Müksirûn-u Sahabeden Bazıları
Müsteşriklerle, onların İslâm dünyasındaki takipçilerinin hücum oklarına en fazla maruz kalan sahabiler, hadis ıstılahında "Müksirûn-u Sahabe" denilen, çok hadis rivayet etmiş olan ashab-ı Resûl (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve bunların başında da Ebû Hüreyre Hazretleri'dir.
Dinimiz bize sahabe-i kiram vasıtasıyla intikal etmiştir; dolayısıyla da onlara dokunan her şey, dinimize dokunmuş sayılır. Yaşayan Müslümanlar olarak bugün emanet, artık bizim üzerimizde olduğu için, dinimizi ona dokunacak her şeyden korumak da bize düşer.
Sahabe-i kiram, vazifelerini şerefle yapıp gittiler; hayatları ta'n u teşniin ulaşamayacağı bir kuşakta geçti. Aslında, onların korunmaya ihtiyaçları da yoktur; ancak, o pâk dâmenler bahane edilerek, temelde dinimiz hedef alındığı için, bu bahanenin yersizliğini, tutarsızlığını göstermek gerekmektedir.
İslâm tarihinde ilk asırlar çok duru ve çok pâk geçti. Ne zaman yabancı düşünce ve felsefî akımlar Müslümanların arasına girdi, ondan sonra Mutezile, Cebriye, Mürcie, Müşebbihe gibi değişik bâtıl mezhepler zuhur etti. Bu mezheb erbabı, kendi heva ve heveslerini okşamayan meselelerde hadis uydurma yoluna girdiler ve kendi heveslerine muhalif hadisleri rivayet eden sahabileri de tenkit oklarına hedef aldılar. O ilk dönemlerde Ebû Hüreyre gibi, hadisin direği büyük ve şerefli sahabileri tenkit eden ve karalamak isteyen, ya Nazzam gibi Mutezile imamları, ya da Ebû İshâk gibi Şîa imamlarıydı. Aslında her sahabi gibi Ebû Hüreyre de şerefiyle yaşayıp gitmiş, yüzümüzün akı şahsiyetlerdir.
Bu itibarla konunun ehemmiyetine binaen, şimdi de, Hz. Ebû Hüreyre başta olmak üzere, İbn Abbas, İbn Ömer ve İbn Mesud gibi, hadisin direği ve pek çok hücuma maruz kalmış sahabileri, kısa da olsa tanımaya çalışalım:
1. Ebû Hüreyre
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), Yemen'in Devs kabilesindendir. Hicret'in yedinci yılı başında Müslüman olup Medine'ye hicret etmiş ve Allah Resûlü'yle dört yıl bir arada kalma şerefine nail olmuştur. Kabilesinin reisi olan Tufeyl b. Amr, Müslüman olduktan sonra gerilmiş yaydan fırlayan bir ok gibi Devs'in içine girmiş ve mukaddes bir alev, bir ateş hâlinde herkesin kalbini tutuşturmuştur. İşte, Ebû Hüreyre, bu zatın elinde Müslüman olup Medine'ye hicret eden muhacirlerdendir.
Hz. Ebû Hüreyre, Medine'ye geldiğinde, Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hayber seferindeydi. Bu itibarla da Ebû Hüreyre, hemen Hayber'e koşmuş ve en seri şekilde Efendimiz'e mülâki olmuştu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine adını sormuş, "Abdüşşems" cevabını alınca da: "İnsan ayın, güneşin kulu olamaz; sen Abdurrahman'sın." diyerek, adını "Abdurrahman" koymuştu. Ama o, daha çok Ebû Hüreyre diye mâruftu.
Bir gün, Allah Resûlü onu kucağında taşıdığı kedilerle görünce, ona "Ebâ Hirr" (kedi babası) diye hitap etmişti ki, ondan sonra hep Ebû Hüreyre diye anıldı. O da, daha çok "Ebû Hirr" diye anılmayı severdi. Zira, fakir, mütevazi ve bir mahviyet insanı olarak o, kendine en çok yakıştırdığı, "kedi babası" tabiriydi. Ayrıca, Resûlullah, sevdiği bir anda, sevdiği bir noktada ona "Ebû Hirr" demişti o da kendisinin bu adla çağrılmasını istiyordu.[1] Sırf bu bile, onun Resûlullah'a ne derece bağlı olduğunu göstermeğe yeter.
Ebû Hüreyre Müslüman olmuştu ama, bir derdi vardı.. ve ona göre bu, büyük bir dertti.. annesi henüz Müslüman olmamıştı. Bu büyük sahabi, kendisini yetim büyüten annesini Müslümanlığa çekmeyi, hem bir vazife hem de vefa borcu biliyordu. Bir gün Resûlullah'a gelerek: "Yâ Resûlallah, dua etmez misin, Ebû Hüreyre'nin annesi de 'Lâ ilâhe İllallah' desin?" istirhamında bulundu. Sonra Allah Resûlü, ellerini kaldırıp dua buyurunca, bu füze hızıyla İslâm'a giren ve Allah Resûlü daha ellerini indirmeden duasının kabul olacağına inanan genç ve taze Müslüman, ok gibi fırlayıp evine koştu. Her gün: "Acaba bugün anneme bir şey anlatabilir miyim, kalbine girebilir miyim?" ümidi ve: "Acaba bugün de beni reddeder mi, yine yadırgar mı?" endişesiyle koştuğu evin kapısının tokmağına dokunduğunda, içerden annesinin: "Dur, olduğun yerde kal!" sözünü işitti. Kadın, "Lâ ilâhe illallah" dedikten sonra boy abdesti alması lâzım geldiğini öğrenmişti. Biraz sonra, başında örtü kapıyı açtı ve: "Oğlum, işte dediğin şeyleri diyorum: Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah..."
Ebû Hüreyre, müjdeyi vermek üzere bu defa da hemen Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) koştu; koştu ve duanın kabulü, onda ikinci bir ümit hâsıl etmişti: "Yâ Resûlallah, dua et, mü'minler, beni ve annemi sevsinler!" istirhamında bulundu. Allah Resûlü, ellerini kaldırıp yine dua buyurdular: "Allahım, Ebû Hüreyre'yi ve annesini mü'minlere sevdir!"[2]
Evet, mü'minler, Ebû Hüreyre'yi sever; onu kimlerin sevmediğini ise okuyucunun iz'an ve anlayışına havale ediyorum.
