Günümüzde Gençliğin Problemlerine Doğru
[Sızıntı, Mart 1981, Sayı 26]
Gençliğin problemleri denilince, bir sınıf halk, öteden beri söylenegelen faydasız laflardan bir düzine nasihat anlatılacağı mülâhazasıyla, alâka duymaz ve bakar geçer. Bir kısım kimseler ise, 'acaba yeni bir şey var mı?' düşüncesiyle takibe koyulur.
Bunlardan birincilerine göre; günümüzün azgın gençliği, ne 'nushun' ne de 'köteğin' fayda vermediği garip mahluklardır. Onlardan bahis açmak zâid ve malumu ilam kabilindendir. Bu, alabildiğine azgınlaşan ve alabildiğine mütecaviz gürûha karşı bir şey yapılacaksa; o, mutlaka zecrî tedbir olmalıdır. Yani, 'bunların diline kilit, kalbine kement ve düşüncelerine de zincir vurulmalıdır. Mahkemeler, hapishaneler, sürgünler, mahrumiyetler ve ara-sıra da bazı tâvizler en elverişli tedbirlerdir.' kasaplık ve tahmisçilikten gelmiş kâzî'nin hükümlerini andıran, bu türlü tedbir ve çarelerin sığlığı ve tutarsızlığı meydandadır. Bu yollarla muvakkat uslanmalar, ölüm iyiliği gibi şeyler ve terkisinde bin-belâ, bin dâhiye getiren sükût ve sükûnetler temin edilebilir; fakat, asla istikrar ve itminan elde edilemez.
İkinciler ise, alabildiğine yılgın ve alabildiğine tedirginlik içindedirler; ama, ümitsiz değildirler. Yerinde 'nushun' yerinde de 'köteğin' faydasına inanırlar. Ne var ki, 'medenîlere galebenin ikna ile' olacağı düşüncesi, onlarda daima ağır basmaktadır. Bunlar gençliğin ıslahıyla alâkalı herşeyi merakla takip eder; her yazıyı okur ve her mütalaaya saygı duyarlar. Birincilerin, herşeyi dıştan beklemelerine her hadise karşısında kalenderliklerine, vurdumduymazlıklarına mukabil, ikinciler, iş yapma istidadında, atılgan ve dertlidirler.
Bir de bunların dışında olan kalabalıklar vardır ki, sarkaç gibi hep dış muharriklerle hareket etmekte ve harici baskılarla med ve cezire geçmektedirler. Hangi cephe daha önce bir efkâr-ı âmme 'oluşturursa' bunlar o tarafa meyleder ve onun içinde erirler.
İçtimâî manzara, dünden bugüne hep böyle olmuştur. Değişiklik tamamen sûrî ve kemmî (=yüzeysel ve nicel) boyutlar içinde cereyan etmiştir.
Örf ve geleneklerimizin sarsıldığı, millî ruh ve değerlerimizin temelden ırgalandığı o ilk günlerde de durum, şimdikinden farksızdı. Ya, olup-biten şeylere karşı böyle bigâne kalınıyor veya -arz edildiği gibi- muvakkat uslandırıcı müsekkinlerde (sakinleştirici) teselli aranıyordu. Ama o gün bunu görüp bilecek, teşhis koyup tedaviye gidecek gerçek düşünür ve muzdariplerden mahrum bulunuyorduk. Pierre Loti 'Nâşâd Kızlar'ıyla bizdeki sarsıntı ve çöküntüye ilk parmak bastığı; Türk Evi'nin, Türk kadının künde künde üstüne devrildiğini ifade ettiği günlerde biz, üzerine toz kondurmayacak şekilde, batı ahlak ve anlayışıyla yanıp tutuşuyorduk. Bu devri anlatan Hüseyin Rahmi gibi hikâyeciler, neslimizi tramvayda şamatacı, iç-mahallelerde yaygaracı ve saraylarda gülünç; Halit Ziya gibi şâirler ise, Avrupa bebekleri kılığında tuhaf mahluklar olarak tahayyül ediyorlardı. Ne gariptir ki, o yıkılış döneminde dahî, dost, düşman bizdeki kadın ve topyekün adap ve muaşeretimizi güzellik numûnesi olarak tanıyor ve alkışlıyorlardı. Heyhat! Müptela olduğumuz şahsiyet zaafı eriyip giderken; hiçbir bakış bizim için bir şey ifade etmiyordu. Ne Batı dünyâsının alıcı bakışı, ne de başka bir alemin hayranlık dolu nazarları...
