İnanç
İnanç, bir milleti olgunlaştıran ve sonra da ona devamlılık kazandıran en mühim bir unsurdur. Bir toplum, bütün meselelerini imanla yoğurup imanla şekillendirip ve sağlam inanç kaideleri üzerine oturttuğu nispette istikrarlı ve gelecekten ümitli olabilir. Aksine, inançsızlığı ve ilhadı nispetinde de sıkıntı ve buhranlar içinde kıvranır durur ve belki de -maâzallah, tarihten silinip gider. Bu itibarla, deyebiliriz ki; talim ve terbiyenin, fertler ve toplumun üzerindeki tesiri, o talim ve terbiye içinde inanca verilen yerle mebsûten mütenasiptir (doğru orantılı). İnkâr ve ilhad içinde yuvarlanan, bir insana, ne denli terbiye verilirse verilsin, semereli ve faydalı olacağı iddia edilemez. Aksine, şirk ve dalâlet yolu, insanı baş aşağı düşüren, hadsiz ızdıraplar içinde kıvrandıran ve insanın beline, kaf dağından ağır yükler yükleyen musibetli, karanlık ve uğursuz bir yoldur.
Evet, insan yaratıcısını tanımaz, ona itimat edip dayanmazsa, son derece aciz ve zaif, fevkalade muhtaç ve fakir; bir sürü musibete maruz elemli kederli bir mahluk ve alâka peyda ettiği bütün sevdiklerinden her an ayrılma ızdırabını çeken ve sonra da tek başına, kendi kaderiyle, kabrin karanlıklarına gömülen zavallı bir varlıktır. Öyle bir zavallı ki, bütün hayatı boyunca, minicik bir iktidar ve sınırlı idaresiyle ardı arkası kesilmeyen sonsuz arzu ve isteklerin tahsiline çalışır durur. Ah! Keşke arkasından koşup durduğu şeylerin binde birini elde edebilseydi... Heyhat! O sırtına ve başına yüklediği dünyalar kadar ağır yükler altında ezile ezile ölmeden cehenneme girer ve cehennem azabını tadar. Bu acıklı hal ve dehşetli manevî azabı duymamak için hislerini iptal edip kendini sarhoşluğa vermesi ne acı ve ızdıraplıdır. Ne acı ve ızdıraplı bir haldir ki çaresizlikten kendinden kaçar ve yalnızdır.!
Evet, insan, Yüce Yaratıcıya kulluk içinde, ona inkiyad etmez ve onun himayesine girmezse, küçük bir mikroptan tut, tâ sârî hastalıklara ve zelzelelere kadar onu çepçevre sarmış ve hayatına karşı hücum vaziyetini almış binlerce düşmanı olduğunu görür, hisseder ve titrer. Onun nazarında her ses ölümden ve yokluktan bir nefha ve her hâdise kabir ötesi âlemlere ait korkunç mesajlardır. Böylece kabrin dehşet verici karanlıklarına kadar uzayıp giden bin bir boğucu hâdise karşısında, yalnız, endişeli ve ümitsiz bu insan, şahsî ızdırab ve acılarının yanında, az çok alâka duyduğu başkalarının elem ve acılarını ruhunda yaşaya yaşaya tükenir gider. Evet, umumi musibetler, sârî hastalıklar, beşer çapındaki kıtlıklar ve içtimâi hercümerçler gibi bin türlü çalkantılar, dünyayı onun nazarında yaşanmaz bir cehennem, bir gayyâ haline getirir. Ne acıdır ki O, bütün bunlara rağmen merhamet ve şefkate liyâkatını kaybetmiş, sevimsiz ve kötü bir maznundur. Zira O, inançsızlığından, kalbî, ruhî tatminsizliğinden herşeyi ters, antipatik ve çirkin görmekte ve her şeye karşı menfî bir tavır almaktadır.
'Nasıl ki bir adam, güzel bir bahçede, fevkalade bir ziyafette ve ahbapları arasında temiz, tatlı, hoş ve meşru bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip gayri meşru ve pis bir lezzet için, çirkin ve mülevves şarapları içse, sonra da kendini kış ortasında, uygunsuz bir yerde ve canavarlar içinde tahayyül ederek titrese; bağırıp çağırarak çevresini rahatsız etse ve hatta namuslu mübarek arkadaşlarını bir kısım vahşiler tasavvur ederek onlara hakarette bulunsa; o lezzetli yemekleri ve temiz kapları pis ve murdar görerek, kırsa dökse, ona merhamet ve şefkat edilemez. Öylede iradesini kötüye kullanarak inkâr sarhoşluğuna düşen ve kendini bin bir hezeyana kaptıran ve netice itibariyle de bütün zevk ve sefasını gayri meşru dairede arayan nasipsizlere merhamet edilemez.' Aslında onlara merhamet edilse bile, onlar gönüllerini kaptırdıkları, nefis ve hevâ âleminin getirdiği elemlerden daima iki büklüm olacak ve ızdırab çekeceklerdir.
