Zühd ve Takvasıyla Efendimiz
Allah Resûlü, zahidlerin en zahidiydi. O'ndaki verâ, yani kaba mânâsıyla şüpheli şeylerden kaçınma, -o seviyede olmak şartıyla- ikinci bir insanda yoktu. O, bütün tavır ve hareketlerini, bu çizgiye göre ayarlamıştı. Allah'tan öyle korkardı ki, sanki kalbi duracak gibi olurdu.. o kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki; gözyaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı. O, coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi.
Şimdi, hayatını bu çerçeve içinde geçirmiş bir insana, yukarıda arz ettiğim âyetleri yanlış değerlendirerek, dünyaya temayül ve günaha meyil urbası biçmek, büyük bir saygısızlık ve korkunç bir aldanmışlıktır. Allah (celle celâluhu), O'nu öyle bir yücelik semasına oturtmuştur ki, yerde havlayanların sesi, O'na hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Nerede kaldı ki, attıkları çamur O'na sıçrayabilsin. Zira O'nun zühdü, takvası, Allah'tan (celle celâluhu) korkması ve günahlara karşı fevkalâde derecede hassas davranması, O'nun günah işlemeye meyli olmasıyla kat'iyen bağdaştırılamaz.
İşte şimdi de kuşbakışı, O'nun bu derinliklerine temas etmek istiyoruz:
Evvelâ, zühd; dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme hâlidir. Bu hâl, Allah Resûlü'nde doruk noktadadır. Bütün dünya O'nun olsaydı, her hâlde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya, bir anda elinden gitseydi, yine bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terk etmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terk etmek değildir. Zira, kazanç yollarının en mantıkîsini ve en güzelini bize gösteren, yine Hz. Muhammed Aleyhisselâm'dır. O'nun kesben dünyayı terk etmesi veya insanları buna teşvik etmesi düşünülemez. Dünyayı terk, kalben olmalıdır. Buna en güzel delil de yine Allah Resûlü'nün kurduğu İslâm Site Devleti'nin, kısa zamanda dünyanın en zengin ve en güçlü devletlerinden biri hâline gelmesidir. Bir Batılı düşünürün dediği gibi, Allah Resûlü'nün kurduğu bir büyük devletten, daha sonra tam 25 tane imparatorluk ölçüsünde devlet doğmuştur. Osmanlı Devlet-i Âliyesi bunlardan sadece bir tanesidir. Evet, zühdde temel düşünce bu olmalıdır.
Allah Resûlü, peygamberliğin aydınlık iklimine adımını attığı andan, dünya bütün debdebe ve ihtişamıyla O'nun ayağının önüne serildiği âna kadar hiç tavrını değiştirmedi. Hatta O, dünyaya geldiği anda sahip olduğu mal varlığına, vefat ederken sahip değildi. Çünkü neyi var, neyi yoksa hep dağıtmış ve infak etmişti. Bakın metrûkâtına, sadece birkaç keçi ve bir de hanımlarının içinde bulundukları küçük odalar. Onlar da yine millete ait sayılırdı ki, analarımız vefat edince, hepsi de mescide dahil edilmişti. Oraya giden herkesin de bilebileceği gibi, bu hücreler mescidin bir köşesine sıkışacak kadar dar bir yer işgal ediyordu.[1]
1. Hasır Üzerinde Yatması
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bir gün Allah Resûlü'nün huzuruna girdi. Efendimiz yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına, hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü'nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (radıyallâhu anh): "Yâ Resûlallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı." cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer'e (radıyallâhu anh) şu karşılıkta bulunur: "İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun."[2] Başka bir rivayette ise Efendimiz şöyle buyururlar:
مَا لِيَ وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلاَّ كَرَاكِبٍ اِسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا"Dünya ile benim ne alâkam var. Ben bir yolcu gibiyim. Bir ağaç altında gölgelenen bir yolcu.. sonra da orayı terk edip yoluna devam eden..."[3]
O, dünyaya bir vazifeyle gelmişti. Duygu ve düşüncede insanlara diriliş solukları getirmiştir. Vazifesi bittiği zaman da dünyayı terk edecekti. Dünya ile bu kadar alâkasız bir insanın, dünya adına bazı şeylere temayül edeceğine ihtimal vermek, aklın kabul edeceği şeylerden değildir. Evet, O, asla dünyaya meyletmedi, ve O, hiçbir zaman inhirafa yelken açmadı...