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), Allah Resûlü'nden gece gündüz hiç ayrılmadı. O, bir zekâ ve hafıza kahramanıydı. Gecenin üçte birinde uyur, üçte birinde ibadet eder, evrâd ve ezkârını okur; kalan üçte birinde de hafızasındaki hadisleri unutmamak için tekrar ederdi. Aynı zamanda o, bir ilim adamı, bir fakih, bir hadis hafızı da olmuştu. Bir gün mescitte: "Allahım, bana hiç unutmayacağım bir ilim nasip eyle!" diye dua ederken Allah Resûlü duymuş ve mescidi ihtizaza getirecek şekilde: "Allahım, âmin!" demişti.[3]
Ebû Hüreyre'nin çok hadis bilmesinin arkasında, duasına Allah Resûlü'nün böyle "Âmin!" demesi de söz konusu idi. Yine bir gün Allah Resûlü'ne: "Yâ Resûlallah, senden duyduğum hiçbir şeyi unutmak istemiyorum." deyince, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Ridânı çıkar, yere yay!" buyurdular. Ebû Hüreyre de öyle yaptı ve Allah Resûlü, ellerini açıp dua buyurduktan sonra, gâibden bir şeyle dolmuş gibi, mübarek ellerini getirip o ridâya boşalttı; sonra da: "Onu dür ve bağrına bas!" buyurdu.
Ebû Hüreyre, bu hâdiseyi anlattıktan sonra: "Dürdüm ve bağrıma bastım. Yemin ederim, artık bundan sonra Resûlullah'tan duyduğum hiçbir şeyi unuttuğumu hatırlamıyorum." derdi.[4]
Daha hayattayken kendisine: "Çok hadis rivayet ediyorsun!" diyenlere, kemal-i safvet ve samimiyetiyle: "Muhacir kardeşlerim çarşılarda alışverişle, ensar kardeşlerim de ziraatlarıyla meşgul olurken, ben karın tokluğuna Resûlullah'a hizmet ediyordum."[5] cevabını verirdi.
Gerçekten de öyleydi.. ve o, Resûlullah'tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç ayrılmadı. Günlerce aç kaldığı olur ve visâl orucu tutardı; yani iftar için bir şey bulamazdı da, yeniden oruca niyetlenirdi ve böylece üç gün, dört gün üst üste oruç tuttuğu olurdu. Bazen, açlıktan sar'a tutmuş gibi yerlerde kıvranır ve gelen geçene, hem: "Bana Kur'ân okuyacak yok mu?", hem de: "Bana yemek yedirecek yok mu?" mânâsında: اِسْتَقْرَاْتُكَ derdi.[6]
Çok defa Cafer-i Tayyar'dan başka hâlinden anlayan olmazdı; hatta bazıları kendisine birkaç âyet okur geçerlerdi. Ebû Talib ailesinin yüz akı, Hayber Gazvesi sırasında Habeşistan'dan Medine'ye hicretlerinde Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Bilmem ki, Hayber'in fethine mi, Cafer'in gelişine mi sevinsem?"[7] buyurduğu, Allah Resûlü'yle az bir zaman kaldıktan sonra Mute'de şehit olup, Caferliği de, Aliliği de Ali'ye bırakan ve hakkında Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Cafer, Cennet'te yeşil kanatlarla sağdan sola pervaz ediyor."[8] müjdesinde bulunduğu Cafer-i Tayyar ise onu alır, evine götürür ve karnını doyururdu.[9] Ve zaman zaman Allah Resûlü'nün doyurduğu da olurdu.
Bu ilim dağarcığı, Allah Resûlü'nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu şeylerin bir tekini bile kaçırmamış ve kıyamete kadar bâki kalmak üzere kemal-i ihtimamla kendinden sonrakilere nakletmişti. "Kur'ân'da: إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَـئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللّٰهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللاََّعِنُونَ 'Apaçık delilleri ve hakikatleri ve göndermiş olduğumuz hidayet nurunu Biz, insanlar için kitabda açıklayıp ortaya koyduktan (ve tebeyyün ettirdikten) sonra gizleyenler var ya, işte Allah, onlara lânet eder ve lânet edenler de lânet eder.' (Bakara sûresi, 2/159) âyeti olmasaydı, hiçbir rivayette bulunmazdım."[10] derdi.
Bu masum, sempatik, nüktedan sahabinin, Allah Resûlü gibi mizacı âlî ve yüksek tavırlardan hoşlanan Büyükler Büyüğü bir zâtın yanında dört yıl kalması ve kurbiyetinin hiç mi hiç yadırganmaması bile, onun büyüklüğünü göstermesi bakımından yeter zannediyorum. Bir büyüğe yakın olmadan, bunun ne demek olduğu anlaşılamaz. "Reh-i sevdaya girdim; namus, ar bana lâzım değil!" demedikçe de büyüklere yakın olunamaz.
İddia edildiği gibi, sahabenin Hz. Ebû Hüreyre'ye karşı tavrı yoktu. Ensarın ilk Müslümanlarından, Resûlullah'la Akabe'de ilk el sıkışanlardan ve Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) hanesinde misafir etme şerefine eren İstanbul'un şanlı misafiri Hz. Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretleri, kendisinden rivayette bulunur ve: "Sen, ondan daha evvel Müslüman oldun ve sen de Allah Resûlü'nün sahabisisin." diyenlere: "O, bizim duymadıklarımızı duymuştur."[11] cevabını verirdi.
Yalnız Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri değil, Abdullah İbn Ömer, Hıbrü'l-Ümme Abdullah İbn Abbas, Câbir b. Abdullah el-Ensarî, Enes b. Mâlik ve Vâsıle İbn Eslem gibi ecille-i ashab ve hadisin temel direkleri; sonra da, tâbiînin yed-i tûlâ sahibi imamları; Hasan Basri, Zeyd İbn Eslem, mürsellerini, yani kendisinden rivayette bulunduğu sahabinin adını anmadan rivayet ettiği hadisleri İmam Şafiî'nin esas kabul ettiği ve hadislerini arızasız nakletmek için Ebû Hüreyre'ye damat olan Said İbnü'l-Müseyyeb, Said İbn Yesâr, Saidü'l-Makburî, Süleyman İbn Yesâr, beş yüz sahabiden hadis rivayet etmiş olan Şa'bî, Muhammed b. Ebî Bekir.. ayrıca Nakşî tarikatında pîr sayılan ve silsilede:
"O Kâsım b. Muhammed pek güzeldir;
İnâyât-ı keremi lem yezeldir."
