Fetanet Açısından Efendimiz'in Vasıfları: Hilm (Peygamberimiz'in Yumuşak Huyluluğu)
Bundan evvelki bölümde, Efendimiz'in, Cenâb-ı Hakk'ın rahmâniyet ve rahîmiyetine en mücellâ, en parlak bir ayna olduğunu arz etmeye çalıştık. O'nun, rahmâniyet ve rahîmiyette nasıl bir denge tutturduğunu ve bunu fetanetiyle nasıl hallettiğini, kamet-i kıymetine göre olmasa da, ufak çapta ve fikir vermeye yetecek keyfiyette anlatmaya gayret ettik. Bu bölümde de, yine Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) rahmâniyet ve rahîmiyetiyle alâkalı ve bir cihetle de onların ayrı bir buudu sayılan, Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın hilmini, yumuşak huyluluğunu takdime gayret edeceğiz.
Hilm, Allah Resûlü'ne verilmiş ayrı bir altın anahtar durumundadır. O, bu anahtarla pek çok gönlü açmış ve onlara taht kurmuştur. Eğer O'nun bu hilmi olmasaydı, pek çok hazımsız gönül bir kısım sertliklerle karşılaşacak ve şimdi olduğunun aksine, kimileri İslâm'a cephe alacak, kimileri de belki bir hisle O'ndan uzaklaşacaktı. Ancak Allah Resûlü'nün hilmiyle ki, bütün bunların önü alındı.. ve koşan koşana herkes gelip İslâmiyet'e dehalet etti.
Evet hilm, Cenâb-ı Hakk'ın Habibine verdiği en mümtaz sıfatlardan biriydi.. ve olduğu gibi rahmeti aksettiriyordu. Bu hususu anlatan bir âyette Cenâb-ı Hak aynen şöyle buyuruyor:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظّاً غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي اْلأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ إِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
"O vakit, Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet Sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç süphesiz onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül olanları sever."[1]
Âyetten de anlaşıldığı üzere hilm, rahmetten geliyor. Eğer Allah Resûlü, kaba ve haşin olsaydı –ki değildir– etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Cenâb-ı Hakk'ın engin rahmetidir ki, O'nu yumuşak huylu kıldı. Yani O'nun mâyesini öyle mükemmel ve mahiyetini de öyle halîm kıldı ki, O'na dokunan eller dahi hiçbir zaman incinmedi ve diken bekledikleri anlarda gül buldular. Nerede kaldı ki gönüllerine girdiği ve sinelerine taht kurduğu insanlar O'ndan incinmiş olsun!
Bu âyet, Uhud muharebesi münasebetiyle nazil olmuştu. Allah Resûlü, ashabına, her türlü harp taktiğini ve tekniğini hem de en ince teferruatına kadar anlatmış olmasına rağmen, bazılarının emri dinlemedeki inceliği tam kavrayamayışı ve bulundukları mevzii, emir gelmeden terk edişleri, Müslümanların muvakkat mağlubiyetini netice verdi. Belki netice itibarıyla buna tam bir mağlubiyet denemezdi ama mutlak bir galibiyet olmadığı muhakkaktı...
Allah Resûlü'nün öldürüldüğü şâyiası Müslümanların pek çoğunu paniğe sürüklemişti. Bu arada o gün orada Enes b. Nadr gibi düşünenler de vardı. Onlara: "Resûlullah'ın öldüğü yerde siz niye duruyorsunuz?" diye kükremiş ve gidip canlarını Allah için vermişlerdi.[2] Zaten yol da buydu; Resûl-i Ekrem'in öldüğü yolda koşup ruhlarını feda etmeliydiler.
Şayet Peygamber emri istikametinde hareket edilseydi ihtimal muvaffakiyete gidilecek ve başarı elde edilecekti. Hâlbuki gösterilen az bir muhalefet, neticeyi ne kadar değiştirmiş ve ne kadar vahim hâle getirmişti!
Şimdi bu noktada bir lahza durup düşünelim: Eğer bu cemaatin başındaki lider, Allah Resûlü değil de başka bir insan olsaydı, acaba emir dinlemeyen veya emre muhalefet eden bu insanlara karşı tavrı ne olurdu? Onlara karşı hiçbir şey olmamış gibi davranabilir miydi? Bir de o, onların maddî ve mânevî liderleri ise…
Evet onlar, bütün doğruları O'ndan öğrenmişlerdi. Hayatlarında yüzlerce defa O'nun her meselede isabet ettiğine şahit olmuşlardı. İşte bu zat, daha işin başında onlara, ısrarla yerlerini terk etmemelerini ihtar etmişti. Şimdi O'nun sözünü dinlememenin cezasını acı acı çekiyorlardı. Verilen onca şehidin yanında yaralanmayan da yok gibiydi. Bizzat, Allah Resûlü'nün başı yarılmış, dişi kırılmış ve vücudu da kan revan içinde kalmıştı.
Evet, Allah Resûlü'nün yerinde bir başka lider olsaydı, en azından yüzünde bir sinirlilik veya yine en azından "Ben size şöyle yapın demedim mi?" gibi maziyi hatırlatma kabîlinden bir söz, bir davranış sâdır olmaz mıydı? Bu en nazik noktada, Kur'ân, O'nun içinden geçmesi muhtemel düşüncelere karşı bir set oluşturuyor ve O'na, yukarıda zikrettiğimiz âyetle hitap ediyordu.
