Tebliğde Önemli Bazı Hususlar
Tebliğde önemli bazı hususlar vardır. Bunlardan bir kısmını yukarıda arz etmiştik. Onların kısa bir özetini vererek, arz etmediğimiz kısmı da bu hulâsaya bina edip tebliğ mevzuunu bitirelim.
Birincisi: Tebliğin bir fetanet yanı vardır ki, buna peygamber mantığı da diyebiliriz.
İkincisi: Tebliğ yapan rehber, tebliğ ettiği meseleyi çok iyi temsil etmelidir. Onun anlatacağı şeyler, hep yaşadığı şeyler olmalıdır. Evet O, başkalarının yaşaması gerekli olan şeyleri değil; kendi yaşadığı hayatı anlatmalı ve davet ettiği kimseleri de böyle bir hayata davet etmelidir.
Üçüncüsü: Tebliğ neticesinde beklenen, sadece Cenâb-ı Hakk'ın rızası olmalıdır. Cennet dahi, tebliğe gaye olmamalıdır. Bu da maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlık yapmak demektir.
1. Fertleri İyi Tanımak
Birincisi: İç fetanettir; Allah Resûlü'nün tebliğinin de bir fetanet yanı vardır. Ama fetanet, bir kuru mantık değildir. O, zâhirden bâtına, dünyadan ukbâya ulaşan bir mantıktır. İnsanın bir mantık tarafı olduğu gibi, bir de his ve duygu tarafı vardır. Onun sadece mantığına hitap edenler, his tarafından açılacak herhangi bir gedik karşısında iflas ederler. İnsanın sadece his yönünü işletmeyi hedefleyenler ise, mantık karşısında mağlup düşerler. Hâlbuki, Hz. Muhammed Aleyhisselâm, müşâhedeye, muhakemeye ve iç sezişe birden seslenir. Gözün gördüğü şeylerle insanı ele alır, misallendirir ve ruha bu yolla nüfuz eder. Aklı kullanır ve kullandırır. Muhakemeye önem verir ve vicdanlara öyle seslenir ki; vicdanında O'nun sesini duyan herkes bir hamlede sadece vicdan yoluyla hakikate ulaşmak isteyenlerin önüne sıçrar ve hakikate ulaşıverir... Entüisyon (Intuition) yoluyla Allah'ı bulmaya çalışan Paskal ve Bergson gibi kişiler kendi sahaları olan bu mevzuda bile Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın hayat üfleyip yetiştirdiği mü'minlerden çok ama çok geri kalırlar. Zaten mutlak ve umumî fazilette, onları mü'minlerin en küçüğüne dahi kıyas etmek mümkün değildir.
Evet, nasıl hiçbir sahada Hz. Muhammed Aleyhisselâm'a ulaşmak mümkün olmamıştır; bu, fetanet itibarıyla da böyledir. O, evvelâ müşâhede ile hasımlarını dize getirmiştir... Yani parmağını kaldırarak putları göstermiş ve "Şu taştan, ağaçtan, topraktan ne umuyorsunuz?" demiş.. sonra da harika mahiyetiyle veya ortaya koyacağı bir mucize ile önce aklına hitap ettiği muhatabının elinden tutup onu kalbin yanına çekmiştir. Daha sonra da ona huzurun insibağıyla bir merhale daha kazandırmış ve âdeta uhrevîleştirmiştir.
Meselâ: Hz. Ömer'in seyr-i ruhanîsini ele alalım: Ona, "Senin gibi akıllı bir insan nasıl oluyor da taşrada geziyor? Senin gibi bir insanın, taştan, topraktan ve ağaçtan bir şeyler ummasını, doğrusu aklım bunu bir türlü kabul edemiyor." diyerek seslenmiştir. Evvelâ bu sözlerde Ömer'i tebcil vardır. Mantığa karşı hürmetli davranılmıştır. Böylece Allah Resûlü, mantık adına Hz. Ömer'i avucunun içine almıştır. Ardından da öteden beri emniyet ve güven telkin etmiş olan o harikulâde durumuyla Ömer'in kalbine nüfuz etmiştir. Üçüncü safhada ise, ubûdiyetteki derinliği ile onu öyle bir hâle getirmiştir ki; o develeri boynundan tutup yere yıkan Ömer, Allah Resûlü'nün önünde edepli bir çocuk gibi diz çöküp saygıyla iki büklüm olmuştur.
