Rivayet Bi'l-Mânânın Şartları
Bu arada, bazı âlimler, rivayet bi'l-mânâyı belli şartlarda tecviz etmişlerdir ki, bu şartları şöyle sıralayabiliriz:
a) Ravi, lisana tam mânâsıyla vâkıf olmalıdır. Lisana vâkıf olmayan, lisandaki nüansları bilmeyen bir insanın, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) intikal eden beyanları, sözleri anlayabildikleriyle: "Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), şöyle demişti." deyip rivayet etmesi caiz değildir. Aslında ravi, mânâya da vâkıf olmalıdır.
b) Ravinin mânâyı karşılamak üzere koyduğu kelime, siyak ve sibak arasında, hadise ve dile vâkıf, hüşyâr üstadlar tarafından, farklılığı sezilmeyecek kadar yerinde olmalı ve asıl kelimenin müradifi olup, aynı mânâya delâlet etmelidir.
c) Hadisin lafzı bütün bütün unutulmuş olması hâlinde ancak böyle bir şeye başvurulmalıdır ki, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait hazine hiç olmazsa özü itibarıyla zayi olmaktan kurtulsun ve: مَا لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ "Hepsi elde edilmiyor diye bütünü de terk edilmez." fehvâsınca, sünnetten istifade edilebildiği kadar istifade edilsin.
1. Hadislerdeki Lafız Farklılıkları
Burada şu hususu da belirtmeliyiz ki; "rivayet bi'l-mânâ" sahasına girmemekle beraber, bazı hadis-i şerifler, değişik lafızlarla da rivayet edilmiştir. Meselâ, günde beş vakit namazda, en azından farzlarda yirmi defa okuduğumuz "et-Tahiyyât" bunlardan biridir.
Bir sûre gibi sahabe-i kirama belletilmiş dualardan biri olan ve Hanefilerin, pek çok Kûfelilerle birlikte, İmam Evzâî'nin, Süfyan-ı Sevrî'nin, İbn Mesud'dan gelen rivayetle okudukları ve cumhur-u ulemâya göre en faziletli Tahiyyât'tan[1] başka; İmam Şafiî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği az değişik bir "Tahiyyât" ki, bunda, "et-Tahiyyât"tan sonra araya "el-Mübarekât" girmiş ve aradaki 'vav' (و)lar düşmüştür.[2] Ayrıca Hz. Ömer'in minberden irad buyurdukları bir üçüncü Tahiyyât[3] ve zayıf rivayetlerle gelen daha başka Tahiyyât'lar da vardır.[4]
Buradan hareketle bazıları: "Demek ki sahabe, Efendimiz'den duyduğu her şeyi kelimesi kelimesine bellemiyor.. ve belleyemediği, ya da unuttuğu bu kelimelerin yerine kendince uygun kelimeler koyduğu" iddiasında bulunabilirler. Fakat işin gerçeği hiç de öyle değildir. Çünkü, namaz, bir rivayete göre hicretten üç, bir başka rivayete göre ise beş sene önce farz olmuş ve Hz. Ömer gibi, İbn Mesud gibi sahabenin ilkleri, en az on yıl günde beş defa Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında namaz kılmışlardır.
Böyle bir iddia, bu hafıza dâhilerini -el-İyâzu billah- ahmak insanlar derekesine düşürmek olur. Allah Resûlü'nün arkasında bu kadar yıl namaz kılan, 23 yıl O'nunla beraber olan bu insanlara, bugün bile beş yaşındaki bir çocuğun ezberleyip, ölünceye kadar hafızasında tuttuğu bir şeyi "iyi belleyememe" ve "unutma" gibi bir ithamda bulunmak, tımarhanedeki delilerin bile ihtimal vermeyeceği bir hafifliktir.
Kaldı ki, Hz. Ebû Bekir döneminde Kur'ân resmen bir kitap hâlinde toplanırken, bu insanların hafızalarına da müracaat edilmiş; hafızalardaki ile yazılanlar karşılaştırıldığında, hiçbir farklığın olmadığı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, hadisle alâkalı böyle bir iddia, neticede Kur'ân'ın sıhhatine de halel getirecek mahiyettedir.
Bu meselenin aslı şu olsa gerektir: Kur'ân-ı Kerim, hadis‑i şeriflerde de ifade olunduğu gibi: "Yedi harf üzere nazil olmuştur."[5] Burada, bu yedi şeklin münakaşasını yapacak değilim. Ancak, Kur'ân, Allah'ın o ümmî kavme, ilâhî rahmeti olarak, yedi şekilde edaya müsait bir tarzda inmiştir.
Aynı durum, hadis-i şerifler için de vâriddir. Allah Resûlü, kendisine inen âyetleri bir defasında bir vecihle okumuşsa, bir başka defasında bir diğer vecihle okumuştur. Tahiyyât'ı da aynı şekilde İbn Mesud'a bir vecihle talim buyurmuş, Hz. Ömer'e bir başka vecihle, İbn Abbas'a da üçüncü bir vecihle talim buyurmuştur. Öyleyse, Kur'ân-ı Kerim için "seb'atü ahruf" denilen yedi vecihle eda caiz olduğu gibi, hadis-i şerifler için de, değişik şekillerde O'ndan şerefsüdur olma söz konusu edilebilir. Bu itibarla da denebilir ki; Tahiyyât'ların ve onları ifade eden lafızların hepsi Allah Resûlü'ndendir.
2. Cevâmiü'l-Kelim
Bu derin mevzuun bir diğer yönü daha var: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), 'cevâmiü'l-kelim' sahibidir;[6] yani, bir sözle pek çok mânâlar ifade eden öyle hadisleri vardır ki, bunlardan bir tanesi tam bir cilt kitaba mevzu olabilir. Bu kabîl hadislerin tahlilinde, Arap dilinin grameri, kaideleri, usûlleri ve meânînin, beyanın, bedîin prensipleri dahilinde, her defasında karşımıza yeni yeni mânâ buudları çıkabilir. Allah Resûlü'nün bu türden sözlerini okuyanlar, ister istemez: "Bunları, değil sahabe-i kiram gibi öğrendikleri her şeyi O'ndan öğrenen ümmîler, cihan çapında ilimlere uyanmış dâhiler dahi söyleyemezler." hükmünü verecektir. Kıyamete kadar bin bir mânâ buudu içinde kıymetini, geçerliliğini koruyan söz cevherleridir bunlar âdeta.
Öyleyse, bu sözler, vahiy ile teyit edilen bir Zât'ın sözleridir ve meselenin hafife alınmaya hiç mi hiç tahammülü yoktur. Bu itibarla, sayıları bazılarına çok da gelse, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize kadar intikal eden o mübarek sözlerin bütününe, çok rahatlıkla O'nun fem-i mübareklerinden çıkmış sözler olarak bakabiliriz.
[1] Buhârî, ezan 148,150; Müslim, salât 55-59.
[2] Müslim, salât 60; Ebû Dâvûd, salât 182; Tirmizî, mevâkît 100.
[3] Muvatta nidâ 53-55; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/261; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/398.
[4] Bkz.: Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 2/141-144.
[5] Buhârî, fedâilü'l-Kur'ân 5; Müslim, müsâfirîn 264, 270.
[6] Buhârî, tâbir 11; Müslim, mesâcid 5.
- tarihinde hazırlandı.