Bu öyle bir an ve öyle nazik bir durumdu ki, liderden sâdır olabilecek en küçük jest, mimik ve hareket dahi, bu psikolojik hava içinde, normal zamandakilerden çok daha değişik tesirler icra edebilirdi. Onları kırıp gücendirebilecek en küçük bir hareketten dahi kaçınılması gereken böyle bir dönemde, Kur'ân, Allah Resûlü'ne hitaben: "Eğer onlara karşı sert ve kaba olsaydın –ki kat'iyen öyle değilsin– senin etrafından dağılıp gideceklerdi."[3]Hâlbuki sahabi eski tavrını hiç mi hiç değiştirmiş değildi; Allah Resûlü'nün etrafında pervane gibi dönüp duruyorlardı.
O'nun ahlâkı Kur'ân'dı.[4] Aslında Kur'ân'ın bize anlattıkları da işte bu ilâhî ahlâktı. Görülmüyor mu ki, insanlar sürekli Allah'a baş kaldırıp isyan ettikleri hâlde O onlara bol bol rızık ihsan ediyor. Onlar Allah'a oğul ve eş isnat edip daha ne iftiralarda bulunurken, Allah rahmâniyetiyle onlara çeşitli lütuflarda bulunuyor. Güneş her gün ısı ve ışığıyla, bulutlar yağmur denen gözyaşıyla hep insanların imdadına koşuyor, yer her zaman onlara çeşit çeşit bitki ve meyveleriyle bağrını açıyor; onlar ise bütün bu nimetlere karşı akla hayale gelmedik nankörlüklerle mukabele ediyorlar.
Evet, insanlar, kendilerine verilen bunca nimetin milyonda birine dahi şükür ve minnettarlıkla mukabele etmiyorlar. Ne var ki, Halîm olan Allah (celle celâluhu) onları hemen cezalandırmıyor, işlenen hatalar yüzünden ilâhî âdetini değiştirmiyor, hep veriyor ve durmadan veriyor...
Hz. Muhammed Aleyhisselâm da Cenâb-ı Hakk'ın bu ismiyle isimlenmiş, bu ahlâkıyla ahlâklanmış olduğundan bu mevzuda Cenâb-ı Hakk'ın sıfat ve isimlerine tam âyinedarlık yapıyor. Zaten Kur'ân da O'na: بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَحِيمٌ "Mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametli." demiyor mu?[5]
Sadece O değil, dedesi Hz. İbrahim de anlatılırken yine hilmiyle anlatılıyor.. evet, O'nun hakkında da Kur'ân şöyle diyor:
إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَحَلِيمٌ أَوَّاهٌ مُنِيبٌ "Muhakkak ki İbrahim, yumuşak huylu, içli ve kendini Allah'a vermiş biri idi."[6]
İbrahim, seviyeler üstü seviyede yumuşak huylu bir insandı. Kendini ateşe atan insanların dahi başına bir belâ gelir endişesiyle tir tir titriyordu. O, sabahlara kadar âh u vâh eden, inleyip duran bir insandı.. ve münîbdi, her lahza, ayrı bir var oluş ve dirilişle Allah'a dönüşün menfezlerine yönelir, durmadan taptaze ve heyecan dolu bir yürekle Rabb'in kapısında inler ve iki büklüm olurdu.
Allah Resûlü, kendisini hep Hz. İbrahim'e benzetir.[7] Evet O, hilm u silmde de dedesi İbrahim'e benzerdi.
Bütün Hak dostları için de hilm çok mühim bir esastır. İnsan, her köşe başında kendisini kin ve nefretle bekleyen kimselere dahi yine hilmle muamele etmelidir. Hallac, ellerini-kollarını kesenlere hakkını helâl eder; kan gölü içinde Asrın Çilekeşi, kendisini bir cani gibi sürgünlere gönderenlere, hapishane hapishane dolaştıranlara beddua etmek şöyle dursun, hep imanlarını kurtarmaları için hayır duada bulunur.. bulunur ve hilmin ne derece yüksek bir pâye olduğunu onlara gösterir. Keşke, sonradan gelenler de hilmindeki bu büyüyü anlayabilselerdi!
Yine Hz. İbrahim'e dönüyoruz: Hasımları onu ateşe atıyor, ve Cenâb-ı Hak da ateşe emrediyor: "Ey ateş, İbrahim üzerine berd ü selâm, yani ne buz ne de ateş, ikisi ortasında 'selâm ol!'" diyordu.[8] Zira, İbrahim evvelâ âleme karşı kendi içini öyle donatmıştı. Ne öfkeleniyor ne de insanlara karşı soğuk davranıyordu. O bir "selâm" insanıydı. Cenâb-ı Hak'tan da aynı şekilde muamele gördü. İbrahim, Allah ahlâkıyla ahlâklanır da, Allah (celle celâluhu) ona başka türlü muamele eder miydi? Asla! "Selâm" bizzat Cenâb-ı Hakk'ın ismiydi.. ve ateş de İbrahim'e karşı "selâm" oluyor ve "selâm" duruyordu.