Şimdi bu mevzuda müşahhas bir misal verip diğer hususlara intikal etmek istiyorum:
Allah Resûlü'nün huzuruna bir genç gelir. Sahabe, bu gencin ismini sarahaten zikretmez; ancak bazı rivayetleri tevhid edip birleştirdiğimizde, bu gencin Cüleybib (radıyallâhu anh) olduğu anlaşılıyor. Bu genç gelir ve: "Yâ Resûlallah, zina için bana izin ver, çünkü tahammül etmem mümkün değil." der. Orada bulunanların reaksiyonu çeşitli olur. Kimisi ağzını kapamak ister ve "Resûlullah'a karşı böyle terbiyesizce konuşma!" îmasında bulunur, kimisi eteklerinden tutup çeker. Kimisi de suratına bir tokat vurmak niyetindedir. Ama, bütün bu olumsuz davranışlara sadece şanı yüce Nebi, şefkat peygamberi ve merhamet âbidesi susar; onu dinler, sonra da yanına çağırır, dizlerinin dibine alır ve oturtur. Buraya kadar olan muamelesiyle zaten onu büyülemiştir.. ve büyülenmiş bu insana sorar:
– Böyle bir şeyin senin ananla yapılmasını ister miydin?
– Anam babam sana feda olsun Ey Allah'ın Resûlü, istemezdim.
– Hiçbir insan da, anasına böyle bir şey yapılmasını istemez!
– Senin bir kızın olsaydı, ona böyle bir şey yapılmasını ister miydin?
– Canım sana feda olsun yâ Resûlallah, istemezdim.
– Hiçbir insan da, kızı için böyle bir şey yapılmasını istemez!
– Halanla veya teyzenle böyle bir şey yapılmasını ister miydin?
– Hayır, yâ Resûlallah, istemezdim!
– Kız kardeşinle ister miydin bir başkası onunla zina etsin?
– Hayır, hayır, istemezdim.!
Ve son söz,
– Hiç kimse de, halasıyla, teyzesiyle ve kızkardeşiyle zina edilmesini istemez.
Evet, bu muhavere ile akıl mantık plânında Allah Resûlü, bu genci avucunun içine almış ve âdeta teneşir tahtasına uzatmış ve onu bir meyyit hâline getirmiştir. Ve artık sadece yıkaması kalmıştır. Elini bu gencin göğsüne koyar ve şöyle dua eder: اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ ذَنْبَهُ وَطَهِّرْ قَلْبَهُ وَحَصِّنْ فَرْجَهُ "Allahım, bunun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza buyur."[1]
Cüleybib, bu duadan sonra iffet âbidesi hâline gelmiştir. Gelmiştir ama, daha önceki hayatı bilindiği için, kimse ona kız vermemektedir. Derken yine Allah Resûlü, araya girer ve Cüleybib evlenir.[2] Evlendikten sonra ilk muharebede de şehit düşer. Muharebe sonunda Allah Resûlü, etrafındakilere sorar: "Hiç eksiğiniz var mı?" Cevap: "Yok, yâ Resûlallah, hepimiz tamamız!" Ama, Allah Resûlü: "Benim bir eksiğim var." der. Ve Cüleybib'in başucuna gelir. Tam yedi kişi öldürmüş, sonra da o öldürülmüştür. Başını dizine koyar ve şöyle buyurur: هَذَا مِنِّي وَاَنَا مِنْهُ "Bu Cüleybib benden, ben de bu Cüleybib'denim." Ve Cüleybib, bu pâyeye kavuşarak ötelere uçar.[3]
Evet, Allah Resûlü'nün fetanet-i a'zamı, zinakâr bir genci hem de çok kısa bir zaman içinde, öyle bir seviyeye çıkarmıştır ki, akıl bunu anlamaktan âcizdir.
Şimdi acaba, günümüzün bütün terbiyeci ve pedagogları bir araya gelerek Arap Yarımadası'na gitseler, Allah Resûlü'nün, çok kısa bir zamanda gerçekleştirdiği o terbiye, o ahlâkî mükemmelliği, terbiye ve ahlâkî mükemmellik şöyle dursun, ahlâka ait sadece bir iki prensibi gerçekleştirebilirler mi?
