İnsan ve Sorumlulukları
Bazı kimseler var ki, bunlar dünyaya gelirken ekonomik, siyasal ve kültürel hakları daha doğarken ellerinden alınmış olunuyor. İslâm eşitlikçiyse Müslümanların tutuculuk yapmaları onlara sorumluluk yüklemez mi?
Ben bu soruyu şöyle anladım: Bazı kimseler doğarken bir esirin evlâdı olarak dünyaya geliyor. Belki bunlar, muharebe ederken hürriyetlerini kaybetmiş ve esir olmuşlar. Bazı kimseler de ya babasının ya da dedesinin uyuşukluğu ve miskinliği sebebiyle servet kazanamamış, fakir olarak kalmış. Bu sebeple bu tür insanlar daha dünyaya gelirken başkalarına muhtaç olarak gelir, büyür; gelişme imkânları olamadığından bu mevzuda onun için bir inkişaf da bahis mevzuu değildir. Şayet o, bir kapıda hizmetçi olduğundan tahsil yapma imkânına sahip değilse, lise de okuyamaz üniversite de. Evet, bir mânâda o, okuma hakkından mahrumdur. Bir kısım kimseleri ekonomik haklardan, bir kısım kimseleri de eğitim ve öğrenim haklarından mahrum eden böyle muhafazakâr bir tutumu devam ettirme, muhafaza etme ve bunu koruma eğer Müslümanlar tarafından hakikaten benimsenmiş, muhafaza edilmiş ise bunu yapanlar mesul olur mu?
Eğer soruda anlatılmak istenen bu ise, evvelâ şunu ifade etmeliyim ki, bu dünya imtihan dünyasıdır. Bazı kimseler fakir olarak doğar, bazıları eğitim imkânlarından mahrum bulunur, bazıları da toplum için faydalı biri olabilme zeminini bulamaz... Bu, kaderi ilgilendiren bir husustur. Cenâb-ı Hak bir kısım kimseleri böyle yaratır: Evet, kimileri öyle olur, kimileri böyle olur. Sebeplerini bilelim-bilmeyelim bir kısım esbaba binaen bazı insanların haklarında böyle fetva verilmiştir. Bu esbap, genelde fert ve toplum olarak o milletin suitaksiratı ve iradesini suiistimal etmesi neticesinde olabileceği gibi, bilemediğimiz bir sırla beşerin salahı, sulhü, emn ü emanı için onlar hakkında Cenâb-ı Hakk'ın da bir takdiri olabilir. İsterseniz her iki yönüyle de bunu biraz daha açalım.
Bugün bir kısım kimseler fakr u zaruret içindedirler. Bu durum bir kısım fertler, kabileler, cemaatler ve aileler için mukadder olduğu gibi milletler için de olabilir. Meselâ Türk milleti fakirdir. Şimdi bunu değerlendirirken bu milletin büyüklerinin ve onu bu hâle getirenlerin suitaksirini nazara almadan, meseleye sadece Allah'ın verdiği fetva açısından bakacak olursak, yanlışlıkla kaderi tenkit etmiş ve başımızı örse vurmuş oluruz. Acaba bu milletin böylesine perişan hâle düşmesine ve sefilleşmesine sebebiyet veren şey, sadece Cenâb-ı Hakk'ın onların haklarında verdiği fetva mıdır, yoksa bu milleti bu hâle getiren âbâ u ecdatlarının cehaleti, maarif yuvalarının yetersizliği ve idarecilerin aczi gibi bu vasatı hazırlayan kimseler midir? Biz ikinci şıkka hiç tesir hakkı vermeden sadece meseleyi birinci şıktan ele alacak olursak dinsizlerin iddia ettiği gibi -hâşâ- Cenâb-ı Hakk'a adaletsizlik isnat etmiş olur ve meseleyi tam teşhis edemediğimizden sürekli bocalar dururuz.
Evvelâ bu millet, ilm u irfanıyla Batılı devletlere ayak uyduramadıysa, buna, bir devirde Batı'nın gelişmeleri ne şaşkın şaşkın bakan bir kısım kimseler sebebiyet vermişlerdir. Bu kimseler, medârisi geliştirememiş, değişiklik yapamamış, fünun-u müsbeteyi (tecrübî ilimler) onun içine sokamamış ve daha sonra da fünun-u müsbete için ayrı mektepler açmış ama onu dine, dini de ona düşman gibi göstermiş; biri ruh, diğeri ceset iken din ile fünun-u müsbete birbirinin hasmı gibi algılanmış ve derken sukut eden sukut etmiş; olan da millete olmuş. Bu itibarla, bu vasatı kim hazırladıysa evvelâ cürüm ve günah ona aittir. Şimdilerde onlar bu milletin çektiklerini seyrediyorlarsa bu azap da onlara aittir ve ahirette de Allah'a hesap vereceklerdir. Vâkıa, din ve diyanete ait meselelerin cürmü, ahirette ceza olarak tahakkuk etmekle beraber, âyât-ı tekvîniyeye riayetsizlik de filcümle ahirette ceza olarak mutlaka onların karşılarına çıkacaktır.
