İlâhî İltifata Mazhariyet
Allah (celle celâluhu), Nebisine hitaben bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
“Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik edip doğru yola iletmez.”[1]
Allah (celle celâluhu) hiçbir peygambere böyle hitap etmemiştir. Diğerlerine hitap, hep mücerret isimleriyle yapılır; ancak Hz. Muhammed'dir ki (sallallâhu aleyhi ve sellem), O'na hitap edilirken böyle tazimkâr bir ifade kullanılmıştır.
“Ey Resûl!” sözü ile Hak'tan mesaj getiren, haber ulaştıran ve ötelerden haberdar insan kastedilmektedir. Bu hitap tarzıyla Allah, O'na çok şerefli bir hususiyet izafe ederken, bizlere de, O Nebi'nin şeref ve kıymetini hatırlatır. Buna, O'nun şerefini ilan da denebilir. Ve O, bu şerefin gölgesi altında, bize sunacağı mesajı sunar. Yani, şu anda size muhatap olan veya sizi muhatap alan zât öyle bir zâttır ki, âdeta Allah (celle celâluhu) O'na saygı gösteriyor, (tabir caizse) O'na adıyla “Yâ Ahmed, yâ Muhammed, yâ Mustafa, yâ Mahmud!” demiyor da “Ey şanı yüce Resûl!” yani duygu, düşünce ve gönülleri dirilten mesajlarla insanlığın imdadına koşan nebi diyor. Zira Allah, O'nu nurdan bir helezonun zirvesine çıkarmış, O'nu peygamberlikle serfiraz kılmış ve vicâhî olarak konuşulabilecek bir muhatap hâline getirmiştir.
Evet, bu gibi beyanlardan da anlaşıldığı üzere, Allah, O'nu karşısına alıyor ve O'nunla yüz yüze konuşuyor. Nitekim, bazı muhakkıkîn, Efendimiz'in, miraçta Cenâb-ı Hak'la fiilen böyle konuştuğunu söylemektedirler.[2] Nasıl, diğer vahiyleri, bazen perdeler ardından; fakat yine bizzat Cenâb-ı Hak'tan telakki etmiştir. Öyle de miraçta bu iş doğrudan doğruya bizzat görüşerek olmuştur.
İşte Hz. Muhammed Mustafa bu zâttır. Allah (celle celâluhu), O'nu seviyeler üstü bu seviyeye çıkarmış ve bu noktaya ve bu seviyeye çıkardığı O Zât'a demiştir ki: “Sen, sana tevdi ettiğim mesajları insanlığa hiç durmadan duyurmalısın ve bu işte, hiçbir şey de Sana engel olmamalıdır.. evet Sen, hiçbir şeye takılıp kalmamalısın. Ne korku, ne endişe, ne mânialar ne açlık ve susuzluk, ne de dünyaya ait makam ve mansıp seni tebliğden alıkoymamalıdır.”
Elhak, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hiçbir engele takılıp kalmamış ve bir an dahi tevakkuf etmeden kendisine tevdi edilen bu vazifeyi yerine getirmiştir. O'na bir risalet kapısı açılmış, O ise bu kapının sövelerini sökercesine rekorlar üstü rekora ulaşmıştır ki, فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ أَدْنَى 'yı[3] da bir noktada böyle anlamak mümkündür... Evet, O'nun kendisi için bir yükselme sınırı takdir olunmuş; O ise, bu sınırı çok geride bırakmıştır. Zira öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, Hz. Cibril o noktadan sonra O'na şöyle demiştir: Yürü yâ Muhammed! Bundan sonra top senin, çevkan senin, ben parmak ucu kadar daha ilerlesem, Rabbimin azamet nuru beni yakar mahveder!.[4]
Bu, imkân sahasını zorlama, hatta aşma demektir. Bu ifadeler, bana hep Auguste Comte'u hatırlatır. Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857), pozitivizmin kurucularındandır. Hayatı, hep din düşmanlığı ile geçmiştir. Çünkü ona göre, bilimin tecrübe sahasına girmeyen her şey safsatadır. Ancak, Tarih-i Murad'da onunla ilgili şöyle bir hâdise nakledilir:
Bir aralık Comte, Endülüs'e gitmiş; oradaki İslâmî sanat eserlerini hayranlıkla seyretmiş ve İslâm hakkında malumat edinmek için bazı kişilere sorular yöneltmiş... Aldığı cevaplar arasında bilhassa, Efendimiz'in ümmî oluşu, onu şaşkına çevirmiştir. İnanamamış ve Roma'ya giderek 9. Papa ile görüşmüş ve yemin ettirerek bu mevzuu ona sormuştur. O da söylenenlerin doğruluğunu tasdik edince, filozof şöyle demekten kendini alamamıştır: “Muhammed bir ilâh değil; fakat beşer de değil...”
Zaten bizim Bûsîrî'miz de şöyle demiyor mu?
فَمَبْلَغُ الْعِلْمِ فِيهِ أَنَّهُ بَشَرٌ وَأَنَّهُ خَيْرُ خَلْقِ اللّٰهِ كُلِّهِمِ
“İlmin vardığı son nokta şudur: O, bir beşerdir, ancak Allah'ın yarattığı varlıkların en hayırlısıdır.” Yani O, Âmine'den doğma, Abdullah'ın oğlu, Abdülmuttalib'in torunudur. Evet, O'nun da bir anası, babası ve bir maddî yanı vardır. Ancak madde ile O'nu izah edip anlatmak mümkün değildir. O, peygamberlik semasında tayeran eden bir tavustur. Hâlbuki bizim sözlerimiz, hep O'nun içinden çıktığı yumurta etrafında dönüp durmaktadır. O, miraçta öyle bir noktaya adım atmıştır ki, biz ayağını nereye koyduğunu bile bilmekten âciz bulunuyoruz. Çünkü bu, beşerî idrak ve beşerî şuurla kavranabilecek bir husus değildir.
Tebliğ, o derece lüzumludur ki, kendisine bu derece yakın bulunan en sevgili kulunu Cenâb-ı Hak, bu vazife ile vazifelendirmiş ve eğer tebliğ vazifesini yerine getirmezse bütünüyle risalet vazifesini yerine getirmemiş olacağını da O'na bizzat ihtar etmiştir.
Öyle ise, O'nun ümmeti olan bizlere düşen en lüzumlu vazife de, yine tebliğ vazifesidir. Unutmayalım ki, bütün bir beşeriyeti, hayatın hemen her sahasında yeniden diriltmek, ancak Hz. Muhammed'in diriltici soluklarına ve O'nu soluklayanların soluklarına sığınmakla mümkün olacaktır.
[1] Mâide sûresi, 5/67.
[2] Kadı Iyaz, eş-Şifa, 1/202.
[3] Necm sûresi, 53/9.
[4] Aliyyülkârî, Şerhu'ş-Şifâ, 1/431. Benzer rivayetler için bkz.: Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 6/278; Isbahânî, el-Azamet, 2/677; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 5/55; Deylemî, Müsned, 2/312.
- tarihinde hazırlandı.