2. Sadaka Hususundaki Hassasiyeti
"Akşam yatmış, fakat sabaha kadar dönüp durmuş, bir türlü uyuyamamıştı. Sağına dönüyor, soluna dönüyor, "uf"layıp duruyordu. Sabah, hanımı sordu: "Yâ Resûlallah, bu gece rahatsız mıydınız? Çok ızdırap çektiniz." Ve Allah Resûlü'nün cevabı şu oldu: Yatağımı hazırlarken, yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, Bizim evde sadaka ve zekât hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan ise! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ızdırabıyla sağa sola dönüp durdum. Bir türlü gözüme uyku girmedi."[4]
Sadaka ve zekât O'na haramdı. Ancak bu hurma, kendine ait hediye hurmalardan da olabilirdi. Hatta bu ihtimal, diğer ihtimalden daha kuvvetliydi. Çünkü O'nun hanesinde, sadaka veya zekât malları gecelemez, geldiği gibi dağıtılırdı. Şüphenin en küçüğüne karşı böyle davranan ve hayatını hep böyle hassasiyet içinde geçiren bir insanın, kesin haram olan bir işe yanaşması mümkün müdür? O, en küçük ve şüpheli bir şeyle dahi, ruh dünyasını kirletmeme mevzuunda fevkalâde hassastı. Böyle bir irade, nasıl olur da kesin bir günah karşısında gevşerdi? Hayır, O hiçbir günah karşısında gevşemedi ve ruhunda hiçbir günaha yol vermedi. Ruhu ve iradesi her zaman nezihti, tertemizdi, öyle yaşadı ve Refîk-i A'lâ'ya da öyle yükseldi.
3. "Beni Hud Sûresi İhtiyarlattı"
Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Allah Resûlü'ne sorar: "Yâ Resûlallah! Saçınızda ak görüyorum. Birdenbire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?" Ve İki Cihan Serveri cevap verir: شَيَّـبَـتْنِي هُودُ وَالْوَاقِعَةُ وَالْمُرْسَلاَتُ"Beni Hud, Vâkıa, Mürselât sûreleri ihtiyarlattı."[5] Hud sûresinde O'na: فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ"Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol!"[6] denmişti. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk'ın, Habîbi için çizdiği doğruluktu. Ve O'ndan, bu çizginin korunması isteniyordu...
Mürselât, Cennet ve Cehennem'in, zümre zümre ayrıldığını, insanların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Resûlü'nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu...
4. Ahirete Bakışı
Bir sahabi, evinde Kur'ân okuyordu. Aynı zamanda okuduğu Kur'ân, dışardan da duyuluyordu. Tam bu sahabi:
إِنَّ لَدَيْنَا أَنْكَالاً وَجَحِيماً * وَطَعَاماً ذَا غُصَّةٍ وَعَذَاباً أَلِيماً âyetlerini[7] okurken, Allah Resûlü oradan geçmekteydi. Birden rengi sarardı ve diz üstü yere çöktü. Sanki âyetler, O'nu ırgalıyor gibiydi. Evet, O, bu âyetlerin tehdidinden öyle korkmuştu.[8]
Bu âyetler: "Hiç şüphesiz bizim nezdimizde (onlar için hazırlanmış) boyunduruklar, yakıcı bir ateş, boğazdan geçmez bir yiyecek ve elem verici bir azap var." diyordu.
Aslında, bu gibi ifadelerden hiç endişe etmemesi gereken birisi varsa, o da Allah Resûlü'ydü. Ancak O, bize edep, terbiye ve Allah (celle celâluhu) karşısında takınılacak tavır adına ders veriyordu...