Hz. İbrahim'in başlattığı bu hilm ahlâkını Allah Resûlü zirveye çıkardı. Düşmanlarını yerle bir ettiği ve bütün imkânları elinde topladığı devrede dahi Allah Resûlü mürüvvetten kıl kadar ayrılmadı. O, suçluları cezalandırmış olsaydı, O'na karşı gelecek mi vardı? Hayır. Belki Hz. Ömer gibi yüzlercesi, O'nun gözünün içine bakıyor ve O'nu üzen bir hâdise karşısında aslanlar gibi kükreyerek, baş almak için müsaade istiyorlardı. Hâlbuki her defasında O, ashabını yatıştırıyor ve hilm ü silm tavsiye ediyordu.
Bir gün, iffetine kat'iyen inandığı mübarek hanımına çamur atılmıştı. Hangi Müslümana kaşıyla işaret etse, pek çok münafığın başı gidebilirdi.. ve herkes bunu seve seve yapardı. Oysa ki Allah Resûlü, günlerce diken yutar gibi söylenen sözleri yutuyor, yutkunuyor, vicdanında ızdırapların en tahammül-fersâsını yaşıyor ama kat'iyen ses çıkarmıyordu. Bu durum, muhteremler muhteremi Âişe-i Sıddîka'nın Kur'ân'la beraati tescil edileceği âna kadar devam etti. Bütün sahabe O'nun iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bakıyordu.
Bazen O'nun karşısına çıkıp kaba-saba hareket eden ve hakarette bulunan insanlar olurdu. O, parmağını hafif indirip kaldırsaydı yüz kılıç birden o adamın kellesi üzerinde iner kalkardı. Ancak O, bu kaba-saba hareketleri hep mülâyemetle karşılamaya kararlıydı. O, kimseyi korkutmamaya o kadar çok dikkat ediyordu ki, vereceği kılıç veya bıçağı, kabza ve sap tarafıyla uzatıp öyle veriyordu. Böyle bir insan nasıl olur da haksız yere bir insanın canına kıyabilirdi?..
O, incelerden ince bir insandı. Karşısındaki insanların kaba-saba davranışlarından fevkalâde rahatsız olurdu. Ancak O, bu tür davranışları, kendi hilm denizine atar, eritir ve her şeye rağmen yumuşak davranırdı. His dünyası böylesine genişti. Zaten hastalık ve diğer rahatsızlıkları, bizim duyup hissettiklerimizi kat kat aşıyordu. O kadar ki, hasta olduğu bir gün, Abdullah b. Mesud (radıyallâhu anh) O'na: "Yâ Resûlallah, bir fırın gibi yanıyorsun!"[9] demişti. Evet, Allah Resûlü'nün sinir sistemi o kadar gelişmişti ve O, o kadar duyarlıydı. İhtimal, O'nun parmağına batan bir iğne, bir başkasına saplanan mızraktan belki on kat daha ızdıraplı oluyordu. Bu hassasiyet O'na, vazifesinin icabı duyarlı olabilmek için de verilmiş olabilir.
Her ne olursa olsun. Bu kadar hassas bir insanın, çevresindeki kaba-saba hareketlerden rahatsızlığı da o ölçüde fazladır zannediyorum. Bir başkası o nispette hassas olsa, her gün etrafını birkaç kere yıkar devirir ve bulunduğu yerde fırtınalar koparır. Ne var ki Allah Resûlü hiç böyle yapmamıştı ve yapmıyordu da; çünkü O bir hilm insanıydı. Şu kadar var ki, O'nun hilmi de gayet dengeliydi. Bir kâfirin küfrü O'nu iki büklüm eder, ağlatırdı. O, bir insanın hidayete erebilmesi için elinden gelen her şeyi yapardı. Fakat bir ceza ve haddin tatbiki bahis mevzuu olduğu yerde de kat'iyen taviz vermez; kim olursa olsun mutlaka cezayı tatbik ederdi. Ancak O'nun ceza verdiği suçlardan hemen hiçbiri kendisine karşı işlenmiş suçlardan değildi. Aksine O'nun, kendisine karşı işlenmiş suçlardan affetmediği görülmemiştir.
Dini yaşamada da O, aynı şekilde davranırdı: Kendisine daima en ağırını seçer, başkalarına ise hep hafif olanını yüklerdi. Hatta ümmetine zorluk olmaması ve farz gibi telakki edilmesine meydan verilmemesi için, sünnetleri hep evinde ve yalnız olarak kılardı. Ayrıca, O'nun kıldığı nafile namazların uzunluğuna dayanabilecek ikinci bir insan da yoktu. Bazen oruçlarını da öyle birbiri üstüne tutardı –ki buna "savm-ı visâl" denir.–[10] O, bu çok ağır ve sadece kendinin götürebileceği işlerde hep yalnız yürürdü. Aslında Cenâb-ı Hak, O'nun gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmişti.[11]
Bunun bir mânâsı şu olsa gerek: Allah O'ndaki günaha girme istidadını daha baştan yok etmişti. Zaten kendisi de bir defa çocukluğunda, bir defa da miraç öncesi mânevî birer ameliyattan geçirildiğini haber veriyor ve çocukluğunda olan ameliye sırasında meleklerin sinesinden kesip attıkları bir parçadan söz ediyor[12] ki nefsanîliğe ait bir şey olması kaviyyen muhtemeldir.
