْحَقُّ yerine هُوَ حَقٌّ olmalı, هُوَ الْحَسَنُ yerine هُوَ حَسَنٌ demelidir.”[1] düsturu ile ne anlatılmak isteniyor?

هُوَ الْحَقُّ “Doğru sadece odur.” mânâsına gelmesine mukabil هُوَ حَقٌّ “O da doğrulardan bir doğrudur.” mânâsına gelir. هُوَ الْحَسَنُ “Güzel sadece odur.” mânâsına, هُوَ حَسَنٌ ise “O da güzellerden biridir.” anlamındadır. Bu ifadelerin ikincilerinde, ondan başka doğruların olduğunu kabul etme söz konusudur. Bu iki söz arasında mânâ bakımından böyle bir farklılık olmakla beraber, burada asıl anlatılmak istenen husus, mü’minlerin kendi mizaç, mezak ve meşreplerine bağlılıklarını ifade ederken takınmaları gereken tavır ve inanan diğer insanların meslekleriyle olan münasebetleri ile alâkalıdır.

Mü’minler, kendi meşrep ve mesleklerine bağlılıklarını izhar ederlerken, “Benim mesleğim haktır, güzeldir, çok hoştur, hatta en güzeldir, en doğrudur, ama başka güzel, doğru ve hak meslekler de vardır.” demelidirler. Hatta kendi yol ve yöntemlerini ifade sadedinde “En doğru ve en güzel bizimkidir.” demelerinde de bir beis yoktur. Çünkü bu ifadelerde başkalarını butlana mahkum etmek söz konusu olmadığı gibi, onların gittiği yolun aldatıcı olduğunu bildirmek de mevzubahis değildir. Bu ifadelerde, fazlaca güzelliği ve doğruluğu kendi mesleğine izafe etmek, diğerlerinin de hakkaniyetini ve güzelliğini kabul etmek söz konusudur. Hususiyle günümüzde meşreplerin ve mesleklerin birer mevzu ve gaye hâline getirilmek istenmesine karşı her zaman hareket tarzımız, bu milletin inanan evlatları arasında bir birlik tesis etme maksadına matuf olmalıdır. Bugün, inkâr-ı ulûhiyet cephesine karşı ne kadar insan varsa, bu insanların hepsiyle beraber şöyle-böyle bir münasebet içinde bulunma yolu araştırmak gerekir. Her mü’min diğer meşreplerin de hak ve güzel olduğunu, kendi mesleğinin ise daha doğru ve güzel olduğunu, bu yüzden de içinde bulunduğu düşünceyi seçtiğini ve bu mecrada hizmet verdiğini, ama diğerlerinin de bâtıl ve yanlış olmadığını bilmeli ve tavırlarını bu prensibe göre ayarlamalıdır. Yoksa inanan bir Müslümanın bağnazlık eseri olarak, sadece kendi mesleğinin hak ve güzel olduğunu iddia etmesi, başka tarafta bir güzellik ve hak olmadığını söylemesi, içtimaî bünyede tedavi edilmesi çok zor yaralar açacağı gibi bu tavrın çok ciddi iftiraklara sebep olacağından da şüphe edilmemelidir.

Bu meselenin iyi anlaşılması bütün vatan evlatlarının bir araya gelmesi bakımından, hem bugün hem de gelecek adına çok büyük ehemmiyeti hâizdir. Mü’minlerin hizmet düşünce ve kanaatleri adına, kendi taraflarına olduğu gibi daima karşı tarafa da hak vermeleri, hem kendilerinin ırgalanmaması ve meseleyi münakaşaya götürmeme adına hem de karşı tarafın hırslarını tahrik etmeme bakımından çok önemlidir. Hatta inananlar bunun ötesinde, birbirlerinin gıpta damarlarını ve hasetlerini tahrik etmeyerek çok akıllıca davranmalı ve inkâr-ı ulûhiyeti temsil edenlere koz vermemeleri gerektiğini bir lahza olsun hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Mesela, ayrı bir düşüncede olmasına rağmen bu vatanı ve milleti seven ve bu uğurda farklı usûl ve yollarla hizmet etmek isteyenlere karşı hep bir münasebet yolu ve yönü bulup münasebete geçmeli, bu insanlar kat’iyen dışlanmamalı ve bir cephe olarak kabul edilmemelidir. Zira böyle bir davranış içine girildiği takdirde, mü’min sadece kendi mesleğini sarsmakla kalmayacak, aynı zamanda karşısına aldığı insanları da günaha sevk etmiş olacaktır. Hâlbuki mü’min, dinine hizmet ederken hem günaha girmemek hem de diğer din kardeşlerinin gıpta damarını ve hasedini tahrik edip onları günaha sokmamak durumundadır.

