İnsanın Kur'ân'la İmtihanı
"Kur'ân-ı Kerim'i kalbleriniz onun üzerinde birleştiği müddetçe okuyun! Onun hakkında ihtilafa düştüğünüzde hemen kalkın." hadis-i şerifini nasıl anlamalıyız?
Bu hadisi iki şekilde anlamak mümkündür:
Evvelâ insan, Kur'ân okuma ve ibadet ü taatte bulunma gibi en güzel şeylerde bile ara vermeksizin uzun süre üzerinde durduğu takdirde kalbi, ruhu, hissiyatı ve diğer letâifi adına bir doygunluk, daha doğrusu bir kanıksama olabilir. Bu durumda insan, kanıksadığı o şeye devam ettiği takdirde kalb dağınıklığına uğrayabilir. Böyle bir noktaya geldiğinde de, hâlet-i ruhiye itibarıyla üzerinde durduğu şeyi, duyması gerektiği ölçüde duyamayabilir. Asr-ı Saadet'e bakıldığında sahabe-i kiramın güç ve tâkat itibarıyla ibadet ü taatte doygunluğa erişmelerine rağmen daha fazlası için ısrar ettikleri ve bunun için de değişik çarelere başvurdukları görülmektedir. Meselâ sahabe-i kiramdan bazıları -ki bunların içinde Hz. Hafsa Validemiz gibi ezvâc-i tâhirâttan (radıyallâhu anhünne) analarımız da vardır- sürekli uyanık durmak için mescide ipler gerip onlara tutunarak her dakika ibadet üzere olmayı düşündükleri gibi, az yeme, az içme, az uyuma gayreti içinde olanların sayısı da bir hayli kabarıktı. Ben bunun bir benzerini Kestanepazarı Kur'ân Kursu'nda idarecilik yaptığım dönemde, gece uyumamak için başını üstteki ranzaya iple bağlayan çocuklarda da müşâhede etmiş idim. Bunlar niyetlerinin hulûsu cihetiyle mükâfat alabilirler. Fakat insanın mârifet adına a'zamî istifadesi için de şuurunun açık ve zihninin de yorgun olmaması gerekir.
Esasen insan, mârifet adına ne kadar şey alırsa alsın, onun için o mevzuda doyma söz konusu değildir. Ancak tıpkı insan vücudundaki maddî mekanizmaların (organların) çalıştıkça yorulmaları gibi mânevî mekanizma ve latîfeler de zamanla yorulabilirler. Bu sebeple böyle yüce duygularla meşgul olan bir insan, farklı yöntemlerle kendine nefes aldırmazsa, hiç farkında olmadan metafizik gerilimi dağılabilir ve hemen ardından pespâye düşünceler ruhunu sarabilir. Vâkıa bu bir füturdur ve bir mânâda ibadetten ellerini gevşetmedir. Öyleyse tam kıvamında olamadığımız zaman dilimlerinde bir işten başka bir işe geçerek kendimize bir teneffüs arası vermeli ve böylelikle zihnimizi rahatlatmalıyız.
Bu konuyu değişik yerlerde detaylı anlatmaya çalışmıştım.[1] Ezcümle, insan namazda yorulunca oturup evrâd ü ezkâr okumalı, evrâd ü ezkârda yorulunca ders çalışmalı; böylece değişik işlerle uğraşmak suretiyle hayatı hep ibadet ü taat buudunda yaşamalıdır. Evet, bu tür iş ve meşgalelerin birinden diğerine geçiş insanı dinlendirir. Hatta bazan bedenî yorgunluk zihnî dinlenmeyi sağlar. Konu hekimlerin alanına girdiği için isterseniz bunu onlara bırakalım. Demek ki, bir kısım mekanizma çalışırken diğer bir kısım mekanizma ta'tîl-i eşgâl etmekte, yani dinlenme ye geçmektedir. Psikolojide de tavır değişikliği çok önemlidir. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), öfkelenme hâli insanı kapladığında o hâlden ayrılmak için abdest almayı tavsiye etmektedir ki, bu da bir tavır değişikliğidir.
