Kur'ân-ı Kerim'de Sahabe
İmam İbn Hazm, kendisi gibi pek çok müçtehit ve eimmenin kanaatine tercüman olarak: "Sahabe-i kiramın bütünü ehl‑i Cennet'tir."[1] der. İçlerinde Aşere-i Mübeşşere gibi bazılarının hayatta iken Cennet'le müjdelenmesi,[2] onların Cennet'te de belli bir pâyeye sahip olmalarından dolayıdır. Kur'ân'da ve sünnette bu görüşü destekleyen pek çok deliller vardır.
Evvelâ, Kurân-ı Kerim, Fetih sûresinin son âyetinde sahabeyi şöyle tavsif eder:
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ "Muhammed Allah'ın Resûlü'dür." İman-ı billâhtan sonraki en büyük hakikat; Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah'la insanlar arasında mukaddes bir vesile ve vasıta oluşudur.
وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ "O'nunla beraber bulunanlar ve O'nun maiyyetinde olanlar ise, küfre ve kâfirlere karşı çok çetindirler."; (bükülmez kol, bükülmez bel ve temenna durmaz kamet).
رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً "Kendi aralarında yumuşaklardan yumuşak ve rahîm mi rahîmdirler."(Hayatları namazdan ibarettir, denecek derecede o kadar çok namaz kılarlar ki), sen onları rükû ve secdede görürsün."
يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناً "Allah'tan fazl ve razılık diler dururlar." 'Allahım! Cennet bizden uzak ama, Senin fazlınla ayağımızın ucu, burnumuzun ucu, iki kaşımızın arası kadar yakındır. Allahım! İman ışığını eğer Sen yakmazsan, o bizden çok uzak; fakat Senin fazlınla yakınlardan daha yakın bir meşaledir. Allahım! Razılığını isteriz; Sen verirsen her şey olur; vermez, mahrum edersen, insan her şeyden mahrum kalır.' der ve bunu vird-i zebân ederler.
سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِنْ أَثَرِ السُّجُودِ "Secde emaresi, alınlarında bellidir." Onların alınlarında nûrefşân bir nişan sezer.. ve secdeden meydana gelmiş izler görürsünüz. Onları hiçbir şeyden tanımasanız bile, yüzlerindeki secde izlerinden, yüzlerinin behcet ve beşâşetinden tanırsınız. Onların nâsiyeleri, pırıl pırıl, dırahşân ve şûlefeşândır...
ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ "İşte, Tevrat, onları böyle anlatmaktadır."
وَمَثَلُهُمْ فِي اْلأِنْجِيلِ "İncil ise, onlardan şöyle bahseder.": كَزََرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ "Bir ekin ki, ruşeym hâlinde başını taştan, topraktan dışarı çıkardı." فَآزَرَهُ "Derken, hemen büyüdü ve boy attı." فَاسْتَغْلَظَ "Ve ardından da kalınlaştı." فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ "Ve gövdesi üzerine doğruldu (ve salınmaya durdu.)"يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ "Öyle ki, ekini ekeni, tohumu saçanı bile hayrette bırakacak derecede (çabuk büyüdü, küfre, dalâlete baş kaldırdı, bütün dünya ile hesaplaşacak seviyeye ulaştı.) Küffârı gayz içinde bıraksın diye.":
وَعَدَ اللّٰهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْراً عَظِيماً "Allah, onlardan, iman edip, salih amelde bulunanlara mağfiret ve ecr‑i azîm vaad etti."[3]
Nedir, Allah'ın vaad ettiği ecr-i azîm? Kur'ân, bunu tasrih etmiyor; çünkü, sürpriz yapacak Allah; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği mükâfatlarla mükâfatlandıracak onları;[4] Cennet'ine koyup, Firdevs'iyle serfiraz etmesi ise, onlara bir unvan-ı eltafı.
Bir gün, çocuğu şehit olmuş bir kadın, Allah Resûlü'ne gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü, eğer Hârise şehit olduysa ve eğer Cennet'e girdiyse ağlamayacağım; yok, böyle değilse, kıyamete kadar üstümü başımı yırtacak ve ağlayacağım." dedi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu kadına şu hayatbahş cevabı verdiler: "Cennet bir değil ki! Senin oğlun, Cennet'in en yükseği olan Firdevs'tedir."[5]
Bu, sonradan iman etmiş genç bir sahabiydi. Sonradan iman etmiş sıradan bir sahabi, Cennet'in en yükseğine giderken, sünneti bize nakleden ve hakikat-i Ahmediye'yi günümüze taşıyan büyük sahabilere yalan isnadında bulunmanın, bulunup ehl-i Cehennem görmenin, insanı nereye götüreceğini düşünmek gerekir!