5. Nazar-ı İlâhî Karşısında Efendimiz
Abdullah b. Mesud anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü bana, "Kur'ân oku da dinleyeyim." dedi. Ben de: "Yâ Resûlallah! Kur'ân Sana nazil olup dururken, ben sana nasıl Kur'ân okurum!" dedim. "Ben başkasından dinlemeyi severim." buyurdular. Bunun üzerine Nisâ sûresinin başından okumaya başladım ve:
فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَـؤُلاَءِ شَهِيداً âyetine[9] gelmiştim ki "Yeter, yeter!" dediler. Döndüm baktım, Allah Resûlü ağlıyor ve gözyaşları çağlıyordu. Kalbi çatlayacak gibi olmuş ve dayanamama kertesine ulaşmıştı.[10]
Âyet, O'na, ahiretteki dehşetli bir tabloyu sergiliyor ve şöyle diyordu: "Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman nice olur."
6. O'nun Tefekkürü
Bir gece Allah Resûlü bana hitaben "Yâ Âişe! Müsaade eder misin, bu gece Rabbime ibadet edeyim." dedi. Ben de "Seninle olmayı severim, fakat senin hoşuna gidecek olan her şeyi de severim." dedim.
Allah Resûlü kalktı ve namaza durdu. O gece sabaha kadar إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي اْلأَلْبَابِ "Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip-gelişinde elbette akıl sahipleri için ibretler vardır."[11]âyetini okudu ve gözyaşı döktü. Sabah olunca ezan okumaya gelen Hz. Bilal kendisine: "Yâ Resûlallah! Kendini niçin bu kadar zora koşuyorsun? Allah (celle celâluhu) senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetti." dedi. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): أَفَلاَ أَكُونُ عَبْداً شَكُوراً buyurdu. "Bana bu kadar ihsanda bulunan Rabbime ihsanı ölçüsünde şükreden bir kul olmayayım mı?"[12]
Meğer Allah Resûlü ne için gözyaşı döküyormuş? O, kendi çizgisi içinde, şükür zirvesini tutturamamaktan korkuyor ve bunun için ağlıyor! Böyle bir Zât'ın günah işleyeceğini veya günaha meyletmiş olabileceğini düşünebilir misiniz?..
Efendimiz, Allah'ın (celle celâluhu) yasak kıldığı şeyleri yapmamakta ne kadar hassas, günaha girmeme mevzuunda ne derece dikkatli davranıyordu ise, emirleri dinleme konusunda da aynı derecede hassas, emre âmâde ve titizdi. O'nun masumiyet ve nezahetine sadece bu zaviyeden bakılsa, zannediyorum başka delil aramaya ihtiyaç olmayacak.
Aslında, O'nun yaşadığı gibi bir hayat yaşamaya kimse güç yetiremezdi. Ferdî ibadetlerinde, kendine karşı çok disiplinli ve nefsine karşı da çok ciddiydi. Âdeta O'nun bütün hayatı, ibadete göre programlanmış gibiydi.. âdeta ibadet etmediği bir an yoktu. Tabiî ki ibadeti sadece bildiğimiz, namaz, oruç vs. şeklinde sınırlandırmamak lâzım. O yaptığı her işi, ibadet şuuruyla yapıyordu.
Biz O'na "Zahitler Zahidi" derken, kelime yetersizliğinden dolayı dedik. Yoksa O'nun zühdünü bir başka kelime ve bir başka lafızla ifade etmek gerekirdi.
7. Hayırdaki Sürati
Bir gün mescide geldi, cemaatinin önüne geçti ve namaza durdu. Ardından hemen namazını bozdu ve odasına doğru telaşla yürüdü. Öyle bir heyecan ve telaş içindeydi ki, O'nu gören, yangına gidiyor zannederdi. Biraz sonra geldi. Eski heyecanından eser yoktu. Geçti namazı kıldırdı. Namazdan sonra sahabe, biraz evvelki heyecan ve tehâlükünün sebebini sorunca, şu cevabı verdi: "Biraz evvel bana, fakirlere dağıtılmak üzere bir şeyler getirildi. Ben, dağıtmayı unuttum. Tam namaza durduğum sırada hatırladım. Evimde böyle bir mal varken, namaz kılmak hoşuma gitmedi. Gidip Âişe'ye (radıyallâhu anhâ), o malı dağıtmasını söyledim."[13] İşte buna zühd denir, işte buna incelik denir, işte buna takva denir ve işte buna O'nun dünya ile alâkası denir...
