İstikbale Ait Olan Gaybî Haberler
A. Yakın Zamanda
Buhârî ve Müslim, Hz. Üsame'den naklediyor;
(Üsame, Zeyd b. Hârise'nin oğludur. Allah Resûlü, Üsame'yi çok sever ve yanından ayırmazdı. Hz. Hasan veya Hüseyin'i bir dizine oturtursa, çok defa öbür dizine de Üsame'yi oturturdu. Bir defasında hepsini birden kastederek: "Allahım! Bunlara merhamet et. Çünkü ben de bunlara şefkat ediyorum." diye dua etmişti.[1] Hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru Bizans'a karşı hazırladığı ordunun başına onu kumandan tayin etmiş ve senelerce önce babasının şehit düştüğü o topraklarda, Allah düşmanlarına hadlerini bildirme vazifesini ona tevdi etmişti.[2] Ancak, Efendimiz'in sıhhî durumunun ağırlaştığını gören Üsame, orduyu durdurmuş ve Allah Resûlü'nün vefatına kadar hareket ettirmemişti.[3])
İşte bu Üsame (radıyallâhu anh) diyor ki: "Bir gün Allah Resûlü'yle beraber bulunuyordum. O gün Efendiler Efendisi, Medine'nin yüksek binalarından birinin damına çıkmış, etrafı seyrediyordu. Bir ara:
إِنِّي لَأَرَى مَوَاقِعَ الْفِتَنِ خِلاَلَ بُيُوتِكُمْ كَمَوَاقِعِ الْقَطْرِ "Şu anda evlerinizin arasında yağmur gibi fitnelerin dökülmekte olduğunu görüyorum." buyurdular.[4]
O böyle deyip aramızdan ayrıldı.. O'nun arkasından sokaklar fitne seylâplarıyla inledi. Evet, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallâhu anhüm) hep bu fitnelerin kurbanı olarak şehit edildiler. Sanki fitneler de belâ ve musibetlerin diliyle Allah Resûlü'ne "Sadakte!" diyorlardı...
1. Fitneler
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), hayatında hep bu fitnelerin zuhurundan korkuyordu. Bir defasında mescitte kalabalık bir insan topluluğu ile otururken sordu: "Allah Resûlü'nün haber verdiği fitneleri duyup da, haber verecek biri var mı?" Huzeyfe: "Ben varım." deyince, Hz. Ömer: "Sen cesur bir adamsın, söyle." dedi ve o da: "Kişinin fitnesi ailesinde, malında, nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bunlara da oruç, namaz, sadaka, emr-i bi'l-mâruf nehy-i ani'l-münker keffaret olur." dedi. Ömer: "Hayır, ben bunları sormuyorum. Deniz dalgaları gibi dalgalanacak fitneleri soruyorum." dedi.
Huzeyfe: "Yâ Ömer! Onların seninle hiçbir alâkası yok. Seninle onlar arasında kapalı bir kapı var." dedi. Hz. Ömer daha sonra: "Bu kapı açılacak mı, kırılacak mı?" diye sordu. Huzeyfe: "Kırılacak." dedi. Hz. Ömer sarsıldı, dudaklarından titrek bir sesle şu cümleler döküldü: "Öyleyse bu kapı, bir daha kapanmayacak."
Daha sonra sahabe sordu: "Acaba Ömer bu kapının kendisi olduğunu biliyor muydu?" Huzeyfe cevap verdi: "Evet, dünkü geceyi bildiği gibi biliyordu." [5]
Evet, biliyordu ki, ben gidince Ümmet-i Muhammed'in vahdetiyle alâkalı kapalı bulunan kapılar açılacak, fitne ve fesat alıp yürüyecek.. ümmet içinde çeşitli anlayışlar, muhtelif akım ve cereyanlar zuhur edecek...
Ömer, bunu biliyordu; çünkü bu olacakları haber veren sadık ve masdûk olan İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa'ydı (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Ve günü gelince denilenler aynen zuhur etti. Ömer, hain bir İranlı tarafından hançerlendi. Ömer'in hançerlendiği aynı gün, İslâm vahdeti de bağrından derin bir yara aldı. Hasım dünya hedefini çok iyi seçmiş ve insafsız avcı okunu tam hedefine isabet ettirmişti. Evet, onun vefatıyla fitneler âdeta sel oldu aktı ve İslâm âlemini istila etti. Elbette bu bir yönüyle hicrandı, ızdıraptı; fakat diğer yönüyle de hâdiseler diliyle tıpkı gökte, yıldızlardan "Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah" yazmak derecesinde bir delil ve burhandı...