Keza bir millet düşünün ki, bir devirde hiç çalışmamış, sırt üstü yatmış, her şeyin yukarıdan akıp gelmesini ve midesine inmesini beklemiş; sonra da başkaları açıkgöz davranmış, çalışmış, kazanmış, dünyaya hükmedecek imkânları elde etmiş, biz ise fakir kalmışız. Bu problemi ne kadere hamletmekle ne de şu anda işin başında bulunan kimseleri mesul tutmakla çözemeyiz. Eğer bir millet, bir aile, bir fert fakir kalmışsa onu bu hâle getiren sebepler iyi araştırılmalıdır. Meselâ biz fakirsek, demek ki atalarımız buna sebebiyet vermiş, Allah da hakkımızda böyle bir hükümde bulunmuş. Eğer zengin olacaksak, azmedeceğiz, irademizin hakkını vereceğiz; ama hakkımızda iyi bir millet hükmünü yine Allah verecektir. Bu, işin bir yönüdür. Evet, kader irademizi hesaba katarak hakkımızda fetva vermiştir.
Meselenin ikincisi, bu durumun böyle devam ettirilmesi meselesidir. Evet, bir kısım kimseler bu vaziyetin devamını arzu etmektedirler. Meselâ kapitalist ve komünist zihniyet, bir zümrenin fakir, görgüsüz ve kültürsüz kalmasını istemektedir. Ancak Allah'ı, Kur'ân'ı ve Resûlullah'ı bilen hiçbir mü'minin içtimaî, iktisadî, kültürel böyle bir derbederliğe razı olmayacağı açıktır. Belki herkes bir an evvel bu sefaletten sıyrılmaya çalışacaktır. Yani biz şu miskinliğin, bilgisizliğin, iktisadî yıkılış ve çöküş ün müdafii değiliz. Böyle bir anlayışı devam ettirmek için de herhangi bir sa'y u gayretimiz yoktur.
- Çeşitli haksızlıkların ve sömürmeler in görüldüğü cemiyetimizde, Müslümanların ezilmeleri müdafaa edecekleri yerde kapitalistler tarafında görünmeleri doğru mudur?
Ne akide, ne de amel bakımından hiçbir Müslüman, değil Müslümanları, başka milletleri istismar edenler in yanında dahi olamaz. Burada ayrı bir hususu daha arz edeyim. Akide bakımından bir mü'min, "Ben kapitalist im." dese artık ona mü'min denemez. "Akide olarak sosyalist im dese.", onun için de aynı şey söz konusudur. Nitekim, "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki bu din ondan asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyana uğrayanlardan olacaktır."[1] ve "Allah katında hak din İslâm'dır."[2] gibi âyet-i kerimeler, bu hakikati açıkça ifade etmektedir. Evet, Allah indinde O'na ulaştıran yol, sistem ve düzen sadece İslâm'dır. Bir insan, bunun dışında hiçbir şeye sahip çıkamaz.
Başka bir konuyu daha hatırlatmak istiyorum. Değil bunlar, bir mü'min "Ben fikren ve ruhen falan cereyanı tutuyorum." dese, yine dinden çıkmış olur. Çünkü hangi cereyan olursa olsun şahs-ı mânevî olarak Allah yolunun alternatifi mahiyetindedir ve böyle bir cereyan içinde dinin yeri yoktur. Zaten biri kalkıp da bu hareket dine dayanmaktadır dese, derdest edilip hapsedilir. Binaenaleyh bir kimse herhangi bir hizbi kastederek kalben ben "o'cuyum" iddiasında bulunsa dalâlete düşer. Ancak herhangi bir siyasî partiye rey verme başka bir şeydir. Ehven-i şerdir, eşedd-i şerdir, şerdir ama o bir vazifedir.
Aslında Müslümanın, kendisine göre politikaların dışında bir politikası, hileden uzak durma mânâsına bir çaresi vardır. O çare de şudur: Siyaset in bulanık, dolambaçlı, bozuk gösteren havasından teberri ederek, her türlü anlayışın üstünde, her türlü meslek, meşrep, mezhep, mizaç ve mezakın dışında bir ders-i hakikat vermektir ki, muhalif ve muvafık herkes rahatlıkla elini uzatsın ve tiksinti duymadan, ürkmeden, korkmadan o hakikati alsın. Hakâik-i âliye-i Kur'âniyeyi herhangi bir hizip ve kliğin rengine boyamak suretiyle o bîhemtâ elmasları ayağa düşürmemek lâzımdır. Müslümanlığın yolu ve yöntemi budur. Varsın kişi, reyini vermesi gereken yere versin, o ayrı bir mevzudur. Müslüman komünizm veya kapitalizmin taraftarı olamaz. Komünizm, sosyalizm, İslâm sosyalizmi türü akımlar, felsefenin verdiği hastalıkların dışa vurmasıdır. Sosyalizmin veya kapitalizmin olduğu yerde din yoktur. İslâm'ın olduğu yerde de ondan başka hiçbir şey yoktur. Nev'-i şahsına mahsus Allah nizamı ve Allah'a götüren yol olan İslâm hiçbir şeyle karıştırılmamalı ve bulandırılmamalıdır.
[1] Âl-i İmrân sûresi, 3/85
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/19
- tarihinde hazırlandı.