Ne İdik Ne Olduk
Bir zamanlar bizim dünyamızda her şey çok renkli ve çok derindi; öyle ki, bu âlemde her zaman sağlam bir dünyevîliğin yanında engin bir uhrevîlik göze çarpardı. Onun atmosferine girenler, idrak seviyelerine göre burayı ötelerle beraber yaşar ve kendilerini bir enginliğin üveyki gibi görürlerdi. Bazen umumî hava bir kısım olumsuzluklarla kararsa da, onun atmosferinde hiçbir zaman rahatsız edici bir sis ve duman görülmezdi. Hele şimdilerde olduğu ölçüde bir kirlilik asla söz konusu olmazdı.. bazen ufkumuzda bir kısım bulutlanmalar ve içtimaî kırılmalar müşahede edilse de, arkasından hemen bu tür menfîliklere sebebiyet veren şiddetler, hiddetler, öfkeler diner ve yeniden gönüller arası rûhî münasebetler teessüs eder, derken her şey bir kere daha yerli yerine otururdu.
O zamanlar ilhad ve küfür bu kadar açık, bu kadar saygısız, bağnazlık ve taassup da bu kadar derin değildi. Hemen herkeste ve her kesimde tam olmasa da şöyle-böyle insan olarak yaratılmış bulunma şuuruna vâbeste bir merhamet ve şefkat hissi hâkimdi. Yer yer bu insanlarda da belli sebep ve sâiklere bağlı bir kısım hırçınlıklar ve feveranlar meydana gelse de, biraz sonra havaya hemen “hilm u silm” duygusu hâkim olur; sabır o güçlü tesirini ortaya koyar; derken biraz önceki taşkınlıklar, feveranlar da yerlerini sımsıcak bir mülâyemete bırakırlardı.
Bu böyleydi, zira bu dünya insanları, hemen herkesi kendileri gibi düşünür, başkalarından bekledikleri saygı ölçüsünde ve daha fazlasıyla onlara karşı saygılı olmaya çalışır; bir adım daha atarak onların elem ve lezzetlerini paylaşır ve arzu eden herkese kalblerinin kapılarını ardına kadar açarlardı. İnsaflıydı onlar; adalete önem verir ve hakkı tutup kaldırmada adeta yarışırlardı. Evet onlar, önce kendi millet ve vatandaşlarına, sonra da bütün insanlığa karşı fevkalâde âdil ve merhametliydiler; başları sıkıştığında kurt-kuş gelip onların şefkatlerine sığınırdı. Ne kendi aralarında ne de başkalarına karşı kat’iyen hır-güre sebebiyet vermez ve hır-gür çıkaranları da önce diplomasiyle sonra da insanî bir zecirle yola getirmesini çok iyi bilirlerdi.
Bağrında yetiştikleri kültür ortamının yanında, kendi ruh ve mânâ köklerine dayanmaları, an’ane, gelenek ve dinî değerlerinden beslenmeleri sayesinde çok defa kendilerini cennetlikler arasında ve Cennet koridorlarında yürüyor gibi görür, hep öteler mülâhazasıyla yaşar, ufuklarına akan mâverâîliklerle kendilerinden geçer ve tali’lerine tebessümler yağdırırlardı. Aslında onların böyle güzel görüp güzel düşünmeleri en olumsuz şeylerin arka planında dahi bazı güzelliklerin bulunabileceği inançlarından kaynaklanmaktaydı. Bu itibarla da onlar, gidip gidip çirkinliklere takılma yerine, elden geldiğince her şeyin güzel yanlarını görmeye gayret eder, topluma zarar vermeyen çirkinliklere göz yumar, şunun-bunun ayıplarıyla uğraşma saygısızlığına girmez; sürçen ve düşenlerin elinden tutar ve bir kıblenümâ gibi herkese insanî ufkunu göstermeye çalışırlardı. Böyle davranırlardı, zira onlar, şimdilerde bazılarımızda görüldüğü gibi özlerinden kopmamış ve kendi değerlerine karşı da yabancılaşmamışlardı. Onların nazarında madde-mânâ, dünya-ukbâ tıpkı bir ruh ve ceset gibiydi; birinden bakınca öbürü, ondan bakınca da beriki görünürdü.
Evet onlar, o ruhî ve fikrî zenginlikleri sayesinde asla ikilem yaşamaz; ilim-din ayrılığıyla uğraşmaz, fizik ve metafiziği birbirine zıt mütalaa etmez ve din ü dünya farklılığına takılmazlardı. Aksine bunların hepsini, aynı hakikatlerin farklı yüzleri gibi görür ve her şeyi, herkesi barıştırmaya açık aydınlık ufuklarının enginliğinde hep huzurla soluklanırlardı. Bakış açıları bu kadar geniş o temiz vicdanlar, varlık, eşya ve hadiseleri her zaman doğru yorumlamaları neticesinde, görüp duyduklarından, duyup değerlendirdiklerinden gönüllere akan mânâ ve mazmunlarla rengarenk dantelalar örgüler ve hep mâverâî derinliklerde dolaşırlardı; dolaşır ve her şeyin, herkesin dilinden farklı türküler dinler ve varlığın bağrında köpürüp duran bir şiir ve bir sevgi tufanıyla kendilerinden geçerlerdi.