Biz, o gün için gönlümüzü kaptırdığımız alafrangalaşma ile, öylesine mest ve mahmur idik ki, bin musibet dahî aklımızı başımıza getiremezdi. Ve, öyle de oldu. Bir-baştan bir-başa bütün yuvalarımızı saran (kendinden uzaklaşma) hastalığı, asil milletimizi her türlü dinî, millî, harsî ve irsî hassalarından mahrum; renksiz ve (kendi olma)'nın dışında her kılığa girmeye müsait; frenklerin 'levanten' dedikleri halitaya benzer hale getirmişti.
O zaman bütün bu şeyler, bir arzu, bir heves ve bir ihtiras şevkiyle oluyordu. Eğer, hastalığın ilk zuhur ettiği o günlerde, neslimize ve yuvalarımıza, garp-kadınlarının taklitçisi olarak son saflarda bulunmaktansa, kendi dünyalarında birinci sırada bulunmayı telkin edebilseydik, yuvalarımız bugünkünden daha yüksek ve aynı zamanda Batı kuklası olmadan kurtularak, kendi sihir ve efsununu korumuş olurdu.
Romalı Kayser, bir seyahatinde, yanından geçtiği yüzde yüz bir Romalı köy için; 'Roma'da ikinci olmaktansa bu köyde birinci olmayı tercih ederim' demişti. Keşke bu düşünceyi kendi insanımıza ser-meşk olarak kabul ettirebilseydik... Belki de o zaman düşünceden davranışa, muaşeretten kisve ve yaşayışa kadar, her şeyimizde çok farklı olurduk. kendimiz gibi düşünür, kendimiz gibi yaşar; kendimiz gibi zevk ederdik. Halbuki (Baş ülke) insanı olan bizler, bu sırrı sezemedik. Düşman dünyaların bin bir akrobatlıkla sahnelendirdiği herşeyi, kerâmet sayarak (ceffe-l kalem) kabul ettik. Batının gülendâm kametlerine, priyantinli tuvaletlerine aldanarak eciş bücüş yollardan ecinniler barınağı batakhanelere daldık. Ah! Bu ne körlük, ne sağırlık ve ne kalpsizlikti...
Daha sonra ise sihirli ve efsunlu şatolarda ardı-arkası kesilmeyen asimilasyonlarla yurt da yuva da bir harâbeye döndü. Şairin 'Müsafirim vatanın bir harâbe-zârında' sözü, 'devlet-i ebet-müddet' yüksek idealinin yerine oturdu. Bugün, hemen hemen hepimiz, bu mısraı mırıldanırken, vatanın bir harâbe-zâre döndüğünü düşünmekteyiz. Ama bu harâbe-zârı bir mâmûreye çevirmek için, kaç gönül-eri ve kaç muzdarip gösterebilirsiniz? Hiç...
İşte asıl düşündüren husus da budur. Evet, ne tepeden tırnağa mâzi kesilerek eskileri düşünüp inlemek, ne de mazinin doruk çizgilerinde hayâllerini yaşayarak kendini avutmak, bu onulmaz derdin devâsı değildir. Geçmişe ait üzüntü ve neşelerimiz, dirilişimize ait müjdelerle geldiği nispette sevimli ve yararlıdır. yoksa, ümit kırıcı, zararlı ve menfurdur.
Gençliğin problemleri bütün bir milleti ilgilendiren hayati ve ana meselelerdendir. Onun içindir ki, böyle bir mevzuya karşı, hemen herkes az-çok alâka duymakta; bir şeyler yapmayı düşünmekte veya en azından bir şeyler yapılmasını beklemektedir. Hele hele gençleri bütün azgınlığıyla gördükten sonra...
Ne var ki, mücerret alâka duymanın ve faaliyetsiz düşüncenin bir fayda getirmeyeceği de muhakkaktır. Emeksiz ve aksiyonsuz düşünce ve ızdırab, bir fazilet ifadesi olsa bile, katiyen çare değildir. Bu itibarladır ki, her düşünce bir emeği, her plan bir aksiyonu netice verdiği nispette kıymet ifade eder; yoksa her düşünce bir ızdırab, her plân bir aldatmacadır.