2. Muzafferiyet
Buhârî'de ve Ebû Dâvûd'un Sünen'inde de Habbâb b. Eret'in (radıyallâhu anh) anlattığı şu hâdiseye şahit oluyoruz. Şimdi ondan dinlediklerimizi hulâsa edelim:
"Sıkıntılı bir dönemde Allah Resûlü, örtüsünü başına almış Kâbe'nin gölgesinde oturuyordu. Kim bilir yine hangi hakarete maruz kalmıştı.? O öyle bir dönemdi ki, bütün cahiliye âdetleri birer silah gibi Müslümanların aleyhine kullanılıyordu. Ben, o devrede henüz hürriyetine kavuşamamış bir insandım. Sahibimin ve diğer Mekke büyüklerinin bana reva gördükleri cefa ve işkence artık dayanamayacağım kerteye ulaşmıştı. Allah Resûlü'nü böyle yalnız görünce yanına yaklaştım ve: Yâ Resûlallah! Dua edip Cenâb‑ı Hak'tan nusret ve yardım dilemez misin? dedim." –Allah Resûlü'nün hemen ellerini açıp dua edeceğini düşünüyordu.. bir de Kureyş'e beddua etse diye bekliyordu..– Fakat Resûlullah, şunları söyledi:
"Allah'a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkence gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine gevşeklik göstermezlerdi. Allah bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz. Bir gün gelecek, bir kimse San'â'dan Hadramût'a kadar tek başına yolculuk yapacak da, yolda vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden endişe etmeyecek."[6]
Ve Efendimiz'den benzer bir rivayette bulunan Hz. Adiy b. Hâtim, Allah Resûlü'nün olacağını haber verdiği bu hâdiseleri bizzat gözleriyle gördüğünü söylüyor.[7]
3. "İlk Kavuşan Sen Olacaksın"
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), irtihaline sebep olan rahatsızlık günlerinden birinde, incelerden ince, oturuşu-kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen kendisine benzeyen Hz. Fatıma Anamız'ı (radıyallâhu anhâ) yanına çağırdı ve eğilip onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı, öyle figan etti ki, onun feryadının şiddetinden herkes irkildi. Biraz sonra yine Allah Resûlü, onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu görenler kendisine Cennet'in bütün kapılarından girme davetiyesi geldi zannederdi.. aslında ona göre öyleydi de. Evet, böyle bir beşaşet ve sürur izhar etmişti.
Bu hâdise Hz. Âişe Validemiz'in (radıyallâhu anhâ) gözünden kaçmadı. Biraz sonra ona bunun sebebini sordu; fakat Fatıma Validemiz; "Bu, Allah Resûlü'ne ait bir sırdır." dedi ve bir şey söylemedi. Hz. Âişe, Efendimiz'in vefatından sonra tekrar sorunca, Fatıma Anamız şöyle cevap verdi: "Birinci defada kendisinin vefat edeceğini söylemiş; onun için ağlamıştım. (Evet, öyle ağladı, vefat-ı Nebi onu öyle feryada boğdu ki, o gün dudaklarından dökülen şu mısralar cihanı ağlatacak kadar rikkat vericidir:
مَاذَا عَلَيَّ مَنْ شَمَّ تُـرْبَةَ أَحْمَدَا أَلاَ يَشُمُّ مَدَى الزَّمَـانِ غَوَالِيَا
صُبَّتْ عَلَيَّ مَصَائِبُ لَوْ أَنَّهَا صُبَّتْ عَلَى اْلأَيَّامِ عُدْنَ لَيَالِيَا
'Hz. Muhammed'in mezarının toprağını koklayan bir insana, başka koku aramaya ne lüzum var? Üzerime öyle musibetler döküldü ki, eğer onlar günler üzerine dökülseydi, günler hep gece olurdu.'[8])
İkinci defa ise bana, ailesi içinde kendisine en erken kavuşacak insanın ben olacağımı müjde etti.. ve işte onun için de sevindim."[9]
Altı ay sonra o da babasına kavuşmuştu..[10] ve Hz. Fatıma'nın bu vefatı da Allah Resûlü'nü tasdik ediyor ve sanki O'na "Sadakte!" diyordu.