Her zaman kendi millî çizgilerini koruyan ve kendileri olarak kalmada kararlı bu gökçek yüzler, atalarından tevârüs ettikleri değerlerle o kadar içli-dışlı olmuşlardı ki, geçmişi, içinde bulundukları zamanla beraber yaşar, hâli bir sermaye gibi değerlendirir, geleceği de ümit, iman ve azimlerine emanet ederek gerçek bir mevcut gibi görürlerdi.
O günler bizim altından günlerimizdi.. ve gecesiyle-gündüzüyle, baharıyla-yazıyla, sonbaharıyla-kışıyla her şey millî ruh yörüngeliydi. Bize ait o günlerde her mevsim farklı bir güzellikle gelir ruhlarımızı okşar, her gün ve gece de bir şölen canlılığıyla hissiyâtımız üzerinde tüllenir dururdu.
Eyvâh ki o günler bir bir karardı, o güzellikler de peşi peşine sararıp soldu ve dört bir yan yeni bir bahara emanet gidip hazana teslim oldu.. eyvâh ki garip bir “Bâd-ı hazân esti bağlar bozuldu / Gülistanda katmer güller kalmadı / Şecerler kırıldı bârlar döküldü / El atacak dahi dallar kalmadı!” (M. Lütfî Efendi) Biz, bilinmedik şekilde bir nazara mı çarpıldık, yoksa bir kere daha şeytanın oyununa mı geldik!.. Geldik de, değiştirme, dönüştürme gibi bir misyonumuz olmasına rağmen korkunç bir değişim ve dönüşüme mi uğradık?!. Dimağlarımız şeytanî kurgularla lebâleb; dillerimizde yabancı türküler.. ve aynı zamanda ifadelerimiz de fevkalâde kirli. Doğrusu çok ciddi şekilde yabancılaşarak kendimizden uzaklaştık ve “eski-yeni” deyip birbirimizin kurdu haline geldik; öyle ki düşüncelerimiz sürekli kin ve nefret üretiyor.. mülâhazalarımız şeytanın vesveselerine denk.. kararlarımız da tam ona göre. Oturup kalkıp her zaman nifâka, şikâka kürek çekiyoruz.. etrafımızı yakıp yıkmayı marifet sayıyor ve hesaplarımızı hep ihtilaf ve iftirak yörüngesinde götürüyoruz. Yok özbeöz kardeşlerimize insafımız, olduğu kadar can düşmanlarımıza.. yok en küçük bir şefkatimiz öz vatandaşlarımıza. Öyle ki, bazen en küçük menfaat mülâhazası veya makam, şöhret sevdası gibi bir his, en sevdiklerimize karşı münasebetlerimizi kesip atmamıza yetiyor.
Çoklarımız için bugün demagoji en mergup metâ ve geçerli akçe.. diyalektikte ise doğrusu üzerimize yok. Öyle bir ifade tarzımız ve üslubumuz var ki, ağzımızı her açışımızda bir sürü çam deviriyor ve bir sürü de ruhun kanına giriyoruz. Bazılarımızca din ve mukaddesâtın hafife alınması ahvâl-i âdiyeden.. kimisi, rahatlıkla -yüz bin kere hâşâ- Allah’a saldırabiliyor; Peygamber’e dil uzatıp O’nu küçük görebiliyor.. -tabiî onun densizliği- Kâbe, Ravza deyip ulu orta konuşabiliyor. Bu açıdan da denebilir ki, eski tiranlar bile dine-diyânete saygısızlıkta bu kadar ileri gitmemişlerdi.. evet, firavunlar, nemrutlar bile hiçbir zaman bu ölçüde bir seviyesizliğe düşmemişlerdi. Eski-yeni diktatörlerin, tiranların ağızları hiçbir zaman bu kadar yırtık, düşünceleri bu kadar kirli ve beyanları da bu kadar saygısızca olmamıştı. Dahası, geçmişin o cebbar sîmâları, bazıları itibarıyla ulûhiyet iddiasında bulundukları halde her zaman hasımlarına kendilerini ifade etme imkânını vermiş ve onları dinleme centilmenliğinde bulunmuşlardı.
Keşke içimizdeki bir kısım Allah Peygamber düşmanları da bu kadar insaflı olabilselerdi.. ve keşke bu endâzesiz ağızlar çağımızın bir kısım despotları yerine şanlı geçmişimizin aydınlık şahsiyetlerini örnek alabilselerdi!.. Ama kim bilir belki de bunca inhiraf ve kaymalardan sonra bir gün biz de kendi millî yörüngemizi bulur ve yeniden kendi derinliklerimize uyanırız!..
Âbisten-i safâ vü kederdir leyâl hep,
Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar. (Rahmi)
Sızıntı, Ağustos 2008, Cilt 30, Sayı 355
- tarihinde hazırlandı.