Realite, bize bütün vuzuhuyla cevabın müsbet olmayacağını göstermektedir.
Evet O, öyle bir devirde yaşamıştı ki, ahlâksızlığın her çeşidi o günün insanında âdeta bir fıtrat hâline gelmişti. Allah Resûlü, onlardan sadece bu kötü ahlâkı söküp atmakla kalmadı, aynı zamanda onları, ahlâkın en güzeliyle de donattı. Öyle ki, insanlık, ne onlardan evvel öyle bir ahlâkı ve ahlâklı insanları gördü, ne de onlardan sonra.. İslâm tarihi binlerce misaliyle bunun en sadık şahidi olduğu gibi insanları bazı alışkanlıklardan vazgeçirmek için günümüzde sarfedilen gayretlerin neticesiz kalması da apaçık olarak bunu göstermektedir.
İşte bir misal: Koskoca bir devlet, sigaraya karşı mücadele açıyor, bakanlıklar bu meseleyi sahipleniyor, yüzlerce ilim adamı çeşitli vesilelerle bu mevzu hakkında konferanslar veriyor, kitaplar yazıyor ve çeşitli sloganlarla, sigarayı bıraktırma âdeta seferberlik hâline getiriliyor ama, netice yine sıfır, yine sıfır.
Şimdi bir de Allah Resûlü'nün terbiye ettiği cemaate bir bakıverin; söylediği sözler nasıl hemen tatbik görüyor. İşte bir misal:
Hz. Enes anlatıyor: "Ben, Ebû Talha'nın evinde içki içenlerin kadehlerini dolduruyor, onlara sâkilik yapıyordum. O sırada dışarıdan bir ses duyuldu. Bu ses: "Dikkat edin, içki yasaklandı!" diyordu. O anda bardağı dolu olan bardağını döktü, ağzına götürmüş olan ağzındakini tükürdü ve herkes küplerinde ne kadar içki varsa sokaklara boşalttı, öyle ki, Medine sokaklarında günlerce içki aktı..."[4]
Evet O, bütün bunları yapmıştır. Bunu görmek istemeyenlere, Arap Yarımadası'nı gösteriyor ve "Haydi, O'nun yaptığının milyonda birini de siz yapın!" diyoruz. Hiçbir zaman yapamayacaklardır...
2. Tebliğ Edilecek Hususları Önce Yaşamak
İkincisi: Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın tebliğde kullandığı dinamiklerden biri de, O'nun yaşayışının, temsil ettiği makama tıpatıp mutabakatıdır. Evet O, dediklerini ve söylediklerini öyle temsil ediyordu ki, O'na bakan bir insan, başka hiçbir delile ihtiyaç duymadan Cenâb-ı Hakk'ın varlığına kanaat getirirdi. Hatta çok defa sadece O'nu görmek, O'nun peygamberliğini kabul etmeye yetiyordu.
Abdullah b. Revâha, ne güzel söyler:
لَوْ لَمْ تَكُنْ فِيهِ آيَاتُ مُبَيِّنَةٌ لَكَانَ مَنْظَرُهُ يُنْبِئُكَ بِالْخَبَرِ
"Eğer O, apaçık mucizelerle gelmiş olmasaydı, sadece O'nu görmek, O'na inanmaya yeterli sayılırdı."[5]
O'nu kabullenenler, O'na dilbeste olanlar ve O'na 'Yâ Resûlallah!' diye hitap edenler, kendisinden sonra cihanı idare eden kimselerdir. Yani O, kendisini sadece üç-beş saf insana kabul ettirmiş değildir. O'nun yetiştirdikleri arasında bir Ebû Bekir, bir Ömer, bir Osman ve bir Ali (radıyallâhu anhüm ecmain) vardır ki, her biri, cihanı idare edecek çapta insanlardır. Ve hiçbiri de önüne gelene teslim olacak yaratılışta değildir. Eğer O, Allah'ın Resûlü olmasaydı, bunlardan hiçbiri O'na teslim olmazdı. Hem Hz. Ali gibi, kalb gözü açık ve "Eğer perde açılsaydı, yakînimde bir ziyadelik olmayacaktı."[6] diyen ve imanın hakka'l-yakîn mertebesinde bulunan bir insan, O'nu hak nebi olarak kabullenmişse, bu dahi tek başına delil olabilecek çapta bir hâdisedir.