Dünden bugüne gençlik, defaatle ele alındı; gazete, mecmua ve hatta kitaplara mevzu oldu. Ancak bu ele almalar büyük bir kısmı itibariyle, suçlamalardan, şikayetlerden, teessüf ve telehhüflerden ibaret kalıyordu. Kimse, niçin böyle olduğuna temas etmiyor ve bu dev-meselenin halli üzerinde durmuyordu. Duranların da çokları, duymamazlıktan geliyor ve hatta duyulmasını istemiyordu.
Oysa ki, O'nun hakikatçı bir gözle ele alınması ve nelerin, ne zaman, nasıl verilmesi, üzerinde durulması gereken ve asla ihmale tahammülü olmayan meselelerdendi. Heyhat ki, bu ciddî mesele, kıymeti ölçüsünde-ademe (yokluğa) mahkum edilmek istenen bir kısım mühim zevâtın gayretleri müstesna-asla ele alınmadı ve üzerinde durulmadı.
Yeni dönemin getirdiği ve hatırlattığı şeylerle biz, bu hayati mevzuun -arz edilen ölçüler içinde- tahlile tâbî tutulacağı ümidini beslemekteyiz. Geleceğin Türkiyesini kurmak isteyenler, herşeyi kanına ve canına emanet ettikleri gençliğin meselelerine karşı, lâkayt kalamazlar. Büyük ve müreffeh, yepyeni bir dünyânın kuruluşunda, millet ve devlet bütün müesseseleriyle, bu çok nazik noktaya eğilme mecburiyetindedirler.
Aile, mektep, sokak ve bütün kollarıyla neşriyat bu mevzu etrafında omuz omuza verdiği zaman, müspet ve sağlam neticelerin elde edilmesi muhakkak gibidir. Bunlardan bir veya ikisinin devre dışı kaldığı zamanlarda ise, gençlik, çeşitli zıtlıklar ve farklılıkların meydana getireceği atmosfer içinde, çekişmeye terkedilmiş demektir.
Mektep ve aile yan yana değilse; neşriyat, mektep ve aileye omuz vermiyorsa, sokak bunlarla aynı çizgiyi paylaşmıyorsa, hizmet, sadece icrâ edildiği müessesede mevzii olarak kalacaktır. Böyle bir (lokalizasyon)'un fayda getirmeyeceği de meydandadır.
[Sızıntı, Nisan 1981, Sayı 27]
Gençliğin problemleri bütün bir milleti ilgilendiren hayati ve ana meselelerdendir. Onun içindir ki, böyle bir mevzuya karşı, hemen herkes az-çok alâka duymakta; bir şeyler yapmayı düşünmekte veya en azından bir şeyler yapılmasını beklemektedir. Hele hele gençleri bütün azgınlığıyla gördükten sonra...
Ne var ki, mücerret alâka duymanın ve faaliyetsiz düşüncenin bir fayda getirmeyeceği de muhakkaktır. Emeksiz ve aksiyonsuz düşünce ve ızdırab, bir fazilet ifadesi olsa bile, katiyen çare değildir. Bu itibarladır ki, her düşünce bir emeği, her plan bir aksiyonu netice verdiği nispette kıymet ifade eder; yoksa her düşünce bir ızdırab, her plân bir aldatmacadır.
Dünden bugüne gençlik, defaatle ele alındı; gazete, mecmua ve hatta kitaplara mevzu oldu. Ancak bu ele almalar büyük bir kısmı itibariyle, suçlamalardan, şikayetlerden, teessüf ve telehhüflerden ibaret kalıyordu. Kimse, niçin böyle olduğuna temas etmiyor ve bu dev-meselenin halli üzerinde durmuyordu. Duranların da çokları, duymamazlıktan geliyor ve hatta duyulmasını istemiyordu.
Oysa ki, O'nun hakikatçı bir gözle ele alınması ve nelerin, ne zaman, nasıl verilmesi, üzerinde durulması gereken ve asla ihmale tahammülü olmayan meselelerdendi. Heyhat ki, bu ciddî mesele, kıymeti ölçüsünde-ademe (yokluğa) mahkum edilmek istenen bir kısım mühim zevâtın gayretleri müstesna-asla ele alınmadı ve üzerinde durulmadı.
Yeni dönemin getirdiği ve hatırlattığı şeylerle biz, bu hayati mevzuun -arz edilen ölçüler içinde- tahlile tâbî tutulacağı ümidini beslemekteyiz. Geleceğin Türkiyesini kurmak isteyenler, herşeyi kanına ve canına emanet ettikleri gençliğin meselelerine karşı, lâkayt kalamazlar. Büyük ve müreffeh, yepyeni bir dünyânın kuruluşunda, millet ve devlet bütün müesseseleriyle, bu çok nazik noktaya eğilme mecburiyetindedirler.