Yine, Kur'ân-ı Kerim buyuruyor: وَالسَّابِقُونَ اْلأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَاْلأَنْصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِإِحْسَانٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ "Muhacirlerden ve ensârdan o ilkler, o önde gidenler ve bir de ihsan şuuruyla onlara tâbi olanlar var ya, Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan razıdırlar."[6]
Allah, onlardan her nefse:
يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ * ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً * فَادْخُلِي فِي عِبَادِي * وَادْخُلِي جَنَّتِي
"Ey itminana ermiş tertemiz nefis, sen Allah'tan, Allah da senden razı olarak Rabbi'ne dön. Kullarımın içine katıl ve gir cennetime!"[7] der.
Evet, bazıları sahabeden razı olmasa da, Allah onlardan razıdır; bazıları, Cennet'i onlara çok görse de: وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا اْلأَنْهَارُ "Allah, onlara altlarından ırmaklar akan Cennet'ler hazırlamıştır." خَالِدِينَ فِيهَا أَبَداً "Hem, orada ebedî kalacaklardır." ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ "Ve bu büyük bir mükâfat, büyük bir kazançtır."[8]
Muhacirler, yurtlarını yuvalarını bırakmış.. ve tabiî ondan önce de beşerî arzularından, nefsanî isteklerinden hicret etmiş.. mâsiyetten itaate, nefsanîlikten ruhanîliğe ve Mekke'den Medine'ye göç etmiş insanlardır.
Ensar ise, onlara bağırlarını açan, onları kucaklayan ve onları barındıran kutlulardır. Bu öyle bir kucak açma ve barındırmadır ki, sadece şu kesitten rasat, yeter insana: Sa'd İbn Rebî, Allah Resûlü'nün, onunla aralarında kardeşlik kurduğu Abdurrahman İbn Avf Hazretleri'ni götürür evine ve iki hanımını göstererek: "Bak kardeşim, sen hicret ettin; fedakârlık yaptın. Şu iki hanımdan hangisini istersen boşayayım, iddetini beklesin, sonra da onunla evleniverirsin." der. İbn Avf ise: "Kardeşim, Allah sana zevcelerini mübarek kılsın. Sen bana bir ip ver ve pazarın yolunu göster." der ve Mekke'nin tüccarı Medine pazarlarında hamallığa yürür...[9]
Evet bu, öyle bir kucak açma ve barındırmadır ki, Devs'ten gelip Müslüman olan ve Resûlullah'ın yanından ayrılmama uğruna, sünneti gelecek kuşaklara aktarma adına gündüzleri sâim, geceleri kâim; aç sabahlayıp, aç geceleyen ve çok defa açlıktan sar'a tutmuş gibi yerlerde kıvranan Ebû Hüreyre Hazretleri, kendi gibi açlığa müptelâ olmuş birini anlatır; bu zat Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelir ve: "Yâ Resûlallah, günler var ki, ağzıma bir lokma bir şey koymadım!" der.
Bunun üzerine, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) süt halalarından olduğu söylenen Ümmü Süleym'in ikinci kocası, o müthiş insan ve en çok sevdiği hurma bahçesini Allah yolunda infak eden Ebû Talha, onu alır ve evinde misafir eder. Ne var ki, evde yiyecek öyle fazla bir şey de yoktur. Zevcesi Ümmü Süleym'e: "Çocukları akşamdan yatır ve ne varsa sofraya koy. Mumu da daha iyi yakayım derken söndürüver. Karanlıkta kimin ne yeyip ne yemediği belli olmayacağından, ben kaşığımı tabağa boş götürür getiririm; böylece misafirimiz de karnını doyurur." der.
Öyle yaparlar.. ve derken misafir de karnını doyurma fırsatı bulmuş olur. Sabah namazında her ikisi de Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında yerlerini alırlar ve namaza dururlar.. namazı müteakip, Allah Resûlü geriye döner, gülümser ve: "Bu gece ne yaptınız? Hakkınızda şu âyet nazil oldu." der ve âyeti okur:
وَالَّذِينَ تَبَوَّءُوا الدَّارَ وَاْلإِيمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
"Onlardan (muhacirlerden) evvel orasını (Medine'yi) yurt ve iman ocağı edinmiş olan (ensar-ı kiram), kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler, severler onları. Onlara verdiklerinden dolayı kalblerinde en ufak bir hâcet, talep, elem, pişmanlık da duymazlar. Kendileri fakr u hâcet içinde bile olsalar, onları öz canlarından daha üstün tutar, öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte böyleleridir muradlarına erenler, onlardır kurtulanlar."[10]
Evet, bugünün insanının hayallerinin bile ulaşamayacağı bir insanî seviyeyi ihraz etmişti onlar. Kalbleri dupduruydu.. en ufak bir eğrilik yoktu içlerinde ve Allah, onlardan razı olduğunu daha hayatlarındayken ilan ediyordu. Razı olmuştu Allah onlardan.. tastamam mü'mindi onlar ve Allah, O mü'minlerden razı olmuştu.. hem de şüphesiz razı olmuştu.