O'nun her hâli uhrevîlik adına öyle büyüleyici idi ki Abdullah b. Selâm gibi bir Yahudi âlimi, sadece bir kere O'nu görmekle: "Bu simada yalan yok, bu simanın sahibi ancak Resûlullah olabilir." diyerek iman etmişti.[7]
Demek ki, O'nu görmek, kabul etmek için yetiyordu. Hayatını başkalarına bir şeyler anlatmaya adayan insanlar, bu türlü kabullenmenin ne kadar zor olduğunu herkesten daha iyi anlarlar. Zira bunlardan çoğu bir ömür boyu didinir durur da iki elin parmak sayısı kadar insana bir şey anlatamaz veya kendini onlara kabul ettirip, ruh dünyalarına giremez. Hâlbuki bir de Allah Resûlü'ne bakıverin. Şu anda bir milyara yakın insanın gönüllerine taht kurmuş ikinci bir insan göstermek mümkün müdür? Günde beş defa, bütün cihanı çınlatacak bir coşkuyla ismi minarelerden söylenen bir başkası var mıdır?
Öyleyse insanlık O'nu seviyor ve günde birkaç defa O'na bağlılığını ilan ediyor. Hem de aleyhte çalışan bu kadar insan ve bu kadar sisteme rağmen. Evet, her şeye rağmen Hz. Muhammed Aleyhisselâm, gönüllere taht kurmaya devam ediyor. Zira O, başkalarına dediklerini ilk olarak kendi nefsinde yaşamış ve her zaman dediklerinin canlı bir misali olmuştur. Onun için de her sözü, kitlelere tesir etmiş, söyledikleri hep tatbik görmüş ve uğrunda hırz-u can edilmiştir.
O, insanları Allah'a kulluğa davet ederken her zaman en ufuk noktada yine en güzel kulluğu kendisi temsil etmiştir.
Hz. Âişe Validemiz anlatıyor:
Bir gün geldi ve bana: "Yâ Âişe, dedi, müsaade eder misin, bu gece Rabbimle beraber olayım?" ve arkasından da namaza durdu.
O gün sabaha kadar إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ ... âyetini[8] okuyarak namaz kıldı.. gözyaşı döktü.. öyle ağladı ki, seccadesi sıkılsaydı, damla damla gözyaşı damlardı.[9]
O, ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bir gün kendisine, gelmiş ve geçmiş bütün günahlarının affolduğu hatırlatılıp "Kendini niçin bu kadar zahmete sokuyorsun?" dendiğinde "Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını vermişti.[10] O'na şükür kapısı açılmıştı ve bunca didinmesi ondandı.
Yine Âişe Validemiz anlatıyor: "Gece yarısı kalktım. Allah Resûlü'nü yanımda görmeyince kıskandım. 'Acaba başka hanımına mı gitti!' diye düşünmüştüm. Tam yataktan doğrulup kalkacağım sırada elim ayağına dokundu. Dikkat edince O'nun secdede olduğunu anladım ve dediklerine kulak verdim. Şu şekilde dua ediyordu: سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ 'Yâ Rabbi, Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin, Sana hamdederim. Senden başka ilâh yoktur."[11]
O, isteseydi krallar gibi yer, içer ve yaşardı. Zaten böyle bir hayat O'na –davasından vazgeçmek kaydıyla– daha Mekke'de iken teklif de edilmişti.[12] Ancak O, davası uğruna, çileli bir hayatı, rahat bir hayata tercih etmişti. Bir gün aç kalıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden[13] ve kul peygamberliği melik peygamberliğe tercih eden bir Hak kapısı vefalısıydı zaten.[14] O'nun, bu sade yaşayışıydı ki, kitleleri kendisine bende ediyordu.