4. Sulh
Kütüb-i Sitte ricalinin ekseriyetinin rivayet ettiği bir hadiste Allah Resûlü bir gün hutbede Hz. Hasan'a işaretle şöyle demişti:
إِنَّ ابْنِي هَذَا سَيِّدٌ، وَلَعَلَّ اللّٰهَ أَنْ يُصْلِحَ بِهِ بَيْنَ فِئَتَينِ عَظِيمَتَيْنِ مِنَ الْمُسْلِمِينَ
"Bu benim evlâdım Hasan, o seyyittir. Allah (celle celâluhu) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir."[11]
Evet o, kerîm oğlu kerîmdir. Allah Resûlü'nün evlâdıdır.. efendidir. Birgün kendisine tevdi edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terk edecek ve nasıl bir seyyit oğlu seyyit olduğunu gösterecektir. Aradan yirmibeş-otuz sene geçmemişti ki, Allah Resûlü'nün dedikleri bir bir zuhur etti.. Hz. Ali'den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan'ı buldular. Ancak bu sulh ve sükûn insanı, bütün haklarından feragat ettiğini ilan ederek birbirine girmek üzere olan iki İslâm ordusunun arasını sulha bağladı ve korkunç bir fitneyi muvakkaten dahi olsa önledi.[12] Şair ne güzel söyler:
كَرِيمُ بْنُ كَرِيمِ بْنِ كَرِيمِ وَجَدُّهُ خَيْرُ الْأَنَامِ
"O (Hasan) kerîm oğlu kerîmdir. Nasıl olmasın ki, onun dedesi insanların en hayırlısı ve varlığın mâbihi'l-iftiharıdır."
Efendimiz, ona ait bu hâdiseyi haber verdiğinde, Hz. Hasan, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Resûlü'nün nelere işaret ettiğini dahi anlamamıştı. Yani o, Allah Resûlü, böyle söyledi diye bu işi yapmış değildi. Belki Allah Resûlü, onun öyle yapacağını bildiği için bu sözü söylemişti. Evet, Hz. Hasan da, dedesini tasdik ediyor ve seneler sonra O'na: "Sen doğru söylüyorsun." mânâsına "Sadakte!" diyordu.
5. Bir Asır Yaşayacak
Abdullah b. Büsr'ün başına mübarek ellerini koyarak: "Bu çocuk tam bir asır yaşayacak." buyuruyor ve ilave ediyorlar: "Yüzündeki şu sevimsiz siğiller de gidecek."
Diyorlar ki: "O zat, tam yüz sene yaşadı ve yüzündeki siğiller de kaybolmuştu."[13]
Allah Resûlü nasıl ki وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولَى 14 sırrınca her an bir evvelki hâlinden daha mükemmele doğru yükseliyor ve daima bir sonraki hâline göre bir önceki durumunu eksik buluyor ve bundan dolayı da günde yüz defa istiğfar ediyordu;[15] aynen öyle de, her geçen gün ümmeti, O'nu anlama ve tanımada bir adım daha ilerliyor ve O'nun istikbale ait verdiği haberlerin tahakkuk edişi karşısında imanı biraz daha artıyor ve O'na hitaben "Sen Resûlullah'sın." diyorlar.
B. Yakın İstikbal
Zamanlama açısından yukarıda verdiğimiz misallerden Allah Resûlü'nün yaşadığı devreye daha uzak ve bizim yaşadığımız devrelere daha yakın, hatta içinde bulunduğumuz asra bakan ve bizden sonraki asırlarda tahakkuk etmesi beklenen nice misaller vardır; şimdi de bir nebze onlar üzerinde duralım:
1. Hendek'te Verdiği Haberler
Hemen hemen bütün hadis ve siyer kitapları sahabeden şu hâdiseyi naklederler: "Hendek kazılıyordu. Büyükçe bir kaya vardı ki bütün gayretimize rağmen bir türlü onu yerinden sökmeye muvaffak olamamıştık. Efendimiz de bizimle beraber, hendek kazıyordu. Hatta bizlerin kuvve-i mâneviyesini takviye için ara sıra:
اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ إِلاَّ عَيْشُ اْلآخِرَةِ فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَةِ
"Allahım, ahiret hayatından başka hayat yok. Sen ensar ve muhacirîni bağışla."[16]diyor ve sahabe O'nun bu sözleriyle coşuyor:
اَللّٰهُمَّ لَوْلاَ أَنْتَ مَا اهْتَدَينَا وَلاَ تَصَدَّقْـنَا وَلاَ صَلَّيْنَا
فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا وَثَبِّتِ اْلأَقْدَامَ إِنْ لاَقَيْنَا
"Allahım, Sen olmasaydın biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekât veremezdik. Sen üzerimize sekîneni indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma." diyerek mukabele ediyorlardı.[17]
Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Resûlü'ne söylerlerdi. Bu büyük kayanın durumunu da O'na haber verdiler. Manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını taşa indirdikçe ondan kıvılcımlar çıkıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Resûlü'nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta şunları söylüyordu: "Bana şu anda Bizans'ın anahtarları verildi. İran'ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum... Bana Yemen'in anahtarları verildi. Şu anda bulunduğum yerden San'â'nın kapılarını görüyorum."[18]
Aradan birkaç sene geçiyor; Allah (celle celâluhu), Sa'd b. Ebî Vakkas ve Halid b. Velid gibi büyük kumandanların kılıcıyla oraların fethini Müslümanlara müyesser kılıyor ve bütün bu yerlerin anahtarları Allah Resûlü'nün şahs-ı mânevîsine teslim ediliyor. Bu da, O'nun doğruluğunu ayrı bir tasdiktir. Zaten tasdik etmemeleri de mümkün değildi; zira O, doğruluğu temsil için gelmişti. Farzımuhal, eğer böyle "Olacak." dediği şeyler, aslında vuku bulmayacak dahi olsalardı, Allah (celle celâluhu), Habîbini yalancı çıkarmamak için onları yine olduracaktı.