İşte, mini bir mealle, onların mânâlandırılmaları; "Ey Resûlüm, seni Mekke'ye sokmadıkları zaman, canlarını ve mallarını yolunda vermek, her şeylerini uğrunda feda etmek ve sen ne dersen onu yapmak üzere ellerini ellerinin üzerine koyup sana biat ettikleri zaman Allah onlardan razı olmuştu.. razı olmuş ve kalblerindekini de bilmişti.. niyetlerindeki ihlâsı, samimiyeti ve duruluğu bilmişti de onlardan razı olmuş ve üzerlerine sekîne, itminan, temkin indirmişti. Öyle ki, bütün dünya karşısında tek başlarına da kalsalar, itminan içindeydiler.. çok yakın bir gelecekte de, Hudeybiye gibi bir fetih ve o âna kadar kapalı kalmış yolların açılmasını, mâniaların bertaraf edilmesini ihsan etmişti onlara."
Sahabe-i kiram, Resûlullah'a verdiği sözden, O'nunla yaptığı biattan, Allah'la olan anlaşmalarından hiç dönmemişti. Allah'a verdikleri sözde hep sâdık çıkmış ve her hâdisede sadakatlerini ortaya koymuşlardı. Kur'ân, onları bu yönleriyle de yani sadakatleri, söz ve ahdlerine bağlılıklarıyla da destanlaştırmakta ve medh ü senâ etmektedir. İşte Kur'ân'dan bir meal daha:
مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلاً
"Mü'minlerden öyle mert oğlu mertler, öyle yiğit oğlu yiğitler vardır ki, Allah'a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat etmiş; onlardan kimisi ahde vefa gösterip canını vermiş; kimisi de beklemedeydi."[11]
Evet, onlar, Allah'la Cennet karşılığında, O'nun rızası karşılığında mal ve canlarını seve seve feda edeceklerine dair ahidleşmede bulunmuşlardı.. ve sonra da bu ahidlerine sadakat göstermişlerdi. Cephelerde bir bir doğrandılar; dökülüp dökülüp gittiler; ekin biçilir gibi biçildiler de, bir adım olsun geriye dönmediler.
İşte Hamza, Uhud'da şeb-i ârûsunu yaşadı! İşte Enes b. Nadr, yine Uhud'da ölümle sarmaş-dolaş Allah'ına kavuştu. İbn Cahş, Mus'ab b. Umeyr ve daha onlarcası Uhud'da, Bedir'de ölümle zifaf oldular. Ahidlerini yerine getiren bu kutlu yiğitlerden başka daha bazıları da vardır ki, onlar da şeb-i ârûslarını beklemekte ve cephelerde ölüm aramaktaydılar.
Ebû Akîl bunların başında gelir: Uhud'da bekledi, feth‑i Mekke'de bekledi; Mute'de bekledi; nihayet Yemame'de beklediğine erdi. Ve bu yiğitler, Allah'a verdikleri sözü hiç değiştirmediler. İlk gün nasıl idilerse, son gün de öyleydiler. Dünya onları hiç mi hiç değiştiremedi.. cismaniyetleri asla onlara galebe çalamadı.. karanlıkların yırtılacağı, nurun ortalığı kaplayıp, karanlık ordularının aydınlık ruhlar tarafından bozguna uğratılacağı âna kadar, hiç değişiklik göstermeden hep yiğitçe davrandılar...
[1] İbn Hazm, el-Fasl fi'l-milel, 3/119; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/10.
[2] Tirmizî, menâkıb 25; Ebû Dâvûd, sünnet 8.
[3] Fetih sûresi, 48/29.
[4] Bkz.: Buhârî, bed'ü'l-halk 8; tevhid 35; Müslim, iman 312; cennet 2-4.
[5] Buhârî, megâzî 9; rikâk 51; Tirmizî, tefsir (23) 3.
[6] Tevbe sûresi, 9/100.
[7] Fecr sûresi, 89/27-30.
[8] Tevbe sûresi, 9/100.
[9] Buhârî, büyû 1; menâkıbü'l-ensâr 3; nikâh 7; Abdurrezzak, el-Musannef, 6/178.
[10] Haşr sûresi, 59/9. Buhârî, tefsir (59) 6; Müslim, eşribe 172-174.
[11] Ahzâb sûresi, 33/23.
- tarihinde hazırlandı.