Allah Resûlü'nden, kat'iyen günah sayılabilecek bir fiilin suduru görülmemiştir. Buna rağmen, günde yetmiş defadan fazla tevbe ve istiğfar ediyordu.[13] Evvelâ O, mahviyet, murâkabe ve muhasebe insanıydı. Her adımda, Cenâb-ı Hakk'a doğru bir önceki adıma nisbetle daha fazla yaklaşmış olduğundan, kazandığı bu yeni durum zaviyesinden eski ve mercuh hâline bakıp istiğfar ediyordu. Yani her yeni gününde O, bir evvelki günü istiğfarla anıyordu. Bu denli günahsız bir insanın, insanlar arasında bulunmaya sabretmesi dahi O'nun hilminin enginliğini göstermeye yeter zannederim. Hâlbuki O, aynı zamanda nice saygısızca hareketlere maruz kalmış, bunlara da yine hilmle mukabelede bulunmuştur.
Buhârî ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî'den rivayet ediyorlar: Zü'l-Huveysıra adında birisi Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm'a geldi. Bu şahıs, hadis ve siyer kitaplarında bize şöyle resmediliyor: Gözleri çukurca.. elmacık kemikleri biraz dışarıya fırlamış.. burnu basık, yüzü de ablak ve yuvarlaktı.. âdeta dövülmüş bir kalkan hissi veriyordu. Allah Resûlü o esnada mal taksiminde bulunuyordu. Efendimiz'e hitaben küstahça şöyle demişti: اِعْدِلْ يَا مُحَمَّدُ "Yâ Muhammed, adaletli ol!." Bu söz bizden birisine söylenmiş olsaydı, zannediyorum ciddî bir sarsıntı geçirirdik. Oysa ki biz, hakikaten adaletsizlik de etmiş olabiliriz. Fakat kendisine bu söz söylenen zât, dünyaya adaleti getirmeye memur edilmiş bir peygamberdi.
O sırada orada bulunan Hz. Ömer, bu saygısızca hitap karşısında birden kükrer ve: دَعْنِي فَأَقْتُلَ هَذَا الْمُنَافِقَ "Bırak beni, şu münafığın başını alıvereyim yâ Resûlallah!" der.
Allah Resûlü, Hz. Ömer'i ve onun gibi düşünenleri teskin ettikten sonra bu adama döner ve şöyle seslenir: وَيْلَكَ! وَمَنْ يَعْدِلُ إِذَا لَمْ أَعْدِلْ؟ "Yazık sana! Eğer ben de âdil olmazsam, başka kim âdil olabilir ki?"
Hadisin bazı rivayetlerinde Efendimiz şunu da ekler: لَقَدْ خِبْتُ وَخَسِرْتُ إِنْ لَمْ أَكُنْ أَعْدِلُ "Eğer ben adaletli değilsem, yandım, mahvoldum demektir." Başka bir rivayette bu söz muhatabınadır: لَقَدْ خِبْتَ وَخَسِرْتَ إِنْ لَمْ أَكُنْ أَعْدِلُ "Eğer ben adaletli olmazsam, sen yandın, mahvoldun demektir."[14]
Yani, ben ki bir peygamberim.. ve sen ki her şeyinde bana uymak zorundasın. Eğer ben bir istikamet insanı değilsem –hâşâ– sen yandın, demektir. Çünkü o zaman sen de istikamette olamazsın...
Allah Resûlü, her zaman olduğu gibi onu öldürmek isteyenlere izin vermiyordu. Çünkü O, tepeden tırnağa bir hilm insanıydı.
Ancak ileride önemli bir fitneye karışacak bir haricî tipini o gün, Zü'l-Huveysıra'nın şahsında resmetmeyi de ihmal etmemişti. Evet, Allah Resûlü, bu ırkın ileride fitne çıkaracağını, ümmetinin başına gaileler açacağını Allah'ın bildirmesiyle biliyordu. Nitekim, daha Hz. Ali devrinde, Allah Resûlü'nün haber verdikleri aynen zuhur etti. Nehrivan'da Hz. Ali'ye karşı gelen Haricîlerin içinde Allah Resûlü'nün resmettiği insan bulunmuştu...[15]
Evet, İki Cihan Serveri işte bu adama da bir şey dememişti. Eğer başını kımıldatsa veya Hz. Ömer'den gelen teklife bir an sessiz kalsaydı, bu densiz insanın öldürülmesi kaçınılmazdı. Ancak Allah Resûlü, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine talim buyurduğu üzere hareket ediyor ve bu türlü cahillere takılıp kalmıyordu. Zira Kur'ân O'na وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ diyordu: "Sen cahillerden yüz çevir."[16] Onlara takılıp kalma, yani onların yaptıklarından rahatsız olma. Cahil cahilce davranır. Sen ise asla cahil değilsin. Öyleyse, onların sana davrandıkları gibi onlara mukabelede bulunamazsın. Sen hilm sahibisin, yumuşak huylusun. Ve sen bu hilminle gönüllere taht kurmaya namzetsin. Nitekim öyle de olmuştur. Allah Resûlü, hilmi sayesinde hem de hiç ümit edilmeyen insanların gönlünde taht kurmuştur.