Nasıl olmasın ki, sahabenin meşhurlarından Berâ b. Mâlik (radıyallâhu anh) için bile لَوْ أَقْسَمَ عَلَى اللّٰهِ لَأَبَرَّهُ "Eğer herhangi bir meselede yemin etse, Allah onu yemininde yalancı çıkarmaz." denilmişti.[19] Yani Berâ Hazretleri eğer hiç olmayacak bir şeye, olsun diye yemin etseydi, Allah onu olduracaktı. Hakikaten de, sahabe muharebelerde onu öne sürüyor ve âdeta onunla galibiyetlerini garantilemeye çalışıyorlardı.[20] Şimdi, sahabeden birine Cenâb-ı Hak böyle bir hususiyet verir de Habîbine vermez mi? Şu kadar var ki O, görüp de söylüyordu. Zira Allah (celle celâluhu) O'na bildiriyor, O da biliyordu...
2. Emniyet ve Zenginlik Müjdesi
Adiy b. Hâtim anlatıyor. (Adiy, Hâtem-i Tâî'nin oğludur. Önceleri hıristiyandı. Aradı ve Allah Resûlü'nü buldu; buldu ve kurtuldu.) Bu şanlı sahabi şöyle diyor: "Bir gün Allah Resûlü'nün huzurunda fakirlikten, yoksulluktan ve eşkıyanın talanından bahsediliyordu. Buyurdular ki: 'Gün gelecek Hîre'den Kâbe'ye kadar bir kadın, tek başına yolculuk yapacak ve Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır.'
Adiy diyor ki: Bunları dinlerken; hayret içindeydim. 'Tay' kabilesinin eşkıyaları varken, diyordum kendi kendime, bu nasıl mümkün olabilecek? Devam ettiler: 'Bir gün gelecek, Kisra'nın hazineleri sizin aranızda pay edilecek.' Sordum: Yâ Resûlallah! İran Kisrasının hazineleri mi? 'Evet, İran Kisrasının hazineleri.' buyurdular. Hayretim daha da artmıştı. –Çünkü bu sözlerin söylendiği devrede İran, en debdebeli günlerini yaşıyordu– ve yine devam ettiler: 'Öyle bir gün gelecek ki, o gün insan elinde zekâtıyla dolaşacak da zekâtını verecek kimse bulamayacak.' Ben, diyor Adiy: Bunların ilk ikisini gördüm, ömrüm olursa üçüncüyü de göreceğim."[21]
Adiy, bu üçüncü devri göremeyecekti. Fakat gün geldi, o devri görenler de oldu: Ömer b. Abdülaziz devrinde, Allah Resûlü'nün dediği hakikat aynen yaşandı.[22] Şu anda Türkiye hudutları gibi otuz ülkeyi içine alan o büyük devlet, gelir dağılımı bakımından öyle bir düzeye çıkmıştı ki, fakir denen tek bir fert kalmamıştı. Zannediyorum bugün "Amerika ve bazı Batı ülkelerinde mevcut hayat standardı, o devreyle kıyas kabul edilemeyecek kadar düşüktür." desek mübalâğa etmiş olmayız. Hem bugünkü devletlerin zengin olanlarında gelir dağılımı o kadar dengesizdir ki, çok müreffeh hayat yaşayan fertlerin yanında, izbelerde yaşayanlar da vardır. Hâlbuki o dönemde böyle bir dengesizlik de ortadan kaldırılmıştı.