Aile, mektep, sokak ve bütün kollarıyla neşriyat bu mevzu etrafında omuz omuza verdiği zaman, müspet ve sağlam neticelerin elde edilmesi muhakkak gibidir. Bunlardan bir veya ikisinin devre dışı kaldığı zamanlarda ise, gençlik, çeşitli zıtlıklar ve farklılıkların meydana getireceği atmosfer içinde, çekişmeye terkedilmiş demektir.
Mektep ve aile yan yana değilse; neşriyat, mektep ve aileye omuz vermiyorsa, sokak bunlarla aynı çizgiyi paylaşmıyorsa, hizmet, sadece icrâ edildiği müessesede mevzii olarak kalacaktır. Böyle bir (lokalizasyon)'un fayda getirmeyeceği de meydandadır.
Mektebin çok mükemmel, ailenin yeterli, sokağın temiz ve bütün neşriyatın, maşerî vicdan ve devlet kontrolüyle, millî ahlâk ve millî terbiye çizgisinde işlemesi şarttır. Ve ancak, böyle bir vasatı (ortam) hazırladıktan sonradır ki, gençlikten salâh ve hayır ümit edilebilir. Aksine, bu müesseseler, kendilerinden bekleneni tam ve mükemmel şekilde yerine getirmedikleri takdirde, kimseden bir şey beklemeye hakkımız olmadığı gibi, ihmal ve terkedilmişlikten ötürü, çılgınlaşan neslin halinden şikayet etmeye de kimsenin hakkı yoktur.
Aile, mektep ve bütün toplum, ne zaman onu, yüceltici duygularla donatır ve içtimaî erozyonlara karşı ruhunu beslediği kalbine mukavemet kazandırır; işte o zaman onunla hisaplaşabilir, yoksa, haksızlık ve insafsızlık etmiş olur.
Şimdi düşünün bir kere, sokakları dolduran bin bir akrobatlık karşısında, yuva çocuğa ne vermiş ve ne kadar sahip çıkabilmiştir? Bir şeyler verdiğini kabul etsek bile, her köşe başında onu bekleyen bu kadar yol kesiciye ve vıcık vıcık bu kadar mefsedete (fesatçı) karşı, verilenlerle kendinden beklenilenler arasında bir uygunluk iddia edilebilir mi?
Mektep, içtimaî ve tarihî vazifesi zaviyesinden, kendinden bekleneni yerine getirmiş midir? Yetiştirmekle mükellef olduğu nesli, yüce istidatlarıyla, yükseltici duygularıyla, ona derinlik kazandıran melekeleriyle ve beşerî meyilleriyle ele alarak insanlığa ve fazilete giden yolu gösterebilmiş midir?.
Matbuat, onun ahlak ve yüce duygularını inkişaf ettirme istikametinde, kendine düşen kılavuzluk vazifesini yerine getirmiş midir? İffet telkin edip, erotik düşünce fücûra [1] giden yolları tıkamış mıdır? TRT, kaf-dağı azameti ve gür sesiyle ona gerekli çağrı ve uyarıda bulunmuş mudur? Ve bütün mesuller, en özlü çarelerle ve varlığa erdirici en ruhlu mesajlarla bu örfâneye iştirak etmişler midir?
Bütün bunların hesabını görmeden, gençlik hakkında hüküm vermek ve hele sadece onu mahkûm etmek haknâşinaslık ve insafsızlık olur. Bugün bütün bir nesil, kendini yüceltecek ve insânî melekelerini geliştirecek imkânlardan mahrum, yapayalnız ve boşluktadır. Onu yüceltme ve faziletli kılma istikametindeki gayretler ise, gayet cılız alabildiğine seviyesiz ve tamamen oyalayıcı ve deneme mâhiyetindedir. Başka hiçbir sebep olmasa, bu iki husus, bütün bir neslin bodurlaşması için yeter ve artar. Kaldı ki, yığın yığın yabancı ve zararlı fikirlerin kol gezdiği; topyekün cemiyetin, azgınlaşmayı bağrında besleyen bir kilizman haline geldiği; sapık ve çarpık ideolojilerin, (dev) birer anafor gibi, semtlerine uğrayan gençleri öğütüp erittikleri; bir vasatta, değil ahlak ve faziletli olmak, nesillerin, insanlığıyla kalacağı ve onu koruyacağı bile oldukça zordur. Olsa olsa böyle bir atmosferde yetişenler, sabahleyin şaşkın, öğlene doğru deli ve azgın, akşamüstü ise, 'izm'lerden herhangi birine aborde olmuş bir zavallı olabilir. Ama hiçbir zaman ve katiyen ahlâken mazbut ve faziletli olamaz.