Hz. Ömer de esasen çok sade bir hayat yaşıyordu; ancak Allah Resûlü'nün yaşantısı, O'nun dahi gözlerini yaşartıyordu. Bir gün sordu Allah Resûlü: "Ömer niçin ağlıyorsun?" Cevap verdi: "Yâ Resûlallah, şu anda krallar, kuş tüyü yataklarda yatarken, sen hasır üzerinde yatıyorsun ve üzerinde yattığın hasır teninde izler bırakıyor; hâlbuki sen, Resûlullah'sın. Rahat bir hayata herkesten daha çok lâyıksın!" Allah Resûlü, Ömer'e şunları söylüyor: "Razı değil misin yâ Ömer, dünya onların olsun, ahiret bizim?"[15]
Evet, dünyanın zimamı Müslümanların elinde olmalıydı. Bunu Allah Resûlü herkesten daha çok isterdi. Fakat O, kendi şahsî yaşantısında, sadelerden sade bir hayat yaşıyordu. Daha doğrusu O, yaşamıyor, yaşatıyordu. Zaten O'nun, bütün ruhlara girip, gönüllerde taht kurmasının sırrı da bu şekilde bir temsil keyfiyetinden değil miydi?
Tebliğ vazifesini iş edinenlerin, Allah Resûlü'nün bu tavır ve hareketlerinden alacakları çok dersler vardır. Evet, gönüllere girmenin, başkalarına müessir olmanın ve kalblere taht kurmanın tek şartı, Allah Resûlü'nün yaptığı gibi, söylenen her şeyi, evvelâ söyleyenin kendisinin yaşamış olmasıdır.
Birisine Allah korkusundan gözyaşı dökmenin lüzumunu mu anlatmak istiyorsunuz; evvelâ, gece kalkıp kendi seccadenizi ıslatıncaya kadar ağlamalısınız. İşte o zaman, o gecenin gündüzünde ettiğiniz sözler sizi de hayrete sevk edecek şekilde müessir olacaktır. Yoksa لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ "Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?"[16]âyetinin tokadını yer ve hiçbir zaman tesirli olamazsınız...
3. Karşılık Beklememek
Üçüncüsü: Allah Resûlü'nün, yaptığı tebliğ vazifesi karşılığında dünyevî veya uhrevî herhangi bir talepte bulunmayışıydı ki, bu da O'nun peygamberliğine ayrı bir delildir. Zira böyle davranmak, bir peygamber ahlâkıdır. Kendisinden sonra bu ahlâk üzere hareket edenlere gelince, işte asıl tebliğci ve dava adamı onlardır. Kur'ân, kimseden bir ücret beklemeyen bu insanlara tâbi olmayı emretmekte ve "Onlara uyun!" demektedir.[17]
Hz. Hatice'ye ait servet, hakkı yayma uğrunda eriyip gitmişti ve her şeye rağmen Allah Resûlü, kendi adına kimseden bir şey talep etmemişti.
O'nun en yakın arkadaşı, Hz. Ebû Bekir'di ve hicrette de O'na yol arkadaşlığı edecekti. İşte bu Hz. Ebû Bekir'in, Allah Resûlü için hazırladığı bineği, hem de böyle zor şartlar altında, bizlerin düşmanın bizi takip edeceğinden gayri hiçbir şey düşünemeyeceğimiz o hengâmda Allah Resûlü, hazırlanan bineği, ancak ücretini ödemek şartıyla kabul edebileceğini söylemişti.[18]
İşte bu, O'nun, yaptığı işte ne kadar hasbî davrandığını isbat etmez mi? Bu kadar zor bir anda, böyle ince bir noktayı düşünen insan, daha müsait zamanlarında düşünmez mi? Ve tebliğ insanına, ders olarak sadece bu hâdise yeter zannediyorum.
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü'nü gördüm; namazını oturarak kılıyordu. Sordum: "Yâ Resûlallah, hasta mısınız?" "Hayır yâ Ebâ Hüreyre, açım... Açlıktan ayağa kalkacak dermanım kalmadı." Ben ağlamaya başladım. Allah Resûlü, beni teselli etti: "Ağlama dedi, hesabın şiddeti aç olanlara dokunmayacaktır."[19]
Zaten açlık O'nun asla değişmeyen çilesiydi...
Yine bir gün Hz. Ebû Bekir ve Ömer'le gecenin yarısı Medine'nin bir köşesinde birbirlerinden habersiz buluşuvermişlerdi.. ve birbirlerinden soruverdiler: "Gecenin bu vaktinde sizi dışarıya çıkaran nedir?" Üçünün cevabı da aynı olmuştu: Açlık... Evet, üçü de Allah için neleri varsa vermişler ve karınlarını doyuracak bir lokma ekmek bulamadıkları için de uyuyamamış, dışarıya çıkmışlardı.[20]
O gün tebliğ adına kaldırılması gereken bu ağır yükü işte bu güçlü eller kaldırmıştı. Bugün de aynı yükü kaldırmaya namzet olanların, herhâlde aynı güce sahip olmaları gerekir.