Binaenaleyh mü’minlerin birbirlerini hasede sevk edici davranışlardan uzak durmaları, “Müslüman kardeşliği” açısından çok ehemmiyetli bir husustur. Hatta her mü’min, iftiraka sebep olabilecek böyle bir meselenin lafını bile etmemeli, davranışlarını güzel ayarlamalı, başkalarına hakk-ı hayat tanımalı ve onları muhterem bilmelidir.

Bugün itibarıyla hem menfi hem de müspet cephede bu işin sözünü eden pek çok kimse vardır. Fakat bu insanlar kendilerine muhalif olanlara zerre kadar hakk-ı hayat tanımamakta, onları ezip geçmekte, âdeta zincirlere vurmakta ve onlara esir muamelesi yapmaktadırlar. Eğer bu insanların ellerine kanun vaz’ etme imkânı geçse, kanunları bile onlara hakk-ı hayat tanımayacak şekilde vaz’ ederler. Binaenaleyh bu insanların içinde “Hepimiz kardeşiz, hepimiz aynı saftayız.” diyenler hilaf-ı vâki beyanda bulunmakta ve diğer insanları aldatan böyle bir düşünceyi seslendirmektedirler. Zira insan böyle bir düşünceye gerçekten inanıyorsa bunu davranışlarıyla ispat eder. Ziya Paşa’nın dediği gibi:

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.

Ne kadar Allah’a (celle celâluhu) müteveccih gönül ve secde eden alın ve yine ne kadar O’nu anan hissiyat ve söyleyen dil varsa, inanan gönüller onların her birerlerine karşı belli bir ölçüde saygılı olmalıdırlar. Bu insanların şöyle-böyle bir yere koydukları muhterem zatlara “Efendi Hazretleri” diyebilmelidirler. Ve bunu söylerken de gayet içten ve samimi söylemelidirler. Bu arada, “Sen niçin tazim ve tekrimle andığın böyle bir zatın halka-i tedrisinde değilsin?” diyenlere de: “Ben, içinde bulunduğum yolu daha akıllıca, daha güzel ve mantıkî görüyorum. En azından bana öyle geliyor. Bu konuda yanılmış olabilirim ama gittiğim yola muhalif ve ona zıt olan kuvvetli bir delil bulacağım âna kadar safımı korumayı makul görüyorum. Tabi ki siz de öyle görüyorsunuzdur. Hatta öyle görmeniz lazım ki gittiğiniz yoldan istifade edip feyiz alabilesiniz. Aksi takdirde Allah’tan (celle celâluhu) gelen tecellilere mazhar olamazsınız.” demelidirler. İşte meseleyi akıllıca ele almanın ifadesi de budur.

Netice itibarıyla diyebiliriz ki, bu düşünce tarzı, düşünceyi bu şekilde ifade etme ve herkese karşı saygılı olma, ileride inananları gerçek birliğe ve vahdete götürecektir. Yoksa herkes, “Gel, bizim evde birleşelim!” düşüncesine saplanıp kalır ve birleşme noktası olarak kendi iklimini tasavvur ederse, kat’iyen bir vahdet sağlanamaz ve sulh çizgisi oluşturulamaz. Aksine, şiddetli “Gel!” arzusuna mukabil daima reaksiyon oluşur ve bu bağnazca isteğe karşı verilecek cevap da hep “Hayır!” olur. Öyleyse inananlar, هُوَ حَقٌّ demeli, هُوَ الْحَقُّ dememelidir. هُوَ حَسَنٌ demeli, fakat هُوَ الْحَسَنُ dememelidirler, yani “Güzel ve hak sadece benim yolum ve yöntemimdir.” dememeli, başkalarına da hak tanımalı, onlara da bir güzellik atfetmelidirler. Bununla beraber bir kere daha ifade edelim ki, her bir mü’min herhangi bir ayrılığa ve iftiraka sebep olmayacak şekilde kendi yolunu en güzel görme hakkına da sahip olmalıdır ki, mesleğinden istifade edebilsin. Yoksa yürüdüğü yolda vicdanıyla beraber olamaz.

[1] Bediüzzaman, Sözler s. 784 (Lemeât).

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.