diye anılan Kâsım b. Muhammed, Ebû Hüreyre'den aldığı hadisleri bir kitapta (sahife) toplayan ve buradaki hadislerin aynen Kütüb-ü Sitte'de geçtiği, bugün karbon muayenesiyle de bu sahifesinin kendisine ait olduğu ispatlanmış bulunan Hemmam İbn Münebbih, Resûlullah denilince gözleri dolan ve 'Bekkâ' diye tanınan Muhammed b. Münkedir, kendisinden hadis rivayet etmişlerdir. Sadece bu kadar da değil; bu insanlar seviyesinde tam sekiz yüz (800) kişi, Ebû Hüreyre'den hadis rivayet etmiştir.[12]
a. Hz. Ömer ve Ebû Hüreyre
Hz. Ömer, kendisini çok severdi. Bahreyn'e vali tayin etmişti.. ancak daha sonra azletmiş ve yerine başkasını göndermişti. İhtimal, sebebi de, ticaret yapıp bugünkü bir fakirin seviyesinde sermaye sahibi olmasıydı. O gün, valiler, idareciler, halifeler sermaye sahibi olamazdı. Matarasını sopasının ucuna takıp da tayin olunduğu vilayete giden ve aynı şekilde dönen valiler çoktu. Zaten, aksi davrananlar geriye çekilir ve icabında azledilirlerdi. O, bu ufacık sermayesini şüphesiz irtişâ, iltimas ve irtikâbla toplamamıştı. Suçsuzluğu anlaşılınca Hz. Ömer, kendisini makamına iade etmek istemiş ise de Ebû Hüreyre: "Bana bu kadarlık emirlik yeter!" deyip, kabul etmemişti.[13]
Hz. Ömer, yalnız Ebû Hüreyre'yi değil, Sa'd b. Ebî Vakkas gibi, Aşere-i Mübeşşere'den bir zatı ve Umeyr İbn Sa'd gibi, sahabenin önde gelenlerini de vazifeden almıştı. Hatta, Medâyin halkı, valileri Sa'd b. Ebî Vakkas'tan: "Namazı tadil‑i erkâna riayet etmeden kıldırıyor." diye şikâyette bulununca, Hz. Ömer, İran fatihi bu büyük sahabiyi sorguya çekmiş, bunun üzerine Sa'd b. Ebî Vakkas dolmuş, hüzünlenmiş ve: "Bunlar mı bunu bana diyor?" demiş, sonra da geçmişinden bazı şeyler anlatma lüzumunu duymuştu:
"Biz, bu işe öyle bir zamanda sahip çıktık ki, yiyecek bir şey olmadığından ağaç yaprakları yer ve koyunların tersi gibi ıtrahatta bulunurduk. Bir gece o kadar açtım ki, idrarımı yaptığımda, idrarın topraktan çıkardığı sesle, yenecek bir cisim var gibi geldi bana. Elimi attım ve bir deri parçası buldum. Yıkadım, azıcık ısıttım ve ağzımda çiğnedim. O bana yirmi dört saat yetmişti. Biz, İslâm'a o günlerde sahip çıktık. Şimdi, falan oğulları kalkmış, 'Sa'd, namaz kılıyor, namazında tadil-i erkân yok, huşû, hudû' yok, Allah'a karşı teveccüh yok.' diyorlar..."[14]
Ve Sa'd İbn Ebî Vakkas (radıyallâhu anh), bir daha da Medâyin'e dönmek istememişti. Evet; Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), azledilmekte de, vazifesine geri dönmek istememekte de tek değildi.
b. Hz. Ali, Hz. Osman ve Ebû Hüreyre
Bazılarının iddia ettiği gibi, ne Hz. Osman, ne de Hz. Ali, Ebû Hüreyre'nin karşısındaydı. Vâkıa bir gün Resûlullah'tan "Halîlim" diye bahsedince Hz. Ali kendisine: "Resûlullah ne zaman senin halîlin oldu?"[15] demişti ama, bu, Hz. Ali'nin safvet, samimiyet ve ihlâsının, böyle bir sözü Alice tevfik edememesinden ileri gelmişti.
Bir insanın, sevdiği bir kişi hakkında "Halîlim" demesinde yadırganacak bir şey yoktur. Ayrıca, Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi, sâbıkûndan daha sâbık olan ve hane-i saadette yetişen birisi, bunu Ebû Hüreyre'ye söyleyebilirdi. Emsal arasında konuşulabilir bu; ama, aşağıdan birisinin Ebû Hüreyre'yi ta'n etme maksadıyla söylemesi asla doğru olamaz. Sonra, bunu Hz. Ali'nin Ebû Hüreyre'ye ta'nı olarak görmek de, neyin ta'n olduğunu, neyin ta'n olmadığını bilmemek gibi bir şey.
c. Emeviler ve Ebû Hüreyre
Hele Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), iddia edildiği gibi, Hz. Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e karşı, Emeviler'e de kat'iyen dost ve müdâhin değildi. Fitneler zuhur edince, o, her tarafta şu hadisi rivayet edip geziyordu:
سَتَكُونُ فِتَنٌ، اَلْقَاعِدُ فِيهَا خَيْرٌ مِنَ الْقَائِمِ، وَالْقَائِمُ فِيهَا خَيْرٌ مِنَ الْمَاشِي، وَالْمَاشِي فِيهَا خَيْرٌ مِنَ السَّاعِي..."Fitneler olacak. O fitnelerde oturan, (fitnelere karışmak için) ayakta durandan, ayakta duran fitnelere yürüyerek girenden, yürüyen de bilfiil fitneye koşup karışandan hayırlıdır..."[16]
Bu, onun içtihat ve düşüncesiydi. Belki, fitneleri bastırmak için Hz. Ali'nin yanında yer alması icap ederdi. İhtimal, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadisi, o döneme bakmıyordu. Ama o, hadisten bu mânâyı çıkardı ve Hz. Ali Efendimiz (radıyallâhu anh) zamanındaki hâdiselere karışmayıp, evinde oturdu.
Allah korkusu ve salâbet-i diniyesi olmasaydı, bunu hiç yapar mıydı; hele hele, bazılarının iddia ettiği gibi kendisinde Emevi hayranlığı ve Muaviye taraftarlığı olsaydı, Muaviye'nin ordularına katılmaktan kendisini alıkoyacak ne vardı?
Goldziher, Ahmed Emin, Ebû Reyye, Ali Abdürrezzak gibi hakikati ters yüz etmeye çalışanlar, asla bir hadis kitabı olmayıp, edebiyatta ve bir dereceye kadar yorumda kendisine müracaat edilebilecek olan İkdü'l-ferîd'i kaynak göstermektedirler. Her şeyden önce bu zatlara, neyin nerden nakledilmesi gerektiğini öğretmek lâzımdır. Gariptir, bu zatlar, İbn Kesîr'in de el-Bidâye ve'n-Nihâye'sinde, Ebû Hüreyre'yi Hz. Ali'nin karşısında, Hz. Muaviye'nin yanında gösterdiğini ileri sürmektedirler. Oysa, İbn Kesîr, bu kitabında, onların iddialarının tam tersini söylemektedir; Ebû Hüreyre'nin Emevi taraftarı olması şöyle dursun, aksine bir bakıma onların başlarının belâsıydı.[17] Abdülmelik'in babası Mervan'ın karşısına dikilir ve gözünün içine baka baka: هَلَكَةُ أُمَّتِي عَلَى يَدَيْ غِلْمَةٍ مِنْ قُرَيْشٍ "Ümmetimin helâki, Kureyş'ten birkaç gencin elinden olacaktır." hadisini rivayet eder, Mervan'ın: "Kimlerin elinden olacaksa, Allah'ın lâneti üzerlerine olsun!" sözüne de: "İstersen ben, ismi, cismi, şekli ve şemâilleriyle onları size gösteririm." derdi.[18]
Yine sokaklarda gezer ve: اَللّٰهُمَّ لاَ تُدْرِكْنِي سَنَةَ سِتِّينَ "Allahım, beni 60. yıla (yani çoluk çocuğun emirliği zamanına) çıkarma!"[19] diyerek dua ederdi. Onun bu dileği, o kadar meşhurdu ki, Ebû Hüreyre'yi gören herkes, aynısını mırıldanırdı. Allah, Ebû Hüreyre'nin bu duasını kabul buyurmuş, bu şanlı sahabiyi, Hicret'in 59. senesinde vefat ettirmişti ki, 60. sene de ümmetin başına çoluk çocuktan Yezid geçmişti.
d. Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre
Hz. Âişe Validemiz'in Hz. Ebû Hüreyre'yi tenkit ettiği iddiası da Bektaşi hikâyesi gibi, başı-sonu ve sebebi açıklanmayan bir siyakta verilmektedir. Validemiz, hane-i saadetlerinde namaz kılarken, Ebû Hüreyre de onun duvarının dibinde oturmuş, hadis rivayet ediyordu. Validemiz, namazını bitirdikten sonra onların yanına geldi ama, Ebû Hüreyre'nin gittiğini görünce "Resûlullah'ın hadisleri, arka arkaya süratli eklenip söylenmez."[20] dedi.
Validemiz'in bundan maksadı ihtimal, o mübarek sözlerin boşa gitmemesi ve dinleyenlerin hafızalarına nakşolması için Ebû Hüreyre'yi temkine davet etmekti.
e. Ebû Hanife ve Ebû Hüreyre
Ebû Hanife, sözde: "Ben üç sahabinin sözünü hüccet kabul etmem. Bunlardan biri de, Ebû Hüreyre'dir." diyesiymiş. İmam Âzam, âzamlığıyla telif edilemeyecek bu sözü kat'iyen söylemez. Şayet söylemiş olsaydı, Hanefi mezhebinin önemli imamlarından Fethu'l-Kadir sahibi allâme İbn Hümam: "Ebû Hüreyre, önemli fakihlerden biridir." demezdi. Evet, İbn Hümam gibi mühim bir allâme, başının bağlı bulunduğu mezhebin imamı Ebû Hanife'nin: "Ben, kendisini hüccet kabul etmem." diyeceği bir Ebû Hüreyre hakkında bu sözü sarfetmezdi. Kaldı ki, İmam Âzam'ın, nerede böyle bir söz söylediği de belli değildir.
Ebû Hüreyre, beş binin üstünde hadis rivayet etmiştir. Bu hadisler, bir kitap hâlinde toplandığında, Kur'ân'ın bir buçuk katı kadar bir hacme ulaşır. Kur'ân-ı Kerim'i altı ayda, hatta daha kısa bir sürede hıfzeden çok insan vardır. Resûlullah'ın yanında dört yıl kalan, hafıza ve zekâ kahramanı ve Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasına mazhar olmuş bir sahabinin, bu kadar hadisi ezberleyemeyeceğini iddia etmek, o sahabiyi -hâşâ- ahmaklıkla itham etmek olur. Sonra, rivayet ettiği bütün hadisler, bizzat Resûlullah'ın ağzından işittikleri değildir. Kendisinden bazı sahabiler hadis aldığı gibi, o da, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Fazl, Übey b. Ka'b ve Hz. Âişe Validemiz gibi (Allah hepsinden razı olsun) sahabilerden hadis almış ve rivayet etmiştir.
Kaldı ki Ebû Hüreyre, ta kendi zamanında bile denenmiştir. Mervan, Ebû Hüreyre rivayette bulunurken, bunların yüzlercesini kâtibine gizlice yazdırmış ve ertesi sene, Ebû Hüreyre'den aynı hadisleri rivayet etmesini istemiş, Ebû Hüreyre de, "Bismillâhirrahmânirrahîm" diye başlayıp aynı hadisleri kelimesi kelimesine tekrar etmiştir.[21]
Ta o zaman Ebû Hüreyre'yi imtihana çekenlerin payına mahcubiyet düştüğü gibi, bugün de, ve gelecekte de, bu şerefli sahabiye, sünnetin bu mühim direğine söz söyleyen ve söz söylemek isteyenlerin de payına sadece mahcubiyet düşecektir.
2. Hıbrü'l-Ümme: Abdullah İbn Abbas
Hicretten dört-beş sene önce dünyaya teşrif etti. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), irtihâl-i dâr-ı bekâ buyurduklarında 14-15 yaşlarındaydı. Bu demektir ki, dört-beş senesi, Allah Resûlü'nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu şeyleri belleyebilecek bir yaşta geçmişti. Bu süre içinde çok şey belledi ve Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): اَللّٰهُمَّ فَقِّهْهُ فِي الدِّينِ وَعَلِّمْهُ التَّأْوِيلَ "Allahım, ona dinin ruhunu öğret ve onu te'vile (Kur'ân'ın hakâik-i mekniyesine) âşinâ kıl!" duasına mazhar oldu.[22] O kadar ki, o daha sağlığında 'Hıbrü'l-Ümme' (ümmetin allâmesi) 'Bahr' (ilimde derya) ve 'Tercümânü'l-Kur'ân' (Kur'ân'ı bize intikal ettiren, ilâhî muhtevayı tercüme eden) gibi sıfatlarla anılırdı.[23]
Tertemiz çehresi, güzel yüzü, ağzını açtığında herkese kendisini dinleten belâgatı, babası gibi iki metreye varan uzun boyu ve çekici endamıyla Haşimî soyunu bihakkın temsil eden bu kutlu sima, öylesine bir hafıza gücüne sahipti ki, Amr b. Rabîa'nın: أَمِنْ آلِ نُعْمٍ أَنْتَ غَادٍ فَمُبْكِرٌ غَدَاةَ غَدٍ أَمْ رَائِحٌ فَمُهَجِّرٌ matlaıyla başlayan seksen beyitlik şiirini bir okuyuşta ezberlemişti.[24] Tefsir, fıkıh ve hadisin yanı sıra, edebiyat ve şiir; bilhassa da cahiliye şiirine de vâkıftı ki, İbn Cerir et-Taberî, tefsirinde, hemen her âyetin tefsiri münasebetiyle, İbn Abbas'tan cahiliye şiirine ait bir beyit, bir mısra nakletmektedir.
Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) zamanında o, elde-avuçta bir gül gibiydi. Hz. Ömer, ashabın yaşlılarından oluşan "Meşveret Meclisi"ne, yaşının küçük olmasına rağmen İbn Abbas'ı da alırdı. Bir defasında yaşlıların bunu garip karşıladığını görünce Meşveret Meclisi'nde Nasr sûresini okudu ve ne mânâya geldiğini oradakilere sordu. "Allah'ın nusret ve fethi gelince kitleler İslâm'a dehalet ederler. O zaman, Rabbine tesbih, hamd ve istiğfarda bulun!" mânâsına gelir dediler. Hz. Ömer, bunu beğenmedi ve aynı soruyu İbn Abbas'a (radıyallâhu anh) yöneltti. İbn Abbas, şu cevabı verdi: "Bu sûre, Allah Resûlü'nün vefatını haber vermektedir. İnsanlar, fevç fevç İslâm'a girince, insanlara İslâm'ın mesajını getiren Peygamber'in vazifesi bitmiş demektir. (Artık, Resûlullah'a düşen, kendisine bütün bu nimetleri bahşeden Allah'a, müsebbibü'l-esbaba tesbih, takdis ve bütün sebepleri azledip, her şeyi O'na vermek ve her ne kadar günahı yoksa da, bizzat kendisi arkada bıraktığı mertebeleri kendisi için günah telâkki ettiğinden geçen günlerine istiğfar etmektir)."
Bu cevap üzerine Hz. Ömer: "İşte ben, bunun için onu aranızda bulunduruyorum." buyurdular.[25]
İbn Abbas, firaseti, kiyaseti ve fetanetiyle dillere destandı. Allah Resûlü'nün bağlı bulunduğu ağaçtan gelmişti; haklı olarak bununla iftihar eder ve: "Biz Peygamber hanesinde büyüdük." derdi. Şahsî kemalâtı da vardı. Her uğradığı mecliste kendisi için ayağa kalkarlardı ve büyüklüğü ölçüsünde mütevazi de olan bu muhteşem insan, bundan çok rahatsızlık duyar, kendisi için ayağa kalkan ensara, nahiv kitaplarında bir kaideye misal olarak zikredilen şu sözü söylerdi: بِاْلإِيوَاءِ وَالنَّصْرِ إِلاَّ جَلَسْتُمْ "Allah yolunda Müslümanlara gösterdiğiniz barındırma ve yaptığınız yardım aşkına size yemin verdiriyorum; Allah aşkına bana ayağa kalkmayın."[26]
Buna rağmen, Zeyd b. Sabit, ata binerken, İbn Abbas, onun atının üzengisini tutardı. Zeyd b. Sabit de ona: "Ey Resûlullah'ın amcasının oğlu, böyle yapma!" derdi. İbn Abbas da: "Âlimlerimize böyle yapmakla emrolunduk." mukabelesinde bulununca Zeyd b. Sabit (radıyallâhu anh), hemen onun elini öper ve şöyle buyururdu: "Biz de Resûlullah'ın yakınlarına karşı böyle yapmakla emrolunduk."[27]
Hayat-ı içtimaiyede, herkesin ondan görüneceği ve göreceği bir pencere vardır. Boyu uzun olan, yani şahsî kemalâtı ve fazileti bulunan, görünmek için tekavvüs edecek, iki büklüm olacak; boyu kısa, yani şahsî kemalât ve faziletten mahrum olan ise, görünmek için tetâvül edecek ve kendini büyük gösterecektir. Büyüklerde büyüklüğün alâmeti, mahviyet ve tevazu, küçüklerde küçüklüğün nişanı tekebbür ve gururdur. İbn Abbas, büyüktü ve büyüklüğü nispetinde de mütevazi idi.
Onun hemen her sahada hususî talebeleri vardı. Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr ve İkrime gibi tâbiîn imamları: "Her şeyi onun kapısında öğrendik." derlerdi. Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bağrında yetişen bu mümtaz insanın rivayet ettiği hadis sayısı 1600 kadardır. Şimdi kalkıp, bu hadisler hakkında şüphe ve tereddüt ortaya atmak, hatta fırtına koparmak ve: "Bunlar uydurmadır; Ka'bü'l-Ahbâr'dan nakildir." demek, acaba, Resûlullah'ın bu mümtaz sahabi hakkındaki duasını; ve ümmetin ve bilhassa tâbiînin büyük âlimlerinin onu tavsif için kullandıkları "Hıbrü'l-Ümme", "Bahr", "Tercümânü'l-Kur'ân" gibi sıfatları hiçe saymak mânâsına gelmeyecek midir?
İbn Abbas, kendisi için ayağa kalkılmasından hoşlan-mazdı ama, kabrine defnedildiği zaman, âdeta kabrin altındaki herkes ayağa kalkmıştı. Defin hâdisesini nakleden ravi: "Bu esnada, bir ses geldi, bu: يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ * اِرْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً * فَادْخُلِي فِي عِبَادِي * وَادْخُلِي جَنَّتِي âyetleriydi.[28] Kulaklarımla duydum; yerin üstünden gelen bir ses değildi bu." demektedir.[29] O, kabre konurken, toprak ayağa kalkıyor, toprağın altındakiler ayağa kalkıyor ve ruhanîler de yere iniyordu.
3. Abdullah İbn Ömer
Aslında hiç öyle olmamasına rağmen, müsteşriklere göre Ka'bü'l-Ahbâr'ın bir diğer talebesi de, Abdullah İbn Ömer'dir.
Hz. Ömer'in, Abdurrahman, Abdurrahmanü'l-Evsat, Abdurrahmanü'l-Asgar, Abdullah, Zeydü'l-Ekber, Zeydü'l-Asgar, Ubeydullah, Âsım ve Iyâz adlarında dokuz erkek çocuğu vardır. Ama, bunlardan yalnızca Abdullah İbn Ömer'e: "İbn Ömer", yani "Tam Ömer'in oğlu.." denildi. Zira, Ömer'in oğlu denilince akla ilk gelen insan odur.
Ashab-ı kiramı belli ölçülere vurmak bize düşmez ama, İbn Ömer'in zühdü, takvası, ibadet ü taatı, inceliği ve sünnete ittibaı ile babasından üstün olduğu yanları bile vardı. Sünnete ittibada o, bir başka derinlik arz ederdi. O kadar ki, mevlâsı ve büyük İmam Malik b. Enes'in hocası (Bu üçlü, İbn Ömer, Nâfi ve İmam Malik, hadiste isnadın altın zincirlerinden birini teşkil eder.) Nâfi'nin nakline göre, bir gün birlikte Arafat'tan inerlerken İbn Ömer, bir yerde bir çukura iner ve tekrar yukarıya çıkar. Nâfi "Ey İmam, ne yaptın orada?" diye sorunca, şu cevabı verir: "Ben, Arafat'tan inerken Resûlullah'ın arkasındaydım. Burada inip, def-i hacette bulundular. Benim öyle bir ihtiyacım yoktu ama, O'na muhalefette bulunmak istemedim."[30]
Allah Resûlü, suyu üç yudumda içmiş,[31] bu noktada onun dört yudumda su içtiği görülmemiştir. Bu ölçüde bağlıydı sünnete. Bu öyle bir bağlılıktı ki; gösterdiği bu denli hassasiyet, o devirde bile biraz fazla bulunurdu. Rica ederim, böyle bir insanın sünnet adına, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı hilâf-ı vâkî beyanda bulunması mümkün müdür?