Kendi öz kızı Fatıma ki Allah Resûlü onun için: "Fatıma benden bir parçadır. Onu sevindiren beni sevindirmiş, üzen de beni üzmüş olur."[21] demişlerdir. Evinde ev işlerine yardım edecek kimsesi yoktu. Su taşımaktan, değirmen taşı çevirmekten elleri nasır bağlamış ve omuzları da yara bere içindeydi. Hz. Ali bu duruma çok üzülüyor; fakat elinden de bir şey gelmiyordu.. ve upuzun bir çile dönemi hep böyle yaşandı.
Zaten o, babasının ahlâkını taşıyordu. Kendi işini kendisinin yapması, babasından irsiyetle ona da geçmişti. Evet, oturuşundan kalkışına kadar o, hep babasına benzerdi.[22]
Bir harpte, Müslümanların elde ettiği esir ve ganimetler Medine'ye getirilince, herkes gidip Efendimiz'e ihtiyacını arz ediyor ve durumuna göre de bir şeyler alıp dönüyordu. Hz. Ali'nin teşvikiyle Fatıma Validemiz de gitti. Ancak babası evde yoktu. Niçin geldiğini Allah Resûlü'nün zevcelerinden birine söyledi ve evine döndü.
Efendimiz durumdan haberdar olunca, hemen kızının evine geldi. Hz. Fatıma yatıyordu. Resûlullah içeri girince yatağından doğrulmak istedi. Ancak bu fıtrat insanı, hemen yatağın kıyısına oturdu. Öyle ki dizlerinin soğukluğunu, Fatıma Validemiz bağrında duyuyordu: "Kızım, dedi, Suffe ashabının bütün ihtiyaçlarını görmeden evvel sana bir şey veremem. Ama sana bundan daha hayırlısını öğreteyim. Yatmak için yatağına geldiğinde 33 defa Sübhanallah, 33 defa Elhamdülillah ve 33 defa (bir rivayette 34) Allahü Ekber de. Bu, senin istediklerinden, senin ahiretin hesabına daha iyidir."[23]
Ve yine bir gün Hz. Fatıma'nın elinde altın bir zincir gördü: "Kızım, insanların, 'Allah Resûlü'nün kızı, elinde Cehennem'den bir zincir taşıyor.' demelerini mi arzu ediyorsun? Derhal onu çıkar!" dedi ve gitti.
Hz. Fatıma ise, bu bilezikle bir köle aldı ve köleyi Allah için hürriyete kavuşturdu. Az sonra durumu babasına anlatınca, Allah Resûlü bilseniz ne kadar memnun olmuştu! [24]
Bu üçüncü bölümün bir yönü de şudur. Allah Resûlü, muhataplarından herhangi bir talepte bulunmadığı gibi, bir de onlardan gelen çile ve ızdıraba katlanmak zorunda kalıyordu. Kaç defa baştan aşağıya toz-toprak içinde bırakılmıştı da kızları Zeynep'ten, Fatıma'dan başka yardımına gelen olmamıştı.[25] Ve yine kaç defa geçeceği yollara dikenler serpilmiş, mübarek ayakları kan-revan içinde kalmıştı...
Bir defasında Kâbe'de durmuş namaz kılıyordu. Müşrikler başına üşüştü ve O'nu tartaklamaya başladılar. O anda orada Hz. Ebû Bekir vardı ve yetişti: "'Rabbim Allah' dediği için bir insanı öldürecek misiniz?" diyerek Allah Resûlü'nü müdafaa etti.[26] Bütün bunlar aralıksız oluyordu. Ama olup-biten bu hâdiseler asla O'nu yolundan döndüremiyordu. Kızına hitaben O: "Ağlama kızım, Allah babanı zayi etmeyecektir." demişti[27] ve Allah (celle celâluhu) da O'nu asla zayi etmemişti. Milyonların gönlünü, O'na ebedî mâkes eylemişti...
Tebliğ mevzuuna bir kere daha göz atıp, sonra başka bir bölüme intikal edelim.
