Yuvanın Teşekkülü
Yuva, insanoğluyla beraber varolmuş, çok eski; fakat hiçbir zaman eskimemiş bir müessesidir. tarih boyunca yer yer sert darbelere maruz kalmış, hatta, tasfiyeye tabi tutulduğu anlar olmuş, ama o, her defasında kendisini yıkmak isteyen ellerden kurtulmuş ve başındaki gailelerden sıyrılarak varlığını devam ettirmiştir.
Evet, hikmet elinin, fıtratın sinesine yerleştirdiği yuvayı, ne Isparta'nın vahşi ceberûtu, ne de asr-ı hâzırın [1] iptidâi diktatörlükleri yerinden söküp atamamış ve onu beşer hayatından uzaklaştıramamıştır. Nasıl uzaklaştırabilirdi ki, kâinatı şiirimsi bir nizam içinde vâzeden Yüce Yaratıcı yuvayı, bu umumî nizamın ehemmiyetli bir parçası olarak tabiat kitabının bağrına yerleştirmiş ve âlem-şümul ahengin itici ve çekici kuvvetleriyle onu sıkı sıkıya bağlamıştır.
Canlı varlıklar arasında -belli bir dönem için dahi olsa- yuva kurmayan ve kendi nezaretinde yavrularının yetişmesine vasat hazırlamayan bir canlı yok gibidir. Kuşlar bin bir zorlukları göğüsleyerek yuva kurarlar, karıncalar durup dinlenme bilmeden yerin derinliklerine delikler açar dururlar. Dağda taşta gezen bütün vahşiler, inleri ve kovukları mesken edinerek başlarını sokarlar...
Her canlı kendi fıtratı sınırları içinde başını sokup barınacağı bir yuva ve yavrularını uçuracağı ana kadar onları görüp gözeteceği bir mesken tesisine çalışır ve bu hususta insan aklına durgunluk verecek şekilde titizlik ve gayret gösterir.
Böylesine çok sıhhatli, alabildiğine sağlam ve fıtrat kaideleri üzerine oturtulan yuva, insanoğluyla bütün bütün ehemmiyet kazanmış ve onun hayatının 'lâzım-ı gayr-ı müfârık-' [2] haline gelmiştir. Bu itibarla insanı yuvadan ayırmak, insanlıktan uzaklaştırmak kadar ters ve tabiattan tecrit etmek gibi de gayr-ı mantıkîdir. İnsanın insanlığı yuva ile tamamlanır, yuva ile kemâle erer ve yuva ile devamlılık kazanır. Buna binaen, yuvanın ağırlığı ile oynama ve onu örseleme, insanlık hakikatine dokunma ve onu hafife alma demektir.
Evet, meşru çizgide kurulan her yuva, maddî manevî kemâlat ve faziletin vesilesi olmuştur. Onun bozulması veya meşruiyet çizgisinden sapması ise, milletlerin ve hatta insanlığın yıkılışını netice vermiştir.
Gayr-ı meşru yuvacıkların, millî zemini delik deşik edip, millet ağacını içten içe çürüttüğü günümüzde, bu vadide söylenecek her sözü 'malûmu îlam' [3] kabilinden sayarak, mülâhazamızın tafsilâtını okuyucunun iz'anına havale edip, yuvanın kuruluş keyfiyetine geçmek istiyoruz.
İlk beşerî yuva, insanoğlundan bir çift ile meydana gelmiştir. Daha sonra da aynı şekilde tabiatını koruyarak devam etmiştir. Ne var ki ilk yuva, Yaratıcının hikmet eliyle kurulduğu için, onda, ızdırab ve sıkıntılar gelip geçici, huzur ve emniyet ise sürekli ve kalıcı olmuştur. Eğer insanlar ilk yuvadaki esas ve şartlara riâyet edebilselerdi, nesiller bozulmayacak ve insanlık da bugün olduğu gibi sefilleşmeyecekti. İnsanlık, yuvanın bozulmasıyla bozuldu. Ve eğer yeniden, topyekün beşerin huzur ve emniyete ermesi düşünülüyorsa, mutlaka sıhhatli yuvaların kurulmasına gidilmelidir. Zira sıhhatli bir yuva, huzur ve emniyeti temin eden en kudsî bir müessese ve ictimâinin de mühim bir kaidesidir. Aksine, iyi kurulmayan bir yuva, huzur ve emniyet vadetmediği gibi, yetişen nesiller için de bir han ve otelden ibarettir. Bütün hayatlarını böyle bir otelin soğuk duvarları arasında geçiren çiftler talihsiz, yetişen yavrular da sahipsizdir.