İslâm'ın ilk yıllarında doğmuş, babasının gördüğü işkencelere de şahit olmuştu. "Babamın başına yığılır, döver döver, döverlerdi; bir defasında Âs b. Vâil, gelip onu kurtarmıştı." diye bunları nakleder.[32] Hicrette on yaşında vardı yoktu. Bedir'de akranlarıyla birlikte Resûlullah'a arz edilmiş ve ayak parmaklarının uçlarına basıp, büyük görünmek istemelerine rağmen, Resûlullah kendilerini orduya dahil etmemişti. Boyları uzun da olsa, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşlarını soruyordu. Uhud'da da arzolunmuş, yine yaşı tutmadığı için orduya alınmamıştı. Arkadaşları gibi gözleri dopdolu, içi de hüzünlü evine dönmüştü. O gece sabaha kadar da hiç uyuyamamış ve: "Ne günahım var ki, beni Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda mücadele edecek sahabi topluluğu içine almadılar?" demiş, sızlanmıştı.[33] Ancak bir-iki sene sonra reşit görülmüş ve Hendek Savaşı'na katılabilmişti.[34]
İbn Hallikan, Vefeyâtü'l-a'yân'da İmam Şa'bî'den şöyle bir vak'a nakleder: "Bir gün gençliklerinde Abdullah İbn Zübeyr, kardeşi Mus'ab İbn Zübeyr, Abdülmelik b. Mervan ve Abdullah İbn Ömer, Kâbe'nin karşısında oturuyorlardı. Her birimiz, şurada Kâbe'nin karşısında birer dua edelim; Allah'ın rahmetinden umulur ki, hepsini kabul buyurur." dediler. Abdullah İbn Zübeyr: "Yâ Rabbi, azametin hürmetine, izz ü celâlin hürmetine, beni Hicaz'da melik kılmanı Sen'den diliyorum." diye dua etti. Mevsimi gelince, İbn Zübeyr Mekke'de muvakkaten melik oldu; orada Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) âsârını bihakkın temsil etti. İslâm uğruna cansiperâne mücahedede bulundu ve nihayet Haccac-ı Zâlim tarafından şehit edilerek, mübarek cesedi de annesi Hz. Ebû Bekir'in kızı, Zâtü'n-Nitâkeyn Hz. Esmâ'nın gözleri önünde günlerce asılı bırakıldı. Bu kahraman kadın, Haccac'a: "Siz onun dünyasını berbad ettiniz; o da sizin ahiretinizi berbad etti!.." deyip Haccac'ı su-i âkıbetine karşı uyarmıştı.
Mus'ab b. Zübeyr: "Allahım, izz ü celâlin hürmetine, azametin hürmetine, arşın, kürsün hürmetine Irak'ta emirlik istiyorum." demişti. Allah onun da duasını kabul buyurmuş... Mevsimi gelince, o da muvakkaten Irak'ın kaderine hâkim olmuştu. Abdülmelik b. Mervan: "Allahım, beni bütün Müslümanların başına emir kılmanı ve karşı çıkanların kelleleri pahasına da olsa, İslâm Birliğini temin etmeni istiyorum." duasında bulunmuştu. Abdülmelik'in duasının da aynen kabul buyurulduğunu zaman gösterdi. En son Abdullah İbn Ömer dua etmiş ve şöyle demişti: "Allahım, Senden Cennet'i bana vâcip kılmadan ruhumu kabzetmemeni istiyorum."[35]
Hâdiseyi nakleden İmam Şa'bî: "Üçünün dualarının kabul edildiğine şahit olduk; imamın duasının kabul edilip edilmediği ise orada belli olacak." der.[36] Şa'bî'nin bildiği bir şey vardır. İbn Ömer, hiçbir zaman Ehl-i Beyt'e muhalif ve Emeviler'in yanında olmamıştı. Bilhassa Haccac'ın en çok endişe duyduğu bir insandı. Bir defasında Haccac, ihtimal zulümlerini haklı göstermek için hutbeyi uzattıkça uzatmış ve neredeyse öğle namazının çıkma vakti gelmişti. İbn Ömer, durduğu yerden seslendi: "Ey emir, zaman senin hutbeni beklemeyip geçiyor." Ve Haccac iğbirar üstüne iğbirar şişiyordu.[37] Nihayet bir hac mevsiminde, Harem-i Şerif'te bu büyük sahabinin şehadetine tevessül etti; hem de arkasında ihramıyla. Adamlarından biri ucu zehirli mızrağıyla İbn Ömer'in arkadan topuğunu yaraladı. Derken bu yara ve zehir, o koca insanın şehadetine sebep oldu.[38]
4. Abdullah İbn Mesud
Çok hadis rivayet eden sahabilerden biri de Abdullah İbn Mesud'dur. İbn Mesud, sâbikûn-u evvelûndandır. Gençliğinde Ebû Cehil, Ukbe b. Ebî Muayt gibi Kureyş ileri gelenlerinin koyunlarını güderdi. İnsanlığın Ebedî Râîsi ile tanışınca, bir daha O'nun yanından ayrılmadı. Resûlullah'a o kadar yakın ve O'nunla o kadar içli-dışlıydı ki, hane-i saadete istediği zaman teklifsiz girip çıktığından, hep Ehl-i Beyt'ten zannedilir[39] ve bilhassa seferde Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) matarasını, yatağını, nalinlerini ve serîrini taşıdığı için: صَاحِبَ النَّعْلَيْنِ وَالْمِطْهَرَةِ وَالْوِسَادِ diye anılırdı.[40]
Zâhir ve bâhir keramet sahibi idi İbn Mesud. Bunlardan bir tanesi, zayıf bir rivayete dayanan ve Mekke'de işkence görürken birdenbire kayboluvermesidir. Allah Resûlü, ona: اِبْنِ أُمِّ عَبْدٍ derdi. Yine: "Kim yeni indiği gibi Kur'ân-ı Kerim'i okumak isterse, onu İbn Ümm-i Abd'in kıraatı üzere okusun."[41] buyururdu. Bir defasında, yine Allah Resûlü kendisine: "Bana Kur'ân oku, dinleyeyim." buyurmuş: "Yâ Resûlallah, Kur'ân sana inmişken, onu sana ben mi okuyacağım?" cevabını verince de, Allah Resûlü: "Başkasından dinlemek daha çok hoşuma gider" demişti. Bunun üzerine de İbn Mesud, Nisâ sûresini başından itibaren okumaya başlamış, ta: فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَـؤُلاَءِ شَهِيداً "Her ümmeti şahidiyle, (peygamberleriyle haşredip) getirdiğimizde, seni de bunların başında (seni kabul edip etmemelerine karşı) şahit olarak getirdiğimiz gün, nasıl bir gün olacaktır o gün?"[42] âyetine gelince, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) gözleri dolmuş, kalbi duracak hâle gelmiş ve eliyle işaret ederek: "Kes artık, yeter." demişti.[43]