Birçok sahabi müttefikan haber veriyor: Hayber fethi sonrası bir kadın, bir koyunu kızartmış, içine de biraz zehir koymuş ve Allah Resûlü'nü yemeğe davet etmişti. Sofrada bulunanlardan Bişr İbn Berâ ismindeki sahabinin henüz sofradan kalkmadan rengi değişmiş, bir müddet sonra da vefat etmişti. Demek ki bu kadın çok tesirli bir zehirle Allah Resûlü'nü öldürmek istemişti... Bu meselenin mucize yönü şu andaki mevzumuz değil.. Allah Resûlü lokmayı ağzına götürürken, koyunun bir yanının, kendisine, zehirli olduğunu haber vermesi üzerine yemek sofradan kaldırılarak, kadın derdest edilip huzura getirilmiş.. ve suçunu itirafla, Allah Resûlü'nü öldürmek için böyle bir yola başvurduğunu ifade etmiştir. Hatta rivayetlerde kadına şöyle bir söz de izafe edilir:
Kadın, Allah Resûlü'nün huzuruna getirilip de bunu niçin yaptığı kendisine sorulunca şöyle demiştir: "Eğer sen hakikaten Allah'ın gönderdiği bir peygambersen, bu zehir sana tesir etmeyecektir. Yok eğer peygamber değilsen, insanlığı senin şerrinden kurtarmak istedim."
Sahabi, derhal bu kadının öldürülmesi talebinde bulunur. Ancak Allah Resûlü kendi adına kadını affeder. Fakat ölen sahabi Bişr (radıyallâhu anh) adına bir şey demez.
Kadının akıbeti hakkında iki rivayet vardır: Birincisi, Bişr'in vârisleri, kısas yaparak kadını öldürtmüşlerdir. İkincisi ise, kadın ihtida edip Müslüman olduğundan Peygamber Efendimiz onu affetmiş ve Müslümanlığı, kadının kurtuluş sebebi olmuştur.[17]
Burada bizim, üzerinde durmak istediğimiz husus, Allah Resûlü'nün hilmiyle alâkalıdır ki, Allah Resûlü, canına kastetmek isteyen bu Yahudi kadını dahi affetmiştir. Hilmde zirveyi yakalama adına bu ne güzel bir örnektir.. evet, kâmil mânâda Hz. İbrahim'in başlattığı hilm dönemi, Nebiler Sultanı'yla zirveleşmiştir.
Ebû Dâvûd ve Nesâî, Ebû Hüreyre'den rivayet ediyorlar: Allah Resûlü, mescitte ashabıyla sohbet etmiş ve tam hücre-i saadetine çekilmek üzere iken bir bedevinin, Allah Resûlü'nün cübbesini arkadan çekerek:
يَا مُحَمَّدُ، اِحْمِلْ لِي عَلَى بَعِيرَيَّ هَذَيْنِ فَإِنَّكَ لاَ تَحْمِلُ مِنْ مَالِكَ وَلاَ مِنْ مَالِ أَبِيكَ
dediği duyuldu. Yani: "Yâ Muhammed! İki devemi de yükle. Zira sen, ne kendi malından ne de babanın malından veriyor değilsin."
Bu ne küstahlık, bu ne terbiyesizlikti! Allah Resûlü'ne mücerret ismiyle hitap etmekle başlayan bu saygısızlık, diğer dedikleriyle devam etmişti. Derken yine sahabe kükredi; belki Hz. Ömer'in sesi tın tındı, âdeta tansiyon yükseltmek için "Bırak, şunun başını koparayım yâ Resûlallah!" diyordu. Ancak, Allah Resûlü'nün, ashaba hitaben: "Bu adama istediğini verin." buyruğu, onları yatıştırmıştı.[18]
Düşünün ki, Allah Resûlü'nün, o insanı incelerden ince hâle getiren sohbetinden sonra böyle bir davranış, davranış sahibinin nasıl bir kalb katılığına ve nasıl bir karaktere sahip olduğunu göstermesi bakımından yeter. Zira, Allah Resûlü'nün sohbetleri, ne bir veli ne de bir mürşidin sohbetine asla benzemez. Aslında bu ham söz ve bu yırtık beyanla o sohbetteki ferah-fezâ havayı duyurabilmemiz mümkün değildir. Fakat herkesin bilebileceği bir hakikat vardır ki, o da, Allah Resûlü'nün, sohbetlerinde, kendi varlık atmosferinin üstünden bir menfez açıp, Hak'tan gelen tecellîlere ayna hâline getirdiği vicdan ve kalbiyle, huzurunda oturanları bir hamlede, bir nefhada, o değiştirici insibağ yoluyla zirvelere çıkarmasıdır. Evet, çok kısa dahi olsa O'nun huzurunda bulunabilenler, beşerin ulaşabileceği en seçkin yerlere sıçramışlardır.
O'nun huzurunda tasavvurlar üstü insibağ vardı ve oraya bir kere giren âdeta melekleşir öyle çıkardı. Hem de sinelerinde hiçbir kötülük kalmazdı.