Defalarca, dünya O'na temessül etmiş, kendini kabul ettirmek istemişti de O, her defasında elinin tersiyle onu itmişti.[14]
8. Günlerce Aç ve Susuz Kalışı
O'nun, günlerce ağzına bir tek lokma koymadığı çok olurdu. Zaten hayatı boyunca, arpa ekmeğiyle dahi, karnını bir kere doyurduğu vâki değildir. Aylar geçer, O'nun evinde bir çorba kaynatmak için ateş yanmazdı.[15]
Bir gün namazını oturarak kılıyordu. Kıldığı nafile bir namazdı. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), namazdan sonra sordu: Yâ Resûlallah! Bir hastalığınız mı var? Namazı oturarak kılıyorsunuz? Verilen cevap cihanı ürpertecek şekildeydi: "Yâ Ebâ Hüreyre, günlerdir ağzıma götürecek bir şey bulamadım. Açlık takatimi kesti, ayakta duracak dermanım kalmadı, onun için namazımı oturarak kılıyorum."
Ebû Hüreyre diyor ki, bunu duyunca ağlamaya başladım. Allah Resûlü kendi durumunu unutmuş, bana teselli veriyordu: "Ağlama yâ Ebâ Hüreyre! Burada çekilen açlık, insanı ahiret azabından kurtarır."[16]
O, bir liderdi. Raiyyetinin arasında günlerce aç kalanlar vardı. İşte, Allah Resûlü de kendi hayat standardını onlara göre ayarlamıştı.
Tebası içinde, maddî hayat itibarıyla en fakirâne hayatı O yaşıyordu.. hem de bunu kendi ihtiyarıyla yapıyordu. İsteseydi müreffeh bir hayat yaşayabilirdi. Bu, O'nun için hiç de zor değildi. Zira, sadece kendisine hediye olarak gelenleri dağıtmayıp yanında bırakmış olsaydı, o gün için en mesudâne bir hayat yaşamasına kâfi gelirdi; ama O böyle yapmayı hiç düşünmedi.
Bu, kat'iyen O'nun ve yetiştirdiği cemaatinin dünyaya küsmüşlüğü veya dünyayı terketmişliği mânâsına alınmamalıdır. Mesele bir kısım şom ağızların, "Bir lokma, bir hırka" deyip Allah Resûlü'ne ait bir ahlâk ölçüsünü alaya aldıkları gibi değildir. İsteyen, kazanır, zengin olur ve Allah'ın (celle celâluhu) emrettiği ölçüde zekâtını verir, infakta bulunur; evet kimse böyle bir kazancın karşısında değildir.. hatta helâlinden kazanmak İslâm'da teşvik bile görmüştür. Bununla beraber, Allah Resûlü'nün ve O'nun has dairedeki bir kısım arkadaşlarının, yukarıda müşahhas misallerini verdiğimiz anlayışa ve idrake sadık kalmaları gerekir. Aksi hâlde, her gün hızla büyüyen, Mekke ve Medine sınırlarını çoktan aşan bu cemaati, ilk günkü safvet ve duruluğunda tutmak mümkün değildir. Bu cemaat, sırf bir beden ve cismaniyet cemaati değildir. Bu cemaat, aynı zamanda, ruh, kalb, irade ve vicdan cemaatidir. Ve işte Allah Resûlü, cemaatini bu dinamiklerle ayakta tutmaya çalışıyordu. Onlardan istediği her fedakârlığı da, evvelâ kendisi gösteriyor ve her meselede olduğu gibi bu meselede de çıraklarına örnek oluyordu. İşte, en çarpıcı örneklerden bir tablo:
Gecenin yarısıydı. Açlık Allah Resûlü'nün bütün dermanını tüketmiş ve artık gözüne uyku da girmez olmuştu. Belki biraz uyuyabilseydi, açlığın o şiddetli ızdırabından geçici de olsa kurtulacaktı. Ne var ki açlık, O'nu terk edeceğe benzemiyordu. Evinden çıktı, bir tarafa doğru yürümeye başladı. Biraz sonra da bir karartı hissetti. Gelen biri vardı. Dikkatini oraya çevirdi.. tanımıştı... Bu, hayatının hiçbir ânında O'ndan ayrılmayan insandı. Düşüncede, aksiyonda hep O'nunla beraber olmuştu. Şimdi de gecenin yarısında, Medine'nin bu tenha köşesinde randevulaşmış gibiydiler. Gelen, Hz. Ebû Bekir'di (radıyallâhu anh) ve Allah Resûlü, ona selâm verdi. Ardından da sordu: "Yâ Ebâ Bekir! Gecenin bu vaktinde seni dışarıya çıkaran nedir?" Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Allah Resûlü'nü görünce derdini unutuvermişti. Zaten o, hep öyle idi. Hani Mekke'de Allah Resûlü'nü kurtarmak için girdiği kavgada komalık olmuş.. bir gün baygın kalmış ve gözlerini ilk açtığında "Allah Resûlü'ne ne oldu?" diye sormuştu. Anası Ümmü Ümâre kızmış:. "Ölüyorsun; fakat hâlâ O'nu düşünüyorsun!"[17] demişti. O, bilmiyordu ki, Ebû Bekir (radıyallâhu anh), O'nu düşünmediği zaman ölürdü. Çünkü Allah Resûlü, onun hayat kaynağıydı. İşte şimdi de O'ndan ayrı kalamamış ve bilemediği bir his, onu buraya kadar sürüklemişti. Sürüklemişti ve Resûlullah'ın sorusuna "Açlık!" diye cevap veriyordu. "Evde yiyecek bir şey bulamadım, gözüme uyku girmedi ve dışarıya çıktım." Aynı dünya..!
Hemen ardından ekledi: "Anam babam Sana feda olsun yâ Resûlallah, Sen niye çıktın?" Cevap aynıydı. Allah Resûlü de açlıktan dolayı çıkmıştı.
Tam bu esnada bir karartı daha belirdi. Belli ki bu uzun boylu, görkemli insan Ömer'di. Zaten, tablonun tamamlanması gerekiyordu. Allah Resûlü, sağ tarafına Hz. Ebû Bekir'i (radıyallâhu anh) almıştı; ama, henüz sol tarafının her zamanki konuğu yoktu; sanki tabloyu yarım bırakmamak için o da koşup geliyordu. Evet, gelen Hz. Ömer'di (radıyallâhu anh). Karşısında bu iki dostu görünce O da şaşırıp kalmıştı. Selâm verdi, selâmı alındı. Ve Söz Sultanı, Ömer'e (radıyallâhu anh) de niçin çıktığını sordu. O da, aynı cevabı verdi: "Açlık, ey Allah'ın Resûlü, açlık beni dışarıya çıkardı." dedi.
Efendimiz'in hatırına Ebû'l-Heysem (radıyallâhu anh) geldi. Evi o taraflardaydı. İhtimal gündüz de onu bağında görmüştü. Hiç olmazsa onlara hurma ikram eder ve açlıklarını yatıştırırlardı. "Gelin Ebû'l-Heysem'e gidelim." dedi.
Ebû'l-Heysem'in (radıyallâhu anh) evine vardılar. Ebû'l-Heysem (radıyallâhu anh) ve hanımı uyuyordu. Evde, bir de küçük bir çocukları vardı. Yaşı, beş veya altıydı. Önce kapıyı Hz. Ömer (radıyallâhu anh) çaldı. O gür sesiyle "Yâ Ebe'l-Heysem!" diye seslendi. Ne Ebû'l-Heysem (radıyallâhu anh) ne de hanımı sesi duymadı. Fakat, yatağında mışıl mışıl uyuyan o yavru, birden yatağından fırladı, "Baba! Kalk Ömer geldi." dedi. Ebû'l-Heysem (radıyallâhu anh), çocuğunu rüya görüyor sandı. "Yat oğlum, gecenin yarısı, bu vakitte burada Ömer'in işi ne!" Çocuk yattı. Kapı açılmayınca, bu defa da o nârin sesli Ebû Bekir (radıyallâhu anh), gelip seslendi: "Yâ Ebe'l-Heysem!" Çocuk yine fırladı, kalktı ve "Baba! Ebû Bekir geldi." diye bağırdı. Babası onu tekrar yatırdı. Fakat son gelen, sesi soluğu cenazeleri dahi dirilten Allah Resûlü'ydü. O, "Yâ Ebe'l-Heysem!" diye seslenince, çocuk, artık yayından fırlayan bir ok olmuştu. Hem kapıya doğru koşuyor, hem de "Baba kalk, Resûlullah geldi!" diyordu.