İbn Mesud, fizik olarak çelimsiz bir insandı. Bir gün Allah Resûlü adına bir iş için ağaca çıktığında, orada bulunanlar bacaklarına bakarak gülümsemişler, bunun üzerine de, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Bu bacaklar, yarın mizanda uhrevî hesap itibarıyla Uhud Dağı'ndan daha ağır olacaktır."[44] buyurmuşlardı. Kendisini muallim ve bir nevi defterdar olarak Kûfe'ye gönderdiğinde Hz. Ömer'in Kûfelilere yazdığı mektupdaki ifadeleri unutulacak gibi değildir. "Ey Kûfeliler!" diyordu mektubunda Hz. Ömer (radıyallâhu anh): "Eğer sizi nefsime tercih etmeseydim, İbn Mesud'u size göndermezdim."[45]
İbn Mesud (radıyallâhu anh), Hz. Ömer devrinde Kûfe'de kaldı ve insan yetiştirdi. İmam Ebû Hanife'nin kendisi için: "Sahabiden geri değildir" dediği Alkame İbn Kays, Esved İbn Yezid en-Nehaî ve İbrahim b. Yezid en-Nehaî gibi tâbiînin dev âlimleri İbn Mesud'un hazırladığı iklimde yetişmişlerdi. Bilhassa, hulefâ-i râşidînden de hadis rivayetinde bulunan Alkame, ilmini büyük ölçüde İbn Mesud'dan almıştı. Kendisini dinleyenlerden biri, bir gün: "Kimden aldın bunları?" diye sorunca: "Ömer, Osman, Ali ve İbn Mesud'dan" cevabını vermiş, soruyu soran da: "Bah bah!" diyerek takdir etmişti.
Kûfe Mektebi'nin kurucusu olan İbn Mesud, Hz. Osman devrinde de bir süre Kûfe'de kaldı. Bilâhare, hakkındaki asılsız bir şikâyet sebebiyle tahkik için Medine'ye çağrıldı. Artık yaşlanmıştı ve tekrar Kûfe'ye dönmek de istemiyordu. Günleri Medine'de geçerken, bir gün bir adam koşarak geldi ve: "Bu gece Resûlullah'ı rüyamda gördüm. Sen, yanında oturuyordun. Seni yanına çekti ve "Benden sonra sana çok cefa ettiler, gel gayrı!" buyurdu. Sen de: "Evet yâ Resûlallah, gayrı bundan sonra Medine'den ayrılmayacağım cevabını verdin." dedi. Aradan birkaç gün geçti ve Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medresesi'nin bu ilk ve mümtaz talebelerinden ve İslâm'ı ilk kucaklayan beş-altı kişiden biri olan İbn Mesud (radıyallâhu anh) hastalandı. Uhud'da, Hendek'te, bütün meşâhidde beraber bulunduğu, iki kıbleye birlikte namaza durduğu Hz. Osman ziyaretine geldi ve aralarında şu konuşma geçti:
-Herhangi bir şikâyetin var mı?
-Çok şikâyetçiyim.
-Neden şikâyet ediyorsun?
-Allah'a giderken, günahlarımdan.
-Bir arzun var mı?
-Allah'ın rahmetini arzuluyorum.
-Sana bir tabip göndereyim mi?
-Zaten beni tabip hastalandırdı. Hastalandıran tabip olduğuna göre, göndereceğin tabibin yapacağı bir şey yoktur."[46] Ve, İbn Mesud (radıyallâhu anh) vefat etti. Allah Resûlü'yle (sallallâhu aleyhi ve sellem) 23 yıl beraber olan bu sahabi 800 kadar hadis rivayet etti diye, kendisine -hâşâ- ta'nda bulunmanın ne mânâya geleceğine varın siz karar verin.!
Haklarında kısa kısa malumat vermeye çalıştığımız bu dört büyük sahabiden başka Hz. Âişe-i Sıddîka, Ebû Said el-Hudrî, Câbir İbn Abdillah ve Enes b. Mâlik de çok rivayette bulunan sahabilerdendir. Artık daha fazla tafsilata girmeden, bu dört sahabiden de birer cümle ile bahsedip, tâbiîn-i izâma geçmek istiyorum.
5. Hz. Âişe-i Sıddîka (radıyallâhu anhâ)
Gözünü hane-i saadette açtı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine'ye hicret buyurur buyurmaz, bu haneye girdi ve on yılını Efendimiz'le geçirdi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), çok gecelerinde onun yanında kaldığından, bu derin zekâ, firaset ve fetanet sahibi kadın, aile hayatına ait hemen bütün hususiyetleri Resûlullah'tan öğrendi ve bunları kadınlık âlemine taşımakta hiç kusur etmedi. Kadınlık âlemi, bütün ezvâc-ı tâhirâta çok şey borçludur; hususiyle de: "Dininizin yarısını şu Hümeyrâ'dan alın." senetzede hadisiyle anlatılan[47] Hz. Âişe Validemiz'e borçludur. Zeki, içtihada açık ve duyduğu her şeyi sorup tahkik eden bu müstesna validemizin çok hadis rivayet etmesinde istib'ad ve istiğrap edilecek hiçbir şey yoktur.
Onunla alâkalı denebilecek her şeyi muhakkikîn-i izâm yazıp, çizip anlattıklarından onlara havale edip geçiyorum.
6. Ebû Said el-Hudrî (Sa'd İbn Mâlik)
Kendi zamanında Medine'nin âlimi sayılmıştır ve Medine'de merci' kabul edilmiştir. Babası ensarın ilklerindendir. Bu fakir sahabi, babasını Uhud'da şan ve şeref içinde uhrevî âleme gönderince, geriye kendisi kalmış ve Allah Resûlü'nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç ayrılmamıştır. Onun günleri de Ebû Hüreyre'ninkiler gibi Suffe'de geçiyor, vahiyle besleniyor ve hakikat-i Ahmediye'nin vâridatla köpüren ikliminde dolu dolu yaşıyordu. Daha sonraki mülâhazaları ve mülâhazamız her sahabi gibi...
7. Câbir b. Abdillah
Hz. Câbir, İkinci Akabe Bey'atı'nda bulunan, Uhud'un şanlı şehitlerinden ve şehadetinden sonra Cenâb-ı Hakk'ın huzur-u kibriyâsına alıp vicâhî olarak görüştüğü büyük sahabi Abdullah b. Amr b. Harâm el-Ensarî'nin oğludur.