Yuvada huzur ve emniyet
Yuvada huzur ve emniyetin birinci şartı, eşler arasındaki uyumdur. duygu, düşünce, ahlâk ve inançta uyum.. Buna göre, yuva kurmaya teşebbüs eden her fert, evvela duygu, düşünce ve ahlakta kendisiyle imtizaç edebileceği birisini araştırma mecburiyetindedir. Aksine, tasavvurdan düşünceye, düşünceden ahlâka kadar her şeyiyle irdeneceği bir arkadaşla hayatını geçirme mecburiyetinde kalacaktır ki, böyle bir durum çiftler için bütün bir hayat boyu sadece ızdırab kaynağı olacaktır. Eşlerin birbirine zıt olduğu bir yuvada -fevkalâdeden bir imtizaç ve câzibe-i kutsiye ile arzu edilen çizgiye gelme olmazsa- taraflar kendilerine zıt düşüncelerin altında ezilecek ve hep yuvadan uzak kalmayı düşüneceklerdir. Hatta, bir arada bulundukları zamanlarda dahi, duygularıyla düşünceleriyle, birbirlerinden uzak ve hânenin dışında yaşayacaklardır.
Anne ve babanın aynı elektrik yüklü zerreler gibi, birbirini ittiği ve birbirinden uzak durduğu, bir aile yapısı içinde yetişecek çocukların durumu ise, hepten yürekler acısıdır. Çocukların duygulu ve saygılı, aynı zamanda içinde bulundukları toplum için iyi birer rükün olmaya hazırlanmaları, ancak fevkalâde imtizaç etmiş bir ailenin yumuşak ve sevgi dolu atmosferinde kabil olacaktır. Yoksa onların tertemiz duygu ve düşünce dünyâları üzerine, her gün bir tortu gibi gelip çöken anne babanın huysuzluğu ve imtizaçsızlığı, bir ölçüde onları da huysuz ve saygısız kılacaktır ki, bu da çocukların, bütün bir hayat boyu, her sıkıntıda, kendilerine müracaat edecekleri, daimi rehberlerine karşı itimatlarının, olumsuz şekilde sarsılması demektir. Şuurları böylesine kirlenmiş ve bulanık şeylerin baskısı altında gelişen yavruların, topluma yararlı birer uzuv olmaları ise şüpheli ve düşündürücüdür. Hatta değil yararlı olmaları, ciddî bir fikri operasyona ve arındırılmaya tâbî tutulmazlarsa, içinde yaşadıkları toplum için, büyük zararlara sebep olmaları da muhtemeldir.
Resmî istatistikler, cürüm işleyen ve ondan zevk alan çocukların büyük bir kısmının, (aile huzursuzluğu) kurbanları arasından çıktığını göstermektedir ki; meselemiz bakımından oldukça mânidardır. Bir de buna, toplum içindeki itici ve çekici güçler ilave edilecek olursa, o zaman nesillerin azgınlığına değil de, istikamet ve dürüstlüğüne şaşılmalıdır!
İzdivaçta Veraset
İzdivaçta, üzerinde durulması gerekli olan hususlardan biri de, verâsetle [4] alakalıdır. Dünden bugüne üzerinde hassasiyetle durulan bu mesele bilhassa günümüzde bir hayli kuvvet kazanmış gibi görünür.
Verâset, çocuğun bağlı bulunduğu soy-ağacının, uzak ve yakın köklerinden birinin, taşıdığı iyi veya kötü huylardan bazılarının, çocuğa intikal etmesidir ki; bir hayli ilim adamının kanaatleri bu merkezdedir ve Mendel'in çalışmaları da bunu teyit ve ispat eder mahiyette olmuştur. Hele alkol ve emsâli uyuşturucu şeyler üzerindeki çalışmalar, anne ve babadaki iç deformasyonun, ruh ve karakter bozukluklarının, katiyetle çocuğa geçebileceğini ortaya koyduktan sonra, artık bu meseleye bir 'kaziyye-i muhkeme' [5] nazarıyla bakabiliriz.
Bu demektir ki, iyi bir izdivaç, ferdin şahsî ve içtimaî hayatında yapıcı ve yükseltici bir unsur olmasına karşılık, düşünülmeden yapılan kötü bir izdivaç, hem aile, hem o aileden meydana gelecek çocuklar ve hem de toplum için talihsizliktir. Yani, maddî ve manevî sıhhate ermiş biriyle izdivaç, iyi nesillere doğru olmanın ilk şartı sayıldığı gibi, aynı zamanda ferdin kendi toplumuna karşı da mükellefiyetini idrak etmesi demektir. Bu itibarladır ki, en üstün beyan içinde; 'nutfe'nin [6] nereye konulacağı hususu üzerinde hassasiyetle durulmuş ve bu mevzuda yapılacak seçimin, hayatî ehemmiyet arzettiğine dikkat çekilmiştir. Sözün özü; mevzu bir tohum ve tarla temsiliyle ele alınmakta, sıhhatli nesiller, bu iki unsurun uyumuna, kusursuzluğuna ve 'kuvve-i inbâtiye'sine [7] bağlanmaktadır. Tohum sıhhatli, atıldığı yer de nezihse, 'şart-ı âdî' [8] olarak sebepler tamam ve fiilî dua yerine getirilmiş demektir. Bunun aksi ise, bataklığa yulaf ekip buğday bekleme gibi bir ham-hayâllik demektir ki; bir kuruntu ve aldatmaca olduğunda asla şüphe yoktur.