İnsan, melek olmadığı için bir işe ne kadar konsantre olsa da, neticede kendisine şöyle-böyle fütur gelebilir. Melekler, sürekli ibadet için yaratıldıklarından hiç aralıksız o işlerini yerine getirebilirler. Ama insan, mahiyetindeki özelliklerinden dolayı melekliğe çıkabileceği gibi hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye de düşebilir. Bu tür düşüşlerle o, belli baskılar altına girdiği zaman artık alacağı şeyleri alamaz olur. Bu noktadan sonra yapılacak ibadetler de beyhudedir. Bu da bize insanın kendini sürekli kontrol edip dinlemesinin lüzumunu göstermektedir. Bir insan kendisini bu şekilde bilir ve tanırsa kemalâtını da ona göre kontrol altında tutabilir.
İkinci olarak hadisten, "Kur'ân'ı kalblerdeki birlik, beraberlik, irtibat ve itilaf çözülmediği sürece okuyun." şeklinde bir mânâ anlamak da mümkündür. Çok acı bir gerçektir ki, Kur'ân âyetleri Asr-ı Saadet'ten günümüze kadar yer yer fitne ve ihtilafın çıkışında bazı kişiler tarafından referans alınarak maksadının dışında kullanıldığı da olmuştur.
Meselâ, ilk asırlarda, çağın o kadar aydınlığına rağmen onu karanlığa boğan zihniyetlerin boğuşmasına şahit oluruz. O dönemde Mutezile, Cebriye ve bunlar arasında samimî gibi görünseler bile Haricîler, Zâhirî mezhebinin ilk temsilcileri sayılırlar. "Kelimesi kelimesine Kur'ân ne diyorsa doğru odur." denmek suretiyle -söz olarak bu doğruydu- ne Efendimiz'in o mevzudaki yorumu, ne sahabe-i kiramın farklı yaklaşımları, ne de Arap diline hâkim âlimlerin yorumları dikkate alınmamış ve böylece Kur'ân âyetleri kullanılarak kalbler ihtilafa ve ayrılığa itilmişti. Keza, bazı zâhirperestler de çok defa Kur'ân-ı Kerim'i muhaliflerine karşı bir balyoz gibi kullanıyorlardı. Şüphesiz ki, bu durum da "telif-i kulûb"e fevkalâde ihtiyaç olduğu bir dönemde ihtilaf ve iftiraklara sebebiyet veriyordu.
Hâsılı, herkes Kur'ân diyordu ama Kur'ân deyip Kur'ân'laşacağına Kur'ân'ı herkesleştiriyor ve dini içinden çıkılmaz hâle getiriyordu. Tarihte olan o hâdiseler bugün için de aynıyla söz konusudur. Bizler de bazen, fikirlerimizi, Kur'ân'dan kendi idrakimize yansıdığı kadarıyla destekleyebilir ve bu anlayışı kendimize rehber ediniriz. Bazen de, hem Kur'ân'ın şeref ve haysiyetini korumak hem de bazı insanların inhirafa, ihtilafa düşmelerine sebebiyet vermemek için bunu yapmayız. Bir yerde hissiyat, düşünceler müdafaa edilirken "Zaten Kur'ân böyle demiyor mu?" denildiği zaman, çoklarının içinde ona karşı bir burkuntuya sebebiyet verilebilir. Oysaki ehl-i imanın bundan rahatsızlık duyabileceğini de hesaba katarak ihtilafa kapı aralamamak en doğrusudur. Evet, böyle bir okuma, mü'minlerin Kur'ân etrafında kalblerinin telif ve tevhidine değil, ihtilaf ve iftirakına vesiledir.
[1] Bkz.: Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar, 2/397
- tarihinde hazırlandı.