Sonra bir de kalkar, hamiyet, gayret ve anlayış isteyen bu ciddî mevzuyu, bağırsak gurultularında, mide geğirmelerinde görürsek, mesele bütün bütün karışır ve içinden çıkılmaz hale gelir. Ve nitekim de bugün öyle olmuştur. Gençliği baştan çıkaranların bayrağı, dişler, bağırsaklar ve mide halitasından [2] ibaret olduğu gibi, değişik bir perspektifle kurtarıcılarının gayreti de tamamen aynı istikamette cereyan etmiştir. Bu suretle de o, her iki devrede de aldatılmış, oyalanmış ve terke uğramıştır.
Ah, keşke! O'nu bilmeyenler, O'na hiç müdahale etmeselerdi. Belki o zaman ıslahı biraz daha kolay olurdu. Halbuki o, yaralarını tedavi yolunda yanlış mualecelerle tıpkı neşter yemiş bir kanserin azması gibi, iyiden iyiye azdı ve canavarlaştı. O kadar ki, şimdi herkes, bu (dev)'in çıkaracağı herç-ü merci düşündükçe uykuları kaçmakta ve iliklerine kadar geleceğin endişesiyle tirtir titremektedir. Bu noktada korkanlara hak vermemek de elden gelmez. Zira bütün bir nesil harpten çıkmış gibi, tepeden tırnağa yara ve bere içindedir. Böyle bir neslin insânî duygularını baskı altına alan ve kalbi ruhî yaralar, onu iflah eder veya etmez, ayrı mesele; tedâviye tabî tutulmazsa milleti iflah etmeyeceği muhakkaktır.
Binaenaleyh, güç dahi olsa, bu yara mutlaka ve tez-elden iyileştirilmelidir. Bu da, toplumun her (kesimi)'nin kendine düşen vazifeyi yerine getirmesiyle, içtimâî atmosferin pisliklerden arındırılmasına bağlıdır. Yuva, edebi, terbiyesi, inceliğiyle yavruya numûne olmalı ve onda, ahlak ve fazilete götüren duyguları uyarmalıdır.
Mektep, kendisine bir tomurcuk halinde teslim edilen çocuklarda, ruh yüceliğini, ahlâk anlayışını ve edep hissini geliştirmelidir ki, bu istikamette eskilerin daha küçük yaştaki talebelere meşk [3] ettirdikleri şu sözler, çok manidardır:
'Edep ya Hu!'
'Edebtir kişinin daim libası, edepsiz kişi üryana benzer' [4]
'Edep bir tâc imiş nûr-u Huda'dan; giy ol tâcı emin ol her belâdan' [5]
'Edep-ehli, ilimden hâlî olmaz; edepsiz ilim okuyan âlim olmaz' [6]
'Cihanda ne varsa hepsi edepmiş.'
Bu vadide söylenmiş daha bir sürü pırlanta gibi söz vardır ki; atalarımız arasında, edep ve insanî ahlâka verilen ehemmiyeti göstermektedir. Kitap, mecmua, gazete ve bütün neşriyat, okuyucularında ulvî duyguların inkişafına ve insânî melekelerin gelişmesine hizmet etmelidir. Ahlâk ve fazileti örseleyen, gençliği âsî ve serkeş yapan bilumum beşinci kol faaliyetlerine karşı, duyarlı, tetikte ve mücadeleye hazır bulunmalıdır.
[1] Fucûr: Günah, haktan sapmak, isyan, edepsizlik
[2] Halita: Karma, Karışık olan
[3] Meşk: Yazı numûnesi. Öğretici yazı. Bir şeyi uzatmak. Uzun uzun yazmak
[4] Kişinin elbisesi daima edeptir. (Kişinin daimî elbisesi edeptir). Edepsiz kişi çıplağa benzer
[5] Edep Allah'ın nurundan bir tâç imiş; o tacı giy, her belâdan emîn ol
[6] Edep sahibi kimseler, ilimden boş olmaz; Edepsiz okuyan âlim olmaz
- tarihinde hazırlandı.