Bir İnsibağ Örneği
Hiçbir velinin sahabeye yetişememesindeki sırlardan en mühimi de işte bu insibağ hakikatidir. Bu insibağla alâkalı asrımızdaki bir büyük zat mealen şöyle diyor: "Ben kendi kendime, acaba Muhyiddin İbn Arabî gibi zatlar sahabe derecesine neden yükselemiyorlar diye düşünüyordum. Bir gün namaz kılarken Cenâb-ı Hak bana, sahabi gibi bir "secde" nasip eyledi. Anladım ki sahabe derecesine çıkmak mümkün değildir."[19]
İhtimal ki bu büyük zat için pencere açıldı ve ettiği bu secdenin sahabe secdesi olduğu da ona duyuruldu. Ne var ki burada işin fezlekesi önemlidir. O da şudur: Bu zat, bir rekât böyle bir namaza, bir senelik ibadetini verebileceğini söylemektedir. Hâlbuki bu zatın yetiştirdiklerinden, onu takliden namaz kılan bir talebesinin namazını gördüğümde, kendi kıldığım namazlardan hayâ edip utanmıştım. İşte sahabi, sohbet-i nebevîde böyle bir zirvenin adıdır. Bizim bir rekâtına muvaffak olamadığımız namazı, onlar devamlı o derinlikte eda ederler.
Çünkü onlar, derslerini bizzat Allah Resûlü'nden alıyorlardı. Hem o devirde dinin bütün meseleleri terütaze ve orijinaldi. Bir gün kulakları tın tın ezan duyuyor ve bu belli bir müddet onların heyecan ve coşkunluğuna yetiyor.. bir başka gün ayrı ilâhî bir sofra ile, dinin diğer bir hükmü âdeta turfanda bir meyve gibi onların önüne konuluyor, bu defa da, bu semavî sofra onlarda yeni bir gerilim hâsıl ediyordu...
Her şeye rağmen bu şart ve atmosferde dahi erimeyen kalbler vardı ve bunlar Allah Resûlü'ne karşı kabaca, saygısızca davranabiliyorlardı… O incelerden ince zat, bu tür davranışlara müsamaha ile bakıyor ve hilminin okyanusunda âdeta eritemediği bir sertlik kalmıyordu.
Evet, O, bugünü, yarını, yarınları hesap ederek öyle davranıyordu. Eğer şiddet göstermiş olsaydı, Kur'ân'ın ifadesiyle[20] etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Demek ki onların gitmemesi, bir cihetle Allah Resûlü'nün hilmi sebebiyleydi. O, insanları kırıp geçirmek, toplumu dağıtmak için değil, bütün insanları dünya ve ahiret saadetine erdirmek için gelmişti. İnsanlık, ebedî hayatı, O'nun gösterdiği yolda elde edecekti. Öyleyse O'nun perspektifinde ebediyet vardı. O da davranışlarını böyle bir zamanüstü anlayışa göre plânlıyordu.
Hz. Halid, Uhud'da Müslümanlara büyük zararı dokunmuş bir insandı. Hâlbuki Allah Resûlü'nün huzuruna gelip teslim olduğunda öyle bir muamele görmüştü ki, ertesi gün kendini neredeyse Allah Resûlü'nden bir parça kabul ediyordu. Hatta, bu esnada ilk muharebeye götürülmeyişi ona çok ağır gelmiş ve sabaha kadar hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Bu da onun, bir hamlede Allah Resulü'yle ne seviyede bütünleştiğini göstermesi bakımından çok mânidardır.
Ashaptan Amr b. Âs ve İkrime, her ikisi de önceleri Allah Resûlü'ne çok kötülük yapmışlardı. Allah Resûlü'nün hilmi onları da öyle bir eritti ki, daha sonra her ikisi de âdeta küfrün başına çekilmiş birer İslâm kılıcı oldular. Eğer onların ileride kazanıp ihraz edecekleri bu seviye nazara alınmış olmasaydı, hiç mi hiç bu insanları sahabi arasında görmek mümkün olmayacaktı.
Ve Hâris İbn Hişâm ki, onu herkes bilir. Ebû Cehl'in kardeşi, İkrime'nin de amcası ve kayınpederi olan bu sahabi, Efendimiz'in vefatından az evvel Müslüman olmuştu. Müslüman oluncaya kadar hep küfür cephesinin hem de ileri saflarında vazife alan Hâris, İslâm'a girdikten sonra da hep ileride ve daha ileride bulunmuştu. Nihayet Yermük'te tıpkı kütükte doğranan bir et gibi doğranmış, şehit düşüp Rabbine yürümüştü. Son dakikalarında kendisine su getirilir. İçmek maksadıyla matarayı dudaklarına götüreceği sırada, biraz ileriden bir ses duyulur. Bu cılız ses de su istemektedir. Hâris hemen matarayı dudaklarından iter ve işaretle suyun ona götürülmesini ister.. hâdisenin tafsilatı herkesin malumu.. bu ikinci şahıs da tam matarayı ağzına götüreceği sırada başka bir sesin "Su!" diye inlediği duyulur. Derken ikinci şahıs da üçüncüye işaret eder.. ve ona ulaşılıncaya kadar o vefat etmiştir.. dönüp geri gidelim derken üçü de, bir yudum su içemeden hayata gözlerini yummuşlardır.[21]
Diğergâmlık.. Allah Resûlü'nün mümtaz hasleti. Ve sahabe de Allah Resûlü'nden insibağla diğergâmlık denen bu yüce haslette ilerilerin ilerisinde. Evet O, başkasına hayat vermek için yaşıyor ve akıllara durgunluk verecek fedakârlıklarda bulunuyordu. O öyle olduğu gibi, ashabı da öyleydi. Yukarıda verdiğimiz misal ise binlerceden sadece biri...