Hülâsa olarak diyebiliriz ki; iyi nesillere doğru atılan ilk adım, yuva ile başlar. Yuva, fıtratın, aklın ve iz'ânın gerekleri istikametinde kurulur. Ve eşler, ruh, düşünce, anlayış ve ahlakta uyum içinde olurlarsa, hâne bir cennet köşesi, içindekiler de ebedî huzur ve saadete namzet talihliler olurlar. Aksine yuva, inanç, düşünce ve anlayıştaki imtizaç nazar-ı itibara alınmadan hissîlik üzerine kurulursa, o hâne, huysuzlukların, huzursuzlukların kaynaştığı bir han ve gulyâbânîlerin [9] cevelangâhı bir 'şeytanlar şatosuna' dönecektir ki, böyle uğursuz bir yuvada, yetişecek nesillerin, Faust'un talihsizliği içinde yıkılıp gideceklerinde, kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Ancak, şunu da hemen arz edeyim ki; yuva ne kadar aklî, mantıkî esaslar üzerine kurulmuş ve mükemmel de olsa, yine de her şey demek değildir. Belki yuva gibi böyle bir ilk şarta, şiddetli ihtiyaç vardır ama, bundan sonra yapılması gerekli daha pek çok vazife bulunmaktadır ki, bu vazifelerin bütünü yerine getirildiği zaman, bir hizmet yapılmış olacaktır. Bu vazifeler, çocuğun dünyaya gelmesiyle başlar ve gençlik döneminin nihayetine kadar da devam eder. Vâkıa, insan hayatında, olgunluk ve yaşlılık gibi dönemler de vardır, ama; bizi daha çok ilgilendiren onun çocukluk ve gençlik devreleridir. İhtiyarlık ve olgunluk devresini idrak eden insanlar, değişme ve şekillenme dönemini çok gerilerde bıraktıkları için gönüllerinden gelenin dışında, arzularının hilafına olarak- onlara bir şeyler anlatmak ve ruhlarını yenilemek mümkün değildir. Bu itibarla, biz de sadece, çocukluk ve gençlik devreleri üzerinde durmak istiyoruz.
Çünkü bu devrede insan, çevreden alacağı şeylerle iç -şekillenmeye girer. Bu devrede ak'ı karadan tefrik eder ve yine ancak bu devrede talim ve terbiye kendisi için faydalı olur. Büyük bir ölçüde, bütün kazanma ve kaybetmeler hep bu devrede başlar. İnsanlık için (altın dönem) sayılan bu devre, aynı zamanda, insanın melekleşmeye ve içtimaîleşmeye yönelebileceği tek devredir.
Çocuğun Dünyaya Gelmesi
Bu itibarla, çocuk daha dünyaya ilk gelir gelmez, onu insanlaştırma ve melekleştirme istikametinde hemen harekete geçilerek, kudsî ölçülerimiz içinde bütün merasimler icra edilmeli ve Yüce Yaratıcıya ısmarlanmalıdır. Evet, onun kulağına okunacak bir ezan ve kamet, yüce âlemlerden ruhuna üflenmiş melek solukları gibi, onu varlığa ve diri kalmağa çağıran ilk mesajlar olacaktır. Bu ilk ilhak ve fısıltı, o çok aciz yavruyu en hakîm ve hafiz bir iradeye teslim etme demektir ki, bu husus hiçbir zaman küçümsenmemelidir.
Çocuğa güzel bir isim konması ve bu isimin bilhassa, hayatları kahramanlık destanlarıyla dolu, müstesna kimselerin isimleri arasından seçilmesi, o yavrunun geleceği adına yine küçümsenmeyecek şeylerdendir. Çocuk, adını aldığı zat hakkında kendisine verilen küçük bir malumatla, onu daima başının üstünde hissedecek ve ilk devrelerde belki şuuruna varmadan, fakat sonraları bütün samimiyetiyle ona benzemek için çırpınıp duracaktır.
Ayrıca, bu ismin, toplum tarafından kendisine ehemmiyet atfedilen bir şahıs tarafından konması da çok mühimdir. Çok defa 'senin ismini falan zat koymuştur' sözü karşısında, gencin vicdanının uyandığı ve kendinde bir iç-toparlanma meydana geldiği göze çarpmıştır.