2. Akabe Bey'atı'ndan itibaren küçük olduğu için babasının engellemesinden dolayı katılamadığı Bedir ve Uhud hariç, seferde de hazerde de devamlı Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yakın çevresinde bulunan[48] Hz. Câbir'in çok hadis rivayet etmesinden daha tabiî ne olabilir ki? Bunda yadırganacak bir şey olmasa gerek!
İşte bu âlim sahabi Şam'a ve Mısır'a geldiğinde halk, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu hadisleri almak için çevresinde halkalanırlardı. Ayrıca Hz. Câbir'in Medine'de Mescid-i Nebevî'de de bir tedrîs halkası vardı. Amr b. Dînâr, Mücahid ve Atâ b. Ebî Rebah gibi tâbiînin büyük imamları, talebelerinden bazılarıdır.[49]
8. Enes b. Mâlik
Tam on yıl fasılasız Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hizmet etmiştir.[50] Altı ayda Kur'ân ezberlenebildiğine göre, Enes b. Mâlik'in, on yılda yirmi Kur'ân kadar tutacak hadis ezberlemiş olması her zaman mümkündür. Oysa eldeki bütün hadisleri içine alan Kenzü'l-ummâl'de topu topu 46.624 hadis vardır. Zaten, hadis külliyatına büyük ölçüde hacim kazandıran da isnad zinciridir.
Burada bizim maksadımız, menkıbe yazmak ve sahabiyi tanıtmak değildi. Maksadımız, dinimizin nâkil ve muhafızlarından, yarım düzine pakdâmenin, dâmenlerine atılmak istenen, atanların düşünceleri, levsiyatı, bu arenanın, yüzlerce muhakkikîn kahramanının yanında, sırf şefaatları hakkındaki ümidimizi beslemek ve onca kahraman müdafi arasında kadirşinaslık deyip bu mini gayreti, o insanlığın kerimlerine bir adres gibi sunmaktı. Niyet, amelden daha büyük, daha tutarlı; Allah'ın inayeti ise her şeyden daha vâsi'dir.
[1] Hâkim, el-Müstedrek, 3/579; Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 2/587; İbn Hacer, el-İsâbe, 7/434.
[2] Müslim, fedâilü's-sahabe 158; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/319; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 4/328.
[3] Nesâî, es-Sünenü'l-kübrâ, 3/440; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 2/54; Hâkim, el-Müstedrek, 3/508.
[4] Buhârî, ilim 42; menâkıb 28; Müslim, fedâilü's-sahabe 159; Tirmizî, menâkıb 46.
[5] Buhârî, ilim 42; hars 21; i'tisâm 22; Müslim, fedâilü's-sahabe, 159; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/240.
[6] Buhârî, et'ime 1; Ebû Ya'lâ, el-Müsned, 11/34; İbn Hibbân, es-Sahîh, 16/102; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 3/317.
[7] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 6/381, 541; Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 2/108, 110, 22/100; Hâkim, el-Müstedrek, 2/681, 3/230, 233.
[8] Tirmizî, menâkıb 29; İbn Hibbân, es-Sahîh, 15/521; Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 2/107.
[9] Buhârî, fedâilü'l-ashab 10; et'ime 32; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/117.
[10] Buhârî, hars 21; Müslim, fedâilü's-sahabe 159; İbn Mâce, mukaddime 24; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/240; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 2/363.
[11] Hâkim, el-Müstedrek, 3/586; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 8/109.
[12] İbn Abdilberr, el-İstîâb, 4/1771; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 1/207; Tehzîbü't-tehzîb, 12/289-290.
[13] Ma'mer b. Râşid, el-Câmi' s.323; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/381; Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 2/612.
[14] Buhârî, ezan 95; menâkıbü'l-ensâr 52; Müslim, salât 158; salâtü'l-müsâfirîn 162; Tirmizî, zühd 39.
[15] İbn Kuteybe, Te'vîlü muhtelifi'l-hadis, s. 22, 41.
[16] Buhârî, fiten 9; Müslim, fiten 10.
[17] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 8/108-114.
[18] Buhârî, fiten 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/324.
[19] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 6/229; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 13/10; İbn Hacer, el-İsâbe, 7/443; Suyûtî, el-Hasâisu'l-kübrâ, 2/236.
[20] Müslim, fedâilü's-sahabe 160.
[21] Hâkim, el-Müstedrek, 3/583; Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 2/598; İbn Hacer, el-İsâbe, 7/433.
[22] Buhârî, vudû 10; Müslim, fedâilü's-sahabe 138; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/335. (Lafız Müsned'den)
[23] Hâkim, el-Müstedrek, 3/618; İbn Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/291; Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 3/331; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 7/100; 9/655.
[24] İbn Asâkir, Tarih-i Dimeşk, 45/94; Ziriklî, A'lâm, 4/95.
[25] Buhârî, tefsir (110) 3; megâzî 51; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/337.
[26] Zemahşerî, Rebî'u'l-ebrâr, 2/416; Esasü'l-belâga, 1/26.
[27] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 2/360; İbnü'l-Cevzî, Sıfatü's-safve, 1/706; Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 2/442; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/146.
[28] Fecr sûresi, 89/27-30.
[29] Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 10/236; Hâkim, el-Müstedrek, 3/626; Ahmed b. Hanbel, Fedâilü's-sahâbe 2/962.
[30] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/131.
[31] Buhârî, eşribe 26; Müslîm, eşribe 122-123.
[32] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/193; İbn Hacer, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/82.
[33] Buhârî, megâzî 6; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/298.
[34] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 4/143.
[35] İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-a'yân, 3/30.
[36] İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-a'yân, 3/30.
[37] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 4/159; İbn Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/344.
[38] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 4/185-187.
[39] Buhârî, fedâilü'l-ashab 27; Müslim, fedâilü's-sahâbe 110.
[40] Buhârî, fedâilü'l-ashab 20, 27; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/153.
[41] İbn Mâce, mukaddime 11; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 6/139; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/318.
[42] Nisâ sûresi, 4/41.
[43] Buhârî, tefsir (4) 9; Tirmizî, tefsîrü'l-Kur'ân 5.
[44] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/114; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/155.
[45] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 6/408; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 6/7-8.
[46] Beyhakî, Şuabü'l-iman, 2/491; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 7/183.
[47] Aliyyü'l-Kârî, el-Masnû', s. 98; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/449.
[48] İbn Esîr, Üsdü'l-gâbe, 2/307; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/434.
[49] İbn Hacer, el-İsâbe, 1/434; Tehzîbü't-tehzîb, 2/37.
[50] Buhârî, edeb 39; Müslim, fedâil 51; Tirmizî, menâkıb 46.
- tarihinde hazırlandı.