Zeyd b. Sa'ne anlatıyor:
"Allah Resûlü benden borç para almıştı. Ben, o gün henüz Müslüman değildim. Gününden evvel geldim, alacağımı istedim. Hatta O'na: 'Siz Abdülmuttalip evlâtları borcunuzu vermekte çok tembelsinizdir!' dedim. Benim bu sözüme Ömer kükreyerek: 'Ey Allah düşmanı, eğer Yahudilerle aramızda anlaşma olmasaydı, senin kelleni uçururdum! Allah Resûlü'ne karşı terbiyeli konuş!' dedi. Allah Resûlü bana bakarak tebessüm etti. Ve Ömer'e hitaben de: 'Yâ Ömer, bu adama hakkını ver. Ve korkuttuğun için de ona yirmi sa' ilave et.' buyurdu."
Hz. Ömer Allah Resûlü'nün emri üzerine kalktı, Zeyd b. Sa'ne'ye verilmesi gerekenleri vermek üzere onunla yola koyuldu, vereceklerini verdikten sonra Zeyd ona, hiç beklemediği şu sözleri söyledi:
"Yâ Ömer! Biliyorum benim davranışıma kızdın. Ancak ben Tevrat'ta, son peygamber hakkında söylenenlerin hepsini O'nda gördüm. Sadece Tevrat'ta bir âyet şöyle diyordu: يَسْبِقُ حِلْمُهُ جَهْلَهُ وَلاَ تَزِيدُهُ شِدَّةُ الْجَهْلِ عَلَيْهِ اِلاَّ حِلْماً "O'nun hilmi cehline sebkat etmiştir. O'na karşı takınılan cehaletin şiddeti, O'nun ancak hilmini artırır." Ben acaba O'nun hilmi, Tevrat'ta söylendiği gibi midir, bunu öğrenmek istemiştim ve dediklerimi de bunun için demiştim. Şimdi inanıyorum ki, O, Tevrat'ın geleceğini haber verip müjdelediği peygamberin ta kendisidir. Şu andan itibaren ben de O'nun son nebi olduğuna iman edip şehadet getiriyorum."[22]
Allah Resûlü, yahudi âlimi Zeyd b. Sa'ne'nin gönlünü de yine hilm u silmiyle yumuşatmış ve onun hak din olan İslâm'a girmesine sebep olmuştu.
Evet, Allah Resûlü, başkasının tahammül edemeyeceği ölçüde halim ve yumuşak huyludur. Ancak O'nun bu hilmi de ayrı bir denge ve istikamet buudluydu. Kendi şahsına yapılan her türlü hakarete karşı hilmle davranan Allah Resûlü, bir başkasına karşı yapılan haksızlık karşısında kükreyen bir aslan gibi celâllenir ve hak yerini buluncaya kadar da hiddeti bir türlü dinmek bilmezdi. Haksızlık kime karşı, kim tarafından yapılırsa yapılsın, İki Cihan Serveri'nin tavrı hep aynıydı. Ve hele dinî emirlerin ihmale uğraması O'nu öylesine ayaklandırırdı ki, artık durup-dinlenme bilmezdi; bu da O'nun nasıl bir denge insanı olduğunun en açık ifadesidir.
Birbirine zıt gibi görünen bu iki hareket tarzı, Allah Resûlü'nün mümtaz şahsiyetinin semavî yanlarındandı. Şimdi bir fikir vermek için, söylediğimiz hususlara müşahhas bir iki misal arz etmeye çalışalım:
Buhârî ve Müslim, Ebû Mesud el-Ensarî'den naklediyorlar: "Bir gün Allah Resûlü'nün huzuruna bir sahabi geldi. Bu sahabi, Allah Resûlü'nün gönderdiği ve mescide gelemeyenlere namaz kıldırmasını emrettiği şahıstan şikâyet ediyordu. Çünkü imam olan bu zat, sabah namazlarını çok uzatıyordu. Şikâyete gelen sahabi Allah Resûlü'ne aynen şöyle diyordu: "Yâ Resûlallah! Falan yüzünden nerede ise cemaate gitmeyeceğim. Çünkü namazları çok uzatıyor."
Onun bu sözü üzerine Allah Resûlü kaşlarını çattı, celâllendi ve minbere çıkarak orada bulunanlara şunları söyledi: "Ey insanlar! Siz insanları nefret ettiriyorsunuz. İçinizden kim namaz kıldırırsa, namazı hafif tutsun. Çünkü aranızda, hasta, yaşlı ve ihtiyaç sahibi insanlar var..."[23]
Bizzat kendisi de buna riayet ederdi. Bazen namazı uzun kıldırır bazen de cemaatin durumuna göre oldukça kısa keserdi.