Ebû'l-Heysem (radıyallâhu anh), neye uğradığını şaşırmıştı. Hemen kapıya koştu. Gözlerine inanamıyordu. Gecenin bu saatinde, hanesine, Sultanlar Sultanı nüzul etmişti. Hemen onları içeri aldı. Gidip bir oğlak boğazladı. Bu şeref, insana hayatta belki bir kere nasip olurdu. Hayatının en mesut anını yaşıyordu. Canını bile sofraya koysa azdı. Hurma getirdi, süt getirdi, et getirdi ve bu aziz misafirlerine ikram etti...
Açlıklarını bastıracak kadar yediler. Ardından da yine Allah Resûlü'nün gözleri dolu dolu oldu. Ve her hâdiseye ayrı bir buud ve derinlik kazandıran dudaklarından şu sözler döküldü:
"Allah'a kasem ederim, işte şu nimetlerden yarın hesaba çekileceksiniz." Ardından da şu âyeti okudu: ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ "O gün, muhakkak bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz."[18]
İşte O, hayatını bu kadar hassas ve bu kadar derin ölçüler içinde geçiren müstesna bir insandı. Böyle bir insanın hayatında inhiraf bulmaya çalışmak, ya garaz, ya da cehalettir.
Hz. Ömer (radıyallâhu anh) O'na en yakın olanlardandı ve O'nun hayatının zühd yanını şöyle anlatıyordu: "Allah'a yemin ederim, ben, Resûlullah'ın, sabahtan akşama kadar kıvrandığını bilirim. Zira, hurmanın en kötüsü olan (dakal) denen hurmayı dahi bulup karnını doyuramıyordu."[19]
Hâlbuki O, kimden isteseydi, O'nun için en mükellef sofralar hazırlardı. Hem buna ne hacet? Kendisine gelen hediyeler, her gün O'na ve ailesine, müreffeh bir hayat yaşatacak ölçüdeydi. Ancak O, geleni dağıtıyor ve yarınlara bir şey bırakmıyordu.[20]
Kendisine, niçin dünya nimetlerinden istifade etmediği sorulunca da O, şöyle cevap veriyordu: "Dünya nimetlerinden istifadeyi nasıl düşünebilirim ki, İsrafil sûru eline almış, Cenâb-ı Hakk'ın emrini beklemektedir. Böyle bir durumda olan insan, gelişigüzel, dünya nimetlerinden nasıl istifade eder ki?"[21]
[1] Buhârî, ferâiz 3; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 5/306.
[2] Buhârî, tefsir (66) 2; Müslim, talak 31.
[3] Tirmizî, zühd 44; İbn Mâce, zühd 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/301.
[4] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/193; Hâkim, el-Müstedrek, 2/17.
[5] Tirmizî, tefsir (56) 6.
[6] Hud sûresi, 11/112.
[7] Müzzemmil sûresi, 73/12-13.
[8] Beyhakî, Şuabü'l-iman, 1/522.
[9] Nisâ sûresi, 4/41.
[10] Buhârî, tefsir (4) 9; Müslim, müsâfirîn 247-248.
[11] Âl-i İmrân sûresi, 3/190.
[12] İbn Hibbân, Sahih, 2/386; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azim, 1/441-442; Kurtubî, el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân, 4/310.
[13] Buhârî, ezan 158; Nesâî, sehv 104.
[14] Beyhakî, Şuabü'l-iman, 7/365; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/30.
[15] Buhârî, rikâk 17; Müslim, zühd 20-36.
[16] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 7/109.
[17] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/30.
[18] Tekâsür sûresi, 102/8.
[19] Müslim, zühd 36; İbn Mâce, zühd 10.
[20] Buhârî, bed'ü'l-vahy 5-6; zekât 50; rikâk 20; savm 7; Müslim, zekât 124; fedâil 50.
[21] Tirmizî, kıyâmet 8; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/326, 3/7.
- tarihinde hazırlandı.