İman İnsanı Cennete Ulaştırır
İnanç yolu ise, insanı huzura, itminana ve ruh aleminde cennetlere ulaştırır. 'Dünyayı bir misafirhane, mevcudatı, Yüce Yaratıcının isimlerinin aynaları ve bütün ilahî sanatları her vakit tazelenen birer mektup' ve birer nâme gören kimse, fânî ve zâil şeylerin her zaman gönlünü yaralamasına karşılık, varlığıyla huzura erdiği Zâtın mevcudiyetini düşünerek o yaraları tedavi eder ve karanlık vehimlerden kurtulur. Evet, böyle birinin nazarında 'Ölüm ve ecel öbür âlemdeki ahbaba kavuşmanın başlangıcı ve asıl vatana bir seyahattir.'
Demek ki hayatın zevk ve lezzetini arayanlar, onu, imanla donatılmış kalplerle aramalı ve kulluk mükellefiyetlerini yerine getirme esasiyle takip etmelidirler. Yoksa, bu dairenin dışında zevk ve lezzet arayanlar -kendilerini aldatacak bir kısım şeyler bulsalar bile- ızdıraptan ızdıraba düşecek ve bu dünyaya geldiklerine bin pişman olacaklardır. Bu itibarla, 'kim dünya hayatını esas maksat yaparak, kendini fânî şeylerin kucağına' atacak olursa, zâhiren bir cennet içinde dahi bulunsa manen cehennemdedir. Ve aksine 'kim de, ciddî olarak ebedî hayata yönelirse, dünyası çok fena ve sıkıntılı da olsa' burayı, öbür âlemi bekleme salonu gördüğünden- huzurlu ümitli ve mesuttur.
Bunun içindir ki, her şey gibi, talim ve terbiye de, inanç ve kalbin kuvvetine dayandığı sürece, verimli ve semereli olsa bile, inançsızlık, kalbî ve ruhî tatminsizlik içinde verilmek istenen talim ve terbiyenin faydalı olacağını iddia etmek oldukça zordur. Evet, böyle inkarcılar, serâzât gönüllerine esen her fenalığı yapacak, her levsiyata girecek ve zabt u rabt altına alamadıkları nefisleriyle hiçbir kötülükten geri kalmayacaklarından ötürü, iyi güzel ve doğru adına onlara bir şey anlatmak mümkün olmayacaktır.
Bir kere daha tekrar edelim ki; insan ancak inançlarıyla var ve onlarla mutlu ve bahtiyardır. Yüce yaratıcıya inanç ve ona inancın bir uzantısı olan öldükten sonra dirilme (ba's-ü ba'de-el mevt) ye, dirilip iyiliklerinin mükafatını ve kötülüklerinin cezasını görmeye yakîni sayesinde insan, yaşamanın zevkine erer ve geleceğini de garanti altına alır... Emniyetin, ümidin ve huzurunun remzi olan bu yüce düşünceden uzak kaldığı sürece de, hem kendi dünyasını hem de içinde yaşadığı toplumun dünyasını zindan eder.
Evet, 'insanoğlunun hemen hemen yarısını teşkil eden çocuklar, ancak cennet fikriyle, onlara çok dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve yine bu cennet fikriyle (Bu küçük kardeşimiz veya arkadaşımız öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Şimdi bizden daha güzel yaşıyordur) diyerek tam teselli bulabilirler. Yoksa, her vakit etrafında kendileri gibi çocukların' veya büyüklerin vefatlarını gören o zayıf ve biçâre yavrular, kırılan-mukavemetleri ve sarsılan kuvve-i maneviyeleri, yıkılan kalp, ruh ve akıllarının enkazı altında mahvolup gidecekti...
Ve yine, takriben 'beşerin yarısını teşkil eden ihtiyarlar, sadece ahiret inancıyla, çok yakınlarına kadar sokulan kabre karşı tahammül ve çok alâkadar oldukları hayatlarının sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına karşılık, evet, bu en dehşetli ümitsizliklerini ancak âhiret inancıyla yenebilirler. Yoksa, şefkate çok muhtaç, sükûnet ve itminana çok hâhişkâr o muhterem' anne ve babalar; nene ve dedeler ruhlarının feryadı ve kalplerinin efganıyla dünyayı bir matemhaneye çevireceklerdi.
Ve yine, insanlığın büyük bir bölümünü oluşturan ve içtimaî hayatın mühim bir rüknü sayılan 'Gençler, hissiyatlarının taşkınlık ve aşırılığı ve çok ifratlâr bulunan nefislerinin tecavüz ve tahribini, ancak ve ancak hesap ve cehennem düşüncesiyle' frenleyebilirler. Yoksa, büyük bir kısmı itibariyle o delikanlılar, azgınlaşmış ruhlarıyla, zavallı âciz ve zayıflar için bu dünyayı cehenneme çevireceklerdi.
Bunun gibi, yuvanın emniyet ve huzuru; köy, kasaba ve şehirlerin âsâyiş ve sükûnetli sadece ve sadece kalbi ve ruhu itibariyle yetişmiş, Allah'a ve ahirete inanmış nesiller sayesinde kabildir...
Evet, 'Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır; Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.'
- tarihinde hazırlandı.