Buraya kadar izah etmeye çalıştığımız gibi tebliğ, Peygamberlerin ve Peygamberimiz'in varlık gayesidir. Onlar tebliğ için yaratılmışlardır. Biz, bu vazifeyi yaparken sadece bir sorumluluğu yerine getirmiş oluruz. Hâlbuki Peygamberler, onu, yaratılış gayeleri olarak yaparlar.
Ayrıca biz, bu mevzuu tahlil ederken nasıl Allah Resûlü'nün getirdiği mesajın şeffaf yüzünde, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ yazılı olduğunu göstermeye çalıştık. Aynı zamanda O'nun getirdiği mesajı tebliğ ederken kullandığı usûl ve metotların; hem O'nun Allah'ın Resûlü olduğunu ispat eden önemli bir delil hem de kendisinden sonra tebliğ vazifesini yapmak isteyenlere, yanıltmaz, şaşırtmaz bir yol olduğu hakkında ipuçları vermeye gayret ettik.
Biz kat'iyen inanıyoruz ki, Allah Resûlü'nün tebliğ metodu kullanılmadan, devamlı ve sürekli muvaffakiyetten söz etmek mümkün değildir. Bunun mümkün olmadığını pratikte ispat eden binlerce hâdise vardır. Onun için kat'î bir kanaat ve yakînî bir imanla bir kere daha hatırlatıyoruz ki; insanlara rehber ve imam olmak isteyenler veya bu durumda bulunanlar, bu mihrabın ebedî imamı Hz. Muhammed Mustafa'ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) uymalıdırlar. Hakikî rehber O'dur ve O'nun açtığı yol da, hakikî hidayet yoludur. Zira "O, kendi hevasından konuşmaz, ne dediyse muhakkak vahiydir..."[28]
[1] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/256-257.
[2] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/422.
[3] Müslim, fedâilü's-sahabe 131; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/422.
[4] Buhârî, mezâlim 21; tefsir (5) 10; Müslim, eşribe 3-9.
[5] Kadı Iyaz, eş-Şifâ, 1/249.
[6] Aliyyülkârî, el-Masnû', s.149.
[7] Tirmizî, sıfatü'l-kıyâmet 42; İbn Mâce, ikametü's-salât 174.
[8] Âl-i İmrân sûresi, 3/190.
[9] İbn Hibbân, Sahih, 2/386; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azim, 1/441-442; Kurtubî, el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân, 4/310.
[10] Buhârî, teheccüd 6; Müslim, sıfatü'l-münafıkîn 79-81.
[11] Müslim, salât 222; Tirmizî, daavât 75; Ebû Dâvûd, salât 147.
[12] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/62-63.
[13] Tirmizî, zühd 35; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/254.
[14] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/231; Ebû Ya'lâ, Müsned, 10/491.
[15] Buhârî, tefsir (66) 2; Müslim, talak 31.
[16] Saf sûresi, 61/2.
[17] اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُمْ مُهْتَدُونَ "Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsîn sûresi, 36/21)
[18] Buhârî, menâkıbü'l-ensâr 45; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/198.
[19] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 7/109.
[20] Müslim, eşribe 140; Muvatta, sıfatü'n-Nebî 10.
[21] Buhârî, fedâilü'l-ashab 12; Müslim, fedâilü's-sahabe 93-94; Hâkim, el-Müstedrek, 3/172. (Hadisin buraya alınan şekliyle tamamı, Müstedrek'te geçmektedir)
[22] Tirmizî, menâkıb 60; Ebû Dâvûd, edeb 143.
[23] Buhârî, farzu'l-humus 6; daavât 11; Müslim, zikr 80; Tirmizî, daavât 24; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/106-107.
[24] Nesâî, zînet 39; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/278-279.
[25] Buhârî, salât 109; Müslim, cihad 107; Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 3/268; İbn Abdilberr, el-İstîâb, 3/1381; İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/264; Taberî, Tarihu'l-ümem ve'l-mülûk, 1/554.
[26] Buhârî, fedâilü'l-ashab 5; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/204, 218.
[27] Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 3/268; İbn Abdilberr, el-İstîâb, 3/1381; İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/264; Taberî, Tarihu'l-ümem ve'l-mülûk, 1/554.
[28] Bkz.: Necm sûresi, 53/3-4.
- tarihinde hazırlandı.