3. Ammar'ın Şehadeti
Mescid-i Nebi yapılıyor. Herkes harıl harıl çalışıyor. Kimi kerpiç yapıyor, kimi de taşıyordu.. tabiî Allah Resûlü de çalışanlar arasında.. evet O da sırtında kerpiç taşıyor. Ammar, bir aralık Allah Resûlü'nün yanına geldi.. sırtında da iki kerpiç vardı.. herhâlde naz makamında "Yâ Resûlallah! Bana iki kerpiç yüklediler." dedi. Allah Resûlü tebessüm buyurdu ve onun yüzündeki tozu-toprağı mübarek elleriyle silerken de tam otuz sene sonra başına gelecek bir ciğersûz hâdiseyi, وَيْحَكَ! تَقْتُلُكَ الْفِئَةُ الْبَاغِيَةُ (veya أَبْشِرْ! تَقْتُلُكَ الْفِئَةُ الْبَاغِيَةُ 23) diyerek, Hz. Ali'ye başkaldıran bir bâgî cemaat tarafından şehit edileceğini haber verdi ve onu uyardı.[24]
Evet, Sıffîn'de Ammar, Hz. Ali tarafındaydı ve o savaşta bu büyük sahabi şehit düşmüştü. Hatta Hz. Ali taraftarları, bunu karşı tarafın haksızlığına delil getirerek onlara "Siz bâgîsiniz." demişlerdi.[25] Evet, gerçi Sıffîn'de Hz. Ammar'ın kanı dökülüyordu; ancak yere düşen her bir kan damlası âdeta, Allah Resûlü'ne hitaben "Sadakte!" doğru söyledin, diyordu.
Evet, aziz okuyucu! Allah bildirmezse, insan bunları nasıl bilebilir? Bugün kurgu filmlerde bazı kehanetlerde bulunuyorlar. Bunlar o kadar zor değil, çünkü mukaddimeleri, başlangıçları var.. biraz hâdiseleri terkip etme kabiliyetiyle, bu türlü meselelerde tahmin yürütülebilir. Hâlbuki Efendimiz'in gaybdan haber verdiği hususların hiçbirinde başlangıç ve mukaddimât adına bir nokta dahi mevcut değildi. Bu itibarla O'nun söylediklerinin onda birini bile, deha çapında müthiş bir karîhaya sahip herhangi bir insanın söylemesi imkânsızdır. Zira bu gibi meseleler aklın hudutlarını ve bizleri aşan meselelerdir.. yani gayb gözü açık olmadan veya vahiyle müeyyet bulunmadan, bu gibi hususları bilmenin imkânı yoktur. Öyleyse, Allah Resûlü kendiliğinden değil; Allah'ın bildirmesiyle biliyor, söyledikleri de hep doğru çıkıyordu...
4. Din Adına Dinsiz Bir Kavim
Bir gün ganimeti taksim etmiş, orada duruyordu ki, birden, burnu basık, gözleri çukur ve elmacık kemikleri çıkık bir adam çıkageldi. Belki de ileride çıkacak bir topluluğu, o gün için o zat temsil ediyordu. Edepsizce Allah Resûlü'ne şöyle hitap etti: "Bu taksim adaletli olmadı, âdil ol!" Evet, belki de münafıktı; münafıktı ki, Allah Resûlü'ne böyle hitap edebiliyordu. Allah Resûlü: وَمَنْ يَعْدِلْ إِذَا لَمْ أَعْدِلْ؟ لَقَدْ خِبْتُ وَخَسِرْتُ إِنْ لَمْ أَعْدِلْ "Ben de adaletli davranmazsam kim adaletli davranabilir ki? Eğer âdil olmazsam haybet ve hüsrana uğradım, demektir." buyurdu.[26] Cümledeki ت harflerini muhatap sıgasına göre okursak; o zaman da: "Siz, haybet ve hüsrana uğradınız demektir." mânâsına gelir.
Bununla Allah Resûlü şunu anlatmak istemektedir: Eğer bir peygamber âdil değilse o insanlar adaleti kimden öğrenecekler? Adaletin olmadığı bir zeminde ise insanlar, haybet ve hüsrandadır. Öyle ise siz de haybet ve hüsrandasınız demektir. Bir de, eğer ben âdil değilsem, kaybetmiş sayılırım. Hâlbuki Allah (celle celâluhu) beni peygamber olarak gönderdi. Demek ki ben kaybetmedim.. o hâlde ben âdilim.