Şunu da hemen arz edeyim ki; ezan, kamet ve isim koyma gibi bu ilk vazifeleri, bir kısım aceleci kimseler yadırgayıp hafife almamalıdırlar. Bunlar, çocuğa karşı yapılması gerekli yüzlerce mükellefiyetten sadece bir iki tanesidir. Ve yine bunlar, doğrudan doğruya çocuğun, kalp ve ruhunu hedef alan ve neticede de yüce meşîetle [10] ısmarlamayı ifade eden bir iç teminattır. Yoksa, mesullerin vazifeleri bunlardan ibaret demek değildir.
Yine bu ilk devrede, çocuğun zihnine yerleşen şeylerin, bütün bir hayat boyu, onun, şuurunu baskı altında bulunduracağını düşünerek onunla geçirilen dakikalarda, ebeveynin tavır ve davranışları da çok mühimdir. Bu ilk tefahhüs [11] ve tecessüs döneminde anne ve babanın hareketleri onun şuuruna öylesine yerleşir ki, daha sonraki dönemlerde çocuk, çok defa bunların tesirinden kurtulamayarak, ebeveynini bu şuuraltıların baskısı altında dinler ve onların baskısı altında değerlendirir.
Anne Babanın Davranışları
Anne, baba onun nazarında, mürâî, dediklerini yapmayan; yalan söyleyen; başkalarını aldatan; iyilik bilmeyen, başkalarına zulümden sakınmayan ve ebeveyn olma vekar ve ciddiyetinden mahrum bir kısım sefil varlıklar olarak iz bırakmış ve yer etmişse, bir daha onlardan müspet şeyler kapması oldukça zor, hatta imkânsızdır. Hele, onun gözü önünde, bilfiil fenalık yapılıyor ve hatta ona da yaptırılıyorsa, o anne baba bütün bütün kendilerine karşı güven ve itimadı sarsmış ve ileride vermeyi planladıkları şeylerin önünü tıkamışlar demektir. Bu ise çocuğun, ilk terbiye ocağı olan yuvadan hiçbir şey almadan, eli boş olarak ayrılmasını netice verecektir.
Binaenaleyh anne baba, sonsuz şefkatlerinin yanı başında, terbiyesiyle mükellef bulundukları çocuğun bu durumlarını da düşünerek, rollerini çok iyi oynama mecburiyetindedirler. Aynı zamanda oynayacakları rollerini alabildiğine yürekten ve bir ibadet neşvesi içinde oynamalıdırlar. Vâkıa, burada ne rol ne de oyun yoktur ama, yine de 'dîk-i elfaz' [12] yüzünden bu tabirlere baş vuruldu.
Bütün bunların ötesinde, kaf dağından ağır en büyük iş ise, çocuğun fizikî gelişmesine muhâzî olarak değişen bakış zâviyelerine karşı tespitlerin isabetli yapılması ve ona göre de tavır ve vaziyet ayarlamalarına gidilmesidir. Nasıl ki, yavrunun fizyolojik gelişmesi merhalelerinde, hekim tavsiyesine göre belli rejimler vazedilerek mama ayarlamaları yapılıyor; öyle de onun kalben ve ruhen gelişmesi nazara alınarak, verilecek şeylerin cins ve miktarlarına titizlik gösterilmelidir.
Bir devrede o, göz ve kulak yoluyla aldığı şeylerle besleniyorsa, o devrede, bu iki menfezden kalbine ve ruhuna giren şeylere dikkat edilmelidir. Bir başka devrede, daha başka alıcılarıyla değişik tecessüsler peşinde ise, bu defada, o zâviyeden verilmesi gerekli olan şeylerle imdadına koşulmalıdır.
[1] Asr-ı hâzır: Asrımız.
[2] Lâzım-ı gayr-ı müfarık: Ayrılması mümkün olmayan. Mutlaka lâzım olan.
[3] Malumu îlam: Bilineni bildirme.
[4] Verâset: Kalıtım.
[5] Kaziye-i muhkeme: Tam, sağlam hüküm.
[6] Nutfe: Meni. Aynı cinsten hücrelerin birleşmesi.
[7] Kuvve-i inbâtiye: Bitiren, yeşerten kuvvet
[8] Şart-ı âdî: Normal olarak şart olan.
[9] Gulyabânî: İnsanı felakete attığına itikat edilen vahşi bir mahlûk ismi.
[10] Meşîet: İrade. Dilemek. Arzu. İstek.
[11] Tefahhüs: Bir şeyin, bir meselenin içyüzünü dikkatle araştırmak.
[12] Dik-i elfaz: Lafızların darlığı, ifade güçlüğü.
- tarihinde hazırlandı.