Allah Resûlü, Muaz b. Cebel'i çok severdi. Ancak onun yatsı namazlarını çok uzun kıldırdığı şikâyeti kendisine ulaşınca yine celâllendi ve çok sevdiği bu sahabiye: أَفَتَّانٌ أَنْتَ، أَفَتَّانٌ أَنْتَ، أَفَتَّانٌ أَنْتَ "Sen fitne misin, sen fitne misin, sen fitne misin?" diyerek itapta bulundu."[24]
Üsame b. Zeyd, kumandanı bulunduğu seriyenin başında bir muharebede: "Tamam, kabullendim." diyerek Müslüman olduğunu ifade etmek isteyen şahsı, korkusundan böyle söylediğine hükmederek öldürmüştü. Diğer bir rivayete göre bu adam şehadet de getirmişti. Ancak birinci sözü söylediyse zaten Müslüman olmamıştı. Yok, şehadet getirdiyse bunu korkusundan yapmıştı. Hz. Üsame böyle düşünüyordu ama, dönüşte hâdise Allah Resûlü'ne haber verilince, İki Cihan Serveri, derhal Üsame'yi huzuruna aldı. Onu istintak etti, Üsame de hiçbir şey ketmetmeden vak'ayı olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Allah Resûlü, o derece celâllendi ki durmadan: "Yarıp da kalbine mi baktın!" diyor ve çok sıkıldığını ortaya koyuyordu. Hatta bu sözü o kadar tekrar etmişti ki, Hz. Üsame: "Keşke bugüne kadar Müslüman olmasaydım da, bu sözleri duymasaydım." diyecek kadar bunalmıştı.[25] Hâlbuki Üsame, Allah Resûlü'nün kucağında büyüyen ve Allah Resûlü tarafından Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kadar sevilen bir insandı.
Bir gün Ebû Zerr, Bilal'e hitaben: "Ey siyah kadının oğlu!" demişti. Bilal de gelip Allah Resûlü'ne şikâyette bulununca Allah Resûlü Ebû Zerr'e karşı gadaplanmış: "Sende hâlâ cahiliye emaresi var." sözüyle ona tevbihte bulunmuştu.[26]
Hz. Ebû Bekir'le Hz. Ömer arasında geçen bir küçük tartışmada, Hz. Ebû Bekir'i rencide eden Hz. Ömer muhatap alınmış ve Hz. Ebû Bekir'in hakkı, Ömer'de bırakılmamıştı.[27] Hâlbuki İki Cihan Serveri Hz. Ömer'i de çok seviyordu.
Bu ve benzeri yüzlerce misalden anlıyoruz ki, Allah Resûlü'nün hilmi de diğer sıfatları gibi yine denge buudluydu. Evet, bütün meselelerde olduğu gibi, O, bu hususta da tam sırat-ı müstakîmi temsil ediyordu. Kendi şahsına yapılan en uygunsuz hareketlere karşı engin bir müsamaha ve hilm insanı olan İki Cihan Serveri, bir başkasına yapılan zerre kadar haksızlığa asla rıza göstermiyor, haksızlık yapan kim olursa olsun mutlak onu karşısına alıyor ve ihkak-ı hak ediyordu.
[1] Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
[2] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 4/31-32.
[3] Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
[4] Müslim, müsafirîn 139; Ebû Dâvûd, tatavvu 26.
[5] Tevbe sûresi, 9/128.
[6] Hud sûresi, 11/75.
[7] Buhârî, enbiyâ 24; Müslim, iman 272.
[8] Enbiyâ sûresi, 21/69.
[9] Buhârî, merdâ 3,13; Müslim, birr 45.
[10] Buhârî, savm 20; Müslim, sıyâm 55-61.
[11] Bkz.: Fetih sûresi, 48/2.
[12] Çocukluğunda kalbinin yıkanması hâdisesi için bkz.: Müslim, iman 261; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/149; İbn Hibban, Sahih, 14/242. Miraç öncesinde kalbinin yıkanması için bkz.: Buhârî, tevhid 37; Müslim, iman 263.
[13] Buhârî, daavât 3; Müslim, zikr 41-42.
[14] Buhârî, menâkıb 25; edeb 95; Müslim, zekât 142-148.
[15] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 7/290-297.
[16] A'râf sûresi, 7/199.
[17] Hâdisenin farklı kaynaklardaki farklı rivayetleri için bkz.: Buhârî, hibe 28; Müslim, selâm 45; Ebû Dâvûd, diyât 6; Ma'mer b. Râşid, Câmi', 11/28-29; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 8/46-47; Kadı İyâz, eş-Şifa, 1/316-318; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 8/46-47; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 4/208-212.
[18] Ebû Dâvûd, edeb 1; Nesâî, kasâme 23.
[19] Bediüzzaman, Sözler, 27. Söz'ün Zeyli.
[20] Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
[21] İbn Esîr, Üsdü'l-gâbe, 1/421.
[22] İbn Hibbân, Sahih, 1/521-524; Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 5/222-223; Hâkim, el-Müstedrek, 3/700; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 1/361.
[23] Buhârî, ilim 28, ezan 61; Müslim, salât 182.
[24] Buhârî, ezan 60, 63; Müslim, salât 178-179.
[25] Buhârî, megâzî 45; Müslim, iman 158-160; İbn Abdilberr, İstîâb, 3/1386.
[26] Buhârî, iman 22, edeb 44; Müslim, eymân 38-39; Beyhakî, Şuabü'l-iman, 4/288; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 1/86.
[27] Buhârî, tefsir (7) 3.
- tarihinde hazırlandı.