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Allah Resûlü'ne karşı nasıl konuşulacağını bilmeyen bu küstaha haddini bildirmek için izin ister: "Bırak, şu münafığın kellesini uçurayım!" der. Ancak Allah Resûlü müsaade etmez ve orada mübarek dudaklarından gayba ait şu sözler dökülür:
"İleride bir kavim zuhur edecek. Ablak yüzlü, basık burunlu ve çekik gözleri çukuruna girmiş bu kavim, Kur'ân okuduğunda kendi okuyuşunuzu küçük görürsünüz. Ancak okudukları gırtlaklarından aşağıya inmez. Okun yaydan fırladığı gibi, dinden çıkarlar, hatta, bunlardan birinin kolunda büyükçe bir et beni vardır."[27]
Seneler hızla geçer. Sanki Allah Resûlü'nü tasdik için günler birbiriyle yarışmaktadır: Nehrivan'da Hz. Ali bütün Haricîleri kılıçtan geçirir. Tam Allah Resûlü'nün tarif ettiği şekilde bir insan getirilir ve Hz. Ali'ye müjde verilir. Demek ki dinden çıkarak, dine karşı kavga verecek insanlar bunlardır.[28]
Zayıf bir hadiste Efendimiz, Hz. Ali'ye hitaben: "Ben Kur'ân'ın tenzili için savaştım, sen de tevili için kavga vereceksin."[29] buyurmuştur. Yani Kur'ân nazil olmaya başlayınca bütün insanlar bana karşı koydu; ben de bunlarla mücadele ettim. Ve bir gün gelecek, Kur'ân'ı yanlış tevil ve tefsir edenler olacak, sen de onlara karşı kavga vereceksin. Mevsimi gelince o da olmuş, Hz. Ali (radıyallâhu anh) Haricîlere karşı kavga vermiş; okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan bu insanlarla mücadelede bulunmuştur.
Evet, sanki bu burnu basık, elmacık kemikleri çıkık adam, Allah Resûlü'nü tasdik için yaratılmış gibiydi. Öyle ki, onun bu menfî hâli, müsbet mânâda Allah Resûlü'nü doğruluyordu. Tabiî, şeytanın, bir mü'mine musallat olmasıyla, mü'minin ona karşı verdiği kavgada onun sevap kazanmasına mukabil, şeytanın hayır adına bir şey kazanmaması gibi, bu adam da o şekilde öldürülüp Allah Resûlü'nü tasdike vesile olmakla beraber, hiçbir şey elde edemeyecektir. Evet, gerçi biz, onun o çirkin sima kitabında, Allah Resûlü'nün doğruluğunu okumaktayız; ama bu ona hiçbir şey kazandırmamakta. Zira o bu mevzuda sadece tali'siz bir vasıta...
5. Gemilerle Sefer ve Ümmü Haram
Ümmü Harâm binti Milhan, bir rivayete göre Allah Resûlü'nün sütten teyzesi, diğer bir rivayete göre ise, annesinin yakın akrabası olması sebebiyle teyzesi mesabesindedir. Allah Resûlü onun evine teklifsiz girer çıkar ve bazen de orada istirahat buyururlardı. Bir defasında yine istirahat için yatmışlardı. Tebessümle kalktılar; Ümmü Harâm binti Milhan sordu: "Yâ Resûlallah, niçin tebessüm ediyorsunuz?" Buyurdular ki, "Ümmetimden bir topluluğun melikler gibi gemilerle cihada çıktıklarını gördüm." Kadın, "Dua etmez misin, ben de onlardan olayım." deyince, Allah Resûlü: "Sen onlardansın." ferman ettiler. Tekrar istirahata çekildiler. Biraz sonra yine aynı şekilde tebessüm ederek uyanıp Ümmü Harâm'a aynı sözleri söylediler. O da yine: "Dua etmez misiniz onlardan olayım." dedi. Efendimiz: "Sen evvelkiler arasında olacaksın." dediler.
Seneler geçer. Ümmü Harâm, kocası Ubâde b. Sâmit ile beraber Kıbrıs seferine çıkar ve orada bineğinden düşerek vefat eder. [30]
O günden bugüne de Müslümanlar, onların kabirlerini ziyaret ediyor, başlarında gözyaşı döküyor. Tabiî dökülen her damla göz yaşı, aynı zamanda Allah Resûlü'nü tasdik mânâsını taşıyor. Çünkü Allah Resûlü gaybî bir haberde bulunmuş ve bu haber milimi milimine doğru çıkmıştır. Bu doğruluğa Kıbrıs, Kıbrıs tarihi ve onların oradaki merkadi tekzip edilmez bir şahittir.
Evet, Allah Resûlü'nün dedikleri, mevsimi gelince bir bir zuhur ediyor, biz de bunları tarih aynasında müşâhede ile O'na şehadetimizi yeniliyor ve her defasında da, vücudumuzu meydana getiren atomlar sayısınca "Doğru söyledin yâ Resûlallah!" diyoruz.
Evet, belki bizim ifadelerimiz, bunu anlatmaya yeterli değil; fakat her mü'minin vicdanında duyduğu ses öyle gürül gürül ki, duymazdan gelmek, bu sesi inkâr etmek imkânsız gibi...
6. Benû Kantûrâ
İslâm âlemine musallat olacak bir milletten bahisle de Allah Resûlü şöyle buyurur: فَإِذَا كَانَ آخِرُ الزَّمَانِ جَاءَ بَنُو قَنْطُورَاءَ عِرَاضُ الْوُجُوهِ صِغَارُ اْلأَعْيُنِ ذُلْفُ اْلأُنُوفِ "Ahir zamanda Benû Kantûrâ zuhur edecektir. Bunlar ablak yüzlü, küçük gözlü ve basık burunludurlar."[31]
Bazı tarih kitapları, bunların Moğollar olduğunu söyler. Zaten Allah Resûlü'nün tarifi içinde İslâm âleminin başına gelen iki büyük ve dehşetli tasallut vardır: Bunlardan biri Endülüs'te, Ferdinand tasallutudur ki, bu her yönüyle tam bir barbarlık içinde cereyan etmiş; insanlar öldürülmüş, kütüphaneler tahrip edilmiş ve kitaplar da yakılmıştır. İkincisi ise Moğol felaketidir. Onlar da Mısır, Suriye ve Anadolu'da ne kadar kültür merkezi varsa hepsini yerle bir etmiş, her tarafı harabeye çevirmiş, sonra da çekip gitmişlerdir.
Allah Resûlü ümmetinin kaderiyle çok alâkadar olduğundan bu gibi haberlerle onların dikkatini çekiyor ve âdeta diyordu ki; Ümmet-i Muhammed cezalandırılmayı hak ettiğinde Allah (celle celâluhu), onlara karşı tedip unsuru olarak zalimleri kullanır. Evet, zalim, Allah'ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır. Yani zalim de zulmünde pâyidâr olmaz; ancak evvelâ Allah (celle celâluhu) bu zalimleri Müslümanların üzerine musallat eder. Sonra da tutar onları sarsar ve yerin dibine batırır.
İşte böyle bir suiakıbetten sakınmaları için, o şefkat âbidesi Allah Resûlü, ümmetini ikaz ediyor, Allah'ın gazabını celbedici hareketlerden kaçınmalarını tavsiye sadedinde başlarına gelecek belâ ve musibetleri, hem de o hâdiselerin tasvirini yaparak haber veriyor.. evet, verdiği bu haberler, kendisinden tam altı-yedi asır sonra meydana gelmekle O'nun hak resûl olduğunu ilân etmektedir...
7. İstanbul'un Fethi
İstanbul fethedilecektir. O günkü adıyla "Konstantiniye" muhakkak Müslümanların eline geçecektir. Hâkim, Müstedrek'inde Allah Resûlü'nün bu haberini naklederken, bu muciznüma ihbarı: لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَلَنِعْمَ اْلأَمِيرُ أَمِيرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُ "Konstantiniye elbet bir gün fetholunacaktır; onu fetheden asker ne güzel askerdir; ve onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır." cümleleriyle verir.[32]
Hemen her devrin büyük kumandanları ve cihangir bahadırları, hem de ta sahabe devrinde başlayarak, bu kutlu habere mâsadak olmak için defalarca İstanbul'a kadar gelmiş ve geriye dönmüşlerdir. İşte Ebû Eyyub el-Ensârî de o gelip dönenlerden geriye kalmış, İstanbul'un bağrında, İstanbul'un gerçek değeri bir inci gibidir. Ben burada herkesin malumu olan bazı hususları tekrar etmekten hem sıkılıyor, hem de zaman israfı sayıyorum ama, yine de hicap duya duya bir iki hususu arz etmeden geçemeyeceğim:
İstanbul fethedildiği gün surlara çıkıp, sancağını diken Ulubatlı Hasan, sıradan bir nefer değildi; o Enderun'da yetişmiş bir zabitti ve aynı zamanda Fatih'in ders arkadaşıydı.
O devrede onlar birkaç kişiydiler. İstanbul'un ilk kadısı Hızır Çelebi, Ulubatlı Hasan ve bir de cihan fatihi Muhammed Han Hazretleri bunlardan sadece üçü. Beraber okumuş, beraber yetişmiş ve aynı ders halkasında talebelik yapmışlardı.
Ulubatlı, surlar aşıldığı gün vücudu bitevî delik deşik olması pahasına, surlara çıkmış ve pek çok yara bere içinde olmasına rağmen bayrağı surlara dikmeye muvaffak olmuştu. Bir müddet sonra da Fatih bu levendin başı ucundaydı. Ulubatlı son anlarını yaşıyordu. Dudağındaki tebessüm Fatih'i hayrete düşürmüştü. Sordu: "Niçin tebessüm ediyorsun?" Cevap verdi: "Biraz evvel buraları Allah Resûlü teftiş ediyordu. O'nun gül cemalini gördüm. Sürûrum bundandır.."
Dokuz asır evvel haber vermişti. Dokuz asır sonra da orayı fethedecek ordunun içinde bulunuyordu. Ben de, buna itimaden, hep diyorum ve hep diyeceğim: "Üç-dört kişi dahi olsa, samimî bir kalble, dine hizmet için bir araya gelseler; muhakkak Allah Resûlü'nün ruhaniyâtı orada hazır olacak, onları ve orayı şereflendirecektir."
İşte, İstanbul'un fethi de sıdkın diğer şahitleri misillü Allah Resûlü'nün doğruluğunu gösteren delillerden biri olduğu gibi, Ebû Eyyub el-Ensarî de bu şehadetin inandırıcı ayrı bir şahidiydi; zira orasının fethedileceğini ilk duyanlardan birisi de oydu.. ve onun içindi ki, ta Medine'den kalkıp gelmiş ve cesedinin İstanbul'a defnedilmesini vasiyet etmişti.[33]
[1] Buhârî, edeb 22, Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/205.
[2] Buhârî, megâzî 87; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 6/304-305.
[3] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 2/249; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 6/304-305.
[4] Buhârî, fezâilü'l-Medine 8; Müslim, fiten 9.
[5] Buhârî, mevâkîtü's-salât 4; savm 3; Müslim, fiten 26-27.
[6] Buhârî, menâkıb 25; menâkıbü'l-ensar 29; ikrâh 1; Ebû Dâvûd, cihad 97.
[7] Buhârî, menâkıb 25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/257.
[8] Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 2/134.
[9] Buhârî, megâzî 83; Müslim, fezâilû's-sahabe 98, 99.
[10] Buhârî, megâzî 38; Müslim, cihad 52.
[11] Buhârî, sulh 9; Tirmizî, menâkıb 30.
[12] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 8/41; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/72.
[13] Taberânî, Müsnedü'ş-şâmiyyîn, 2/17; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/189; Bezzâr, el-Müsned, 8/431-432; Hâkim, el-Müstedrek, 4/545.
[14] Duhâ sûresi, 93/4.
[15] Bkz.: Buhârî, daavât 3; Müslim, zikr 41-42.
[16] Buhârî, megâzî 29; menâkıbü'l-ensar 9; Müslim, cihad 126-129.
[17] Buhârî, megâzî 29; Müslim, cihad 123-125.
[18] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/303; Nesâî, es-Sünenü'l-kübrâ, 5/269; İbn Kesîr, el-Bidaye ve'n-nihâye, 4/116.
[19] Tirmizî, menâkıb 54. (Hadiste zikri geçen sahabi, Enes b. Mâlik'in baba-bir kardeşi olan Berâ b. Mâlik'tir.)
[20] Hâkim, el-Müstedrek, 3/331; Beyhakî, Şuabü'l-iman, 7/331; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/281.
[21] Buhârî, menâkıb 25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/257.
[22] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 6/194; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 13/87.
[23] Tirmizî, menâkıb 34.
[24] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 3/25; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/217.
[25] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 7/267.
[26] Buhârî, edeb 95; menâkıb 25; Müslim, zekât 142; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/56.
[27] Buhârî, edeb 95; menâkıb 25; Müslim, zekât 142-148. (Hâdise, bütün teferruatıyla Müslim'in rivayetlerinde geçmektedir.)
[28] Buhârî, edeb 95; Müslim, zekât 148; İbn Kesîr, el-Bidaye ve'n-nihâye, 7/290.
[29] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/82; Ebû Ya'lâ, el-Müsned, 2/341; Hâkim, el-Müstedrek, 3/132.
[30] Buhârî, cihad 3, 8; Müslim, imâre 160-162.
[31] Buhârî, cihad 95, 96; Ebû Dâvûd, melâhim 9-10.
[32] Hâkim, el-Müstedrek, 4/468. Ayrıca bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/335; Taberânî, el-Mu'cemu'l-kebîr, 2/38.
[33] İbn Hacer, el-İsâbe, 1/405.
